Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Şehrin birçok yerine şiir düşürmüş Attila İlhan’dan bir dize aşırarak söylersem eğer, “Siz böyle bir akşamüstü görmediniz” İzmir’de. Gemiler gelip geçiyordu. Şerbet gibi bir meltem tül gibi asılıydı havada. “Kırık çocukluğumu” gezmeye götürmemiştim o akşamüzeri Kaptan gibi. Uzun bir süreden beri burada yaşayan yeğenim Mehmet beni gezdiriyordu.

        Zamana Hüseyin Yurttaş mühür basmıştı, “Saat İzmir sularıydı”.

        Balçova Termal Tesisleri’nin önüne sürüklemişti bizi bahar. Tesislerin önüne dikilmiş bir heykelin yanında durdum. Anlatmaya başladı Mehmet:

        “Hüseyin Öğütçen’in heykeli. Yaşarken heykeli dikilen tek vali galiba. Burada da valilik yapmış, heykeli dikildiğinde 88 yaşındaydı.”

        “Hüseyin Öğütçen demek… Hakkari’de de valilik yapmamış mıydı?”

        “Yaptı tabi, 1967-70 arası, dört yılını Hakkari’de geçirdi. Bu heykelin açılış töreninde yaptığı konuşmada, ‘Törene İçişleri Bakanı gelseydi, beni bu yaşımda Şemdinli’ye kaymakam yapmasını rica edecektim ondan, yemyeşil bir yerdir’ dedi. Biliyor musun, hatıratını yazmış, adına da ‘Bir İdarecinin Zamanla Yarışı’ koymuş. Bulup aldım, evde kitap, orada uzun uzun çocukluğumuzun Hakkari’sini anlatıyor.”

        REKLAM

        *

        Eve döndük. Heyecanla Hüseyin Öğütçen’in kitabını okumaya başladım. Balkan coğrafyasının çocuğudur Öğütçen. Hem mülkiye hem de hukuk mektebini bitirmiş. Kaymakamlık sınavında birinci olmuş. Meriç, Bigadiç, Burhaniye, Gönen, Pasinler’de kaymakamlık, Hakkari, Niğde, Antalya, İzmir, İzmit’te valilik yapmış. 40 yıl yürütmüş bu vazifeyi. 26 Mayıs 1967 tarihinde Hakkari'ye gelmiş. O tarihlerde çok az öğretmen varmış şehirde. Sorunu hemen çözmüş, şehirde öğretmen lojmanları yaptırmış, okuma yazma kurslarını açmış, kısa sürede bura ahalisi onu çok sevmiş, o da gönülden bağlanmış Hakkari’ye.

        *

        Nedendir bilmem, belki de dışarıya göç verip içeriye göç almayan memleketin tek şehri olmasından, belki de köyler boşaltılıp orası da büyük bir köye dönüşmeden önce kadim şehir kültürünü yaşatan tek şehir olmasından, şehre gelen misafirlerin ahalisi tarafından evlerinde konuk ediliyor olmalarından dolayı, vaktiyle şehirde otel ve lokanta açmanın ayıp sayılmasından; bu şehre bir biçimde (gemisi karaya çarpıp kendini burada bulan Ferit Edgü gibileri de dahil) yolu düşmüş her meçhul yolcunun, memurun, öğretmenin, idarecinin gönlüne öyle bir çentik atar ki Hakkari, orada birkaç yılını geçiren bir daha da iflah olmaz, şehirden ayrıldıktan sonra da başka bir şehir aramaz, hep “arkasından gelir” Hakkari. Muammer Türker orada valiyken, bu şehre gönülden bağlı, orada muhteşem şeyler yapmış Hüseyin Öğütçen, hocam Güner Sernikli gibi birkaç kişiyi yıllar sonra tekrar aşık oldukları şehirle buluşturmuştu da büyük sevap işlemişti, Allah razı olsun ondan.

        REKLAM

        *

        Hüseyin Öğütçen 1970’te gitti, onun yerine vali olarak Fahamettin Altun geldi Hakkari’ye. Yazar Selçuk Altun’un babası Fahamettin Bey… Bu yüzden bir kitap delisi olan, Yapı Kredi Yayınlarının yöneticisi olarak kendisine çokça borçlu olduğumuz Selçuk Altun’un da bir yerine değmiş Hakkari, gençliğinin bir kısmı oralarda geçmiş… Hüseyin Öğütçen gittikten bir sene sonra ben de şehir merkezine geldim okumaya.

        Gelir gelmez şehirde kulağıma çalınan ilk güzel ses Lale Sineması’nın yazlık bahçesindeki hoparlörden yükselen Belkıs Özener’in “Sevemedim Kara Gözlüm” şarkısıydı. Yazlık sinemadan her gece; hiçbir evin hiçbir ağaçtan yüksek olmadığı o güzelim şehrin semalarını Yeşilçam şarkıları sarıyordu o tarihlerde. Bir gece Behiye Aksoy, Handan Kara, başka bir gece Nesrin Sipahi, Gönül Yazar, Şükran Ay, ille de Esengül…

        *

        Fatma Girik ile Engin Çağlar’ın üç sene önce bu şehre gelip bir bölümünü Zap suyunun kenarında çektikleri “Öksüz” filminin efsanesi dolaşıyordu ben köyden şehre geldiğimde.

        1968 yılı bütün dünyada bir “başkaldırı” yıldır; Hakkari içinse o yıl, “Fatma Girik ile Engin Çağlar’ın şehre geldiği” yıldır. Efsanesi hâlâ dolaşıyor oralarda.

        Bilge Olgaç getirmişti o zamanların kaplıları kıran artistlerini buraya. O Bilge Olgaç ki Yeşilçam sinemasında (şükür şimdi sayıları bir hayli fazla), Cahide Sonku, Nuran Şener ve Feyturiye Esen’den sonra dördüncü kadın yönetmendir. Ama hiçbir zaman kendini erkeklerden aşağı görmedi. Bir maraba gibi çalıştı. Tam tamına 37 film çekti ama hep geçim sıkıntısını da çekti. Yeşilçam’ın “solcu” bilinen yönetmenlerindendi. Yılmaz Güney’in oynadığı filmleri de yönetti, Güney’in “Bir Gün Mutlaka” adlı senaryosunu da filme aldı. 1994 yılında, henüz 54 yaşındayken evinde çıkan bir yangında öldü, söylediklerine göre yangın çıktığında evde değildi, kedisi evdeydi, kediyi kurtarmaya giderken yandı.

        REKLAM

        Fatma Girik ile Engin Çağlar’ın bir bölümü Hakkari’de çekilen “Öksüz” filminin yönetmeni oydu.

        *

        Geçen Pazar günü hikayesini yazdığım Zap nehri üzerinde “Devrimci Gençlik Köprüsü”nü yapma fikrine dönemin solcu üniversite öğrencilerini sürükleyen neyse, Bilge Olgaç’ı da yanına Fatma Girik ile Engin Çağlar’ı alıp Hakkari’ye götüren şey aynı şeydi.

        Milliyet Gazetesinde çıkan “Köprü olmadığı için vatandaşlar Zap’ı tel halatla geçiyor,” haberi onu da buralarda bir film çekmeye sürüklemişti. “Boğaz’a köprü yapacağınıza Zap’a köprü yapın” diyerek Boğaziçi Köprüsüne karşı çıkanlar, “siz yapmayacaksanız biz yapacağız” diyerek yola çıkmış, aynı sırada Şemsi Belli’nin hadiseyi anlatan şiiri dağa taşa yazılmış, Yeşilçam da bu işe kayıtsız kalmamıştı.

        Bu yazıyı yazarken Bilge Olgaç’ın “Öksüz” filmini bulup seyrettim. Tam gazetenin haberinde olduğu gibi nehir üzerinde karşıdan karşıya geçmekte kullanılan bir tel halat var filmde de. Engin Çağlar hamile karısı Fatma Girik’i doktora yetiştirmeye çalışırken bu halatı kullanıyorlar, sonra nehre düşüyorlar falan, fonda da bir ses o dramatik görüntülerin üzerine Şemsi Belli’nin “Anayaso” şiirini okuyor.

        *

        O sırada Hakkari’de valilik yapan Hüseyin Öğütçen sadece Marquez romanlarında karşılaşacağımız bir büyülü hikaye anlatıyor kitabında bu filme dair.

        Vali Bey bir sabah işe giderken şehirde bir tuhaflık hissediyor. Şehir her zamankinden daha sessizdir. Ortalıkta in cin top oynuyor, hatta cin bir sıfır öndedir demek mümkün… Makama geliyor, hakeza… Sanki o gün memurlar firar etmiş hükümet konağından. Şehirdeki bu tuhaflığı odacısına soruyor. Aldığı cevap ilginç.

        REKLAM

        Bütün ahali, çoluk çocuk, ihtiyar genç, torun torba, kız erkek, memur işçi, köylü esnaf, yanına nevaleyi alan, karpuzu kavunu kapan, ekmek peynir alan, kamyon bulan kamyonlara doluşmuş, bulamayan tabanlara kuvvet demiş Zap vadisine inmiş. O gün film çevirecekler artistler nehir kenarında. Duyan çıkmış yola, şehir sabahın köründen itibaren boşalmış, bu kesif sessizlik bu yüzden.

        Odacı malumatı verip çıkınca, içeriye İl Jandarma Alay Komutanı girer, hafif telaşlı ve heyecanlıdır, sanki bir şeylere geç kalmış, komutan şunları söyler:

        “Vali Bey biliyorsunuz artistler aşağıda film çeviriyor. Orası malumuz üzere jandarma bölgesidir. Ben ilçe Jandarma Birlik Komutanını gönderdim ama ne de olsa jandarma erleri genç, cahil delikanlılar. İzin verirseniz bir olay çıkmasın diye bir gidip kontrol etmek istiyorum.”

        Vali izin verir, komutan uçarcasına çıkar kapıdan, onun hemen arkasından emniyet müdürü girer içeri. Onda da aynı telaş, aynı geç kalmışlık duygusu:

        “Film çevrilen yer jandarma bölgesi ama jandarmanın seviyesi belli sayın valim. Hem film kontrolü polis görevi içinde. Birkaç polis alıp film çekilen yere gitmek istiyorum izninizle.”

        O da izin alarak çıkar, arkasından Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ile Cumhuriyet Başsavcısı girer:

        “Zap vadisinde film çeviriyorlarmış vali bey. Herkes gitti. Biz de gidelim izninizle, bakalım nasıl çeviriyorlar?”

        Onlara bir araba verir vali gönderir, makam odasında tek başına kalır. İçi içini yiyor. O da gitmek istiyor ama vazife... O da bırakırsa devlet şehri terk etmiş olur. Merakına hakim olur, tek başına şehri beklemeye başlar.

        Artistler topu topu üç gün kalır Hakkari’de. Üçüncü günün sonunda büyük bir ziyafetten sonra törenle uğurlanırlar İstanbul’a.

        *

        Ayaklarının altında kalacak olan patronun köşkünü mahveder gerekçesiyle Milliyet Gazetesi şimdiki “15 Temmuz Şehitler”, eski adıyla “Boğaz Köprüsü”ne karşı çıkmayı büyük bir kampanyaya dönüştürdükten sonra dönemin devrimci üniversite gençleri Hakkari’ye geldiklerinde Hüseyin Öğütçen validir orada. Kitabında bu hadiseden de bahsediyor Öğütçen.

        REKLAM

        Öğütçen’in anlattığına göre gençler gelir, yer tespit ederler, şantiyeyi kurarlar. Köprü yapmıyor, devrim yapıyorlar sanki! Gençler öyle heyecanlı, öyle heyecanlı ki. (Haklılar, hep sağcılar köprü-baraj yapacak değiller ya, solcuların da halkımıza borcu var!) Bulabildikleri her fırsatta da yakın köylere gidip dilini bilmedikleri halkı “aydınlatmaya” çalışıyorlar gençler. (Cumhuriyet kurulalı neredeyse yüz yıl oldu, bir türlü aydınlanamadık gitti!)

        Vali Bey 10 Ağustos 1968 günü şantiyeyi ziyaret eder. Şantiyede Milliyet Gazetesi’nin (Öğütçen adını vermiyor) nöbetçi muhabiri de var. Gelişmeleri günü gününe gazeteye bildiriyor. Öğütçen gençlere bir ihtiyaçları olup olmadığını, yardım isteyip istemediklerini sorar. Gençler yerine gazetenin muhabiri cevap verir:

        “Bizim gazetenin tutumu belli. Devletin yapmadığı köprüyü biz yapıyoruz. Buna rağmen siz nasıl yardım edeceksiniz? Bu önerinizi gazeteye yazabilir miyim?”

        “Elbette,” der vali.

        Muhabir bir röportaj yapmayı teklif eder, vali peki der. Muhabir teybini çıkarır, vali röportajı eksiksiz yayınlamak koşuluyla teybi açmasına izin verir, Öğütçen konuşmaya başlar:

        “Gazetenin ilimizde köprü yapmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Bu işi düşünen, planlayan, uygulayan herkese teşekkür ediyoruz. Bu köprü bittiğinde üç köy halkı faydalanacak ondan. Fakat şu da bilinsin istiyorum. Türkiye’nin hiçbir nehrinin üzerinde Zap’ta olduğu kadar köprü yoktur. 70 kilometre boyunca Zap’ın üzerinde 10’u betonarme, 7’si asma olmak üzere tam 17 köprü vardır. Şu anda yapımı süren köprünün üç kilometre aşağısında bir asma köprü daha var. Köprülerin isimleri şunlar,” deyince muhabir “şak” diye teybi kapatır, araya girer:

        “Bu söylediklerini yazamayız. Yazarsak eğer şu ana kadar söylediğimizin hiçbir önemi kalmaz,” der.

        Birkaç gün sonra gazetede Hakkari valisinin de köprü inşaatını desteklediğiyle ilgili küçük bir haber çıkar.

        REKLAM

        İşin ilginç yanı Vali Öğütçen Milliyet gazetesinin sıkı bir okurudur.

        *

        Hakkari’deki Gençlik Köprüsü üzerine şimdiye kadar çok şey yazıldı. Bahriye Kabadayı, aynı isimle bir belgesele mevzu yaptı. Birçok şiire konu oldu. Ama şimdiye kadar karşı cepheden hiç kimsenin ağzından tek laf duymamıştık. Bu yüzden Vali Hüseyin Öğütçen’in anılarında anlattıkları çok önemlidir bana göre.

        *

        Aklımda Attila İlhan’ın “Gaziler Caddesi” şiiri, o coşkun bahar günü İzmir’de, Balçova’da bir tesisin kapısına dikilmiş beş metrelik bir büstle karşılaşmasaydım eğer muhtemelen bu yazıyı yazmayacaktım.

        Hayatta tesadüf yoktur. Her şey öyle olması gerektiği için öyledir. Dikkatlice bakın, kulak kabartın, geriye dönüp tekrar bakın, bütün karşılaşmalar, bütün çarpışmalar sersemleticidir. Her karşılaşmaya tekrar tekrar bakın. Her ne arıyorsanız, çok uzağınızda değil, yakınınızın uzağındadır.

        Diğer Yazılar