Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Birisiyle bir konuda bahse girmenin, başka bir deyimle iddiaya tutuşmanın en kışkırtıcı, en tahrik edici yanı, o bahis sonucunda kazanılacak olan ödül değil, bahsi kazanmanın kendisi, yani verdiği hazdır.

        Bahsi kazanmak dünyanın hiçbir ödülüyle ölçülecek bir şey değildir. Üstün gelmenin hazzı mı, haklılığını ispat etmenin gururu mu, bilgisini ispatlamanın sevinci mi, karşısındakinden üstün olduğunu ele güne göstermek mi bilmem, birisiyle bir bahse girer de onu kazanırsanız dünyanın en mutlu kazananı, onu kaybederseniz dünyanın en mutsuz kaybedenisiniz.

        Egoların çarpışmasıdır bahis.

        *

        Edebiyat tarihinin en meşhur “Bahis” hikayesini aynı adla Çehov yazmıştır. (Nuri Bilge Ceylan’ı ziyadesiyle etkilemiş olan yazar…) Çok katmanlı bir hikayedir “Bahis”. Birkaç değişik biçimde okunabilir. Ne yana çeksen gelir, hangi okuma biçimine tabi tutarsanız o yönden istediğiniz sonuca ulaşma imkanı verir size hikaye... Zor zamanlarımda, çaresizlik anlarında, imkansızlıklardan imkan yaratma ihtiyacı hissettiğim anlarda açar okurum, her defasında iyi gelir.

        *

        Hikayeyi elimden geldiğince özetlemeye çalışayım yazarın izniyle.

        İhtiyar bir bankerin evinde günün birinde bir grup entelektüel ölüm cezası üzerine tartışmaya başlarlar. (Entelektüellerin işi bu!) Grubun önemli bir bölümü ölüm cezasına karşıdır. İçlerinden bazıları da ölüm cezası yerine ömür boyu hapisten yanadır, zira ölüm cezası hem ahlaka aykırı hem de Hıristiyan bir devlete yakışmaz!

        O zamana kadar tartışmaya katılmayan ev sahibi banker, “Sizinle aynı fikirde değilim” der misafirlerine ve devam eder:

        “Ne ölüm cezasını ne de müebbet hapsi denedim; ama birine öncelik tanısaydım, müebbet hapisten daha ahlaki ve daha insancıl olan ölüm cezasını tercih ederdim. Ölüm cezası adamı bir seferde öldürür; fakat müebbet hapis yavaş yavaş öldürür. Hangi cellat daha insancıldır? Sizi birkaç dakika içinde öldüren mi, yoksa canınızı uzun seneler içinde alan mı?”

        Tartışma kızışır. Misafirlerin arasında yirmi beş yaşlarında genç bir avukat da vardır, söze girer:

        “Ölüm cezası da müebbet hapis de aynı derecede ahlaka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir” der.

        Tartışma büyür. Banker, genç avukata kızar. “Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın,” der. Genç adam bankerle bahse girer, ama beş değil on beş sene hapiste kalacaktır. Bankerin canına minnet… Anlaşırlar, banker iki milyonu, genç avukat özgürlüğünü ortaya koyar.

        Banker son defa genç avukatı uyarır:

        “Yol yakınken bu iddiadan vazgeç. Hayatının en güzel üç dört yılını heba edeceksin, yazık sana çünkü bu süreden fazla içerde kalamazsın. Gönüllü hapis, mecburi hapisten çok daha zordur. İstediğin zaman özgürlüğüne kavuşabilme hakkının olduğunu bilmen, hapis hayatını zehir edecektir. Senin adına üzülüyorum.”

        Avukat kararlıdır, bankerin evinin bahçesindeki kulübede on beş senelik hapis hayatına başlar. On beş sene boyunca avukat kulübeden dışarı çıkmayacak, kimseyle görüşmeyecek, kimsenin sesini duymayacak, mektup almayacak, gazete okumayacak. Bunların dışında, müzik dinleyebilecek, istediği kadar kitap okuma hakkı olacak, mektup yazabilecek ve isterse içki ve sigara içebilecek. Dış dünyayla bağlantısını küçük bir pencere sağlayacak.

        Bahse tutuşan ikisi de memnundur. Banker çok zengindir, onun için iki milyon, servetinden sadece küçük bir parçadır. Avukatın hapiste kalamayacağından o kadar emindir ki o parayı kaybedeceğini bile düşünmez. Avukat ise gençtir, on beş sene hayatının sadece küçük bir kısmıdır, hapisten çıktığında ise orta yaşlı ve çok zengin bir adam olacaktır.

        Avukat bankerin bahçesindeki kulübede girer hapishaneye. Mahpusluğunun ilk yılında durmadan müzik dinler. Yalnızlıktan bunalır. İçki ve sigara istemez. Kitap okumaya başlar, hafif kitaplar, aşk romanları, macera hikayeleri… İkinci sene müziği bırakır, dünya klasiklerini okumaya başlar. Beşinci sene tekrar müziğe verir kendini ve içki ister. Kitap okumayı bırakır. Yazmaya başlar, yazdıklarını yırtar, saatlerce ağlar. Altıncı senenin ikinci yarısında mahkum büyük bir iştahla dünya dilleri, felsefe ve tarih üzerine çalışmaya başlar. Dört sene içinde kulübesine 600 cilt kitap getirtir. Altı dil öğrenir. On senesi dolunca kendini İncil’e verir. İncili teoloji ve dinler tarihi üzerine kitaplar takip eder. On ikinci yılında tür ayırmadan durmadan okur, doğa bilimlerine dalar, Byron'un veya Shakspeare'in eserlerini ister. Kimya, tıp, doğa, felsefe ve teoloji üzerine ciltler devirir.

        Cezasının bitimine bir gün kala yaşlı banker paniklemeye başlar. Zira bu süre zarfında servetinin önemli bir bölümünü kaybetmiştir. Kalanının da iki milyonunu avukata kaptırsa hepten açlıktan ölecek. En iyisi onu öldürmek! Kalkar, gecenin karanlığında mahpusun odasına girer. Avukat sandalyede bir deri bir kemik kalmış halde uyumaktadır. Önündeki kağıda da bir şeyler yazmıştır. Banker notu okumaya başlar:

        “Yarın saat 12’de özgürlüğüme kavuşup diğer insanlarla arkadaşlık edebileceğim; ama bu odadan ayrılıp güneş ışığı görmeden önce sana birkaç şey söylemem gerek. Her zamanki gibi beni şu anda da gören Allah’ın huzurunda sana gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; özgürlüğü, hayatı, sağlığı ve kitaplarda yer alan dünyanın güzel şeylerinin hepsi artık ayaklarımın altında, onları hor görüyorum. On beş senedir ciddi ciddi maddi hayat üzerine inceleme yapıyorum. Ne dünyayı ne de insanları görüyorum; ama gönderdiğin kitaplarda güzel kokulu içecekler içtim, şarkılar söyledim, ormanlarda geyik ve ceylanlar avladım, kadınları sevdim. Şairlerinin ve dahilerinin büyüsünün meydana getirdiği ve bulutlar kadar uçuk güzellikler, geceleri beni ziyaret etti ve kulağıma, aklımı fırıl fırıl döndüren muhteşem hikâyeler fısıldadı. Kitaplarında Ebruz ve Mont Blanc dağlarının zirvelerine tırmandım ve oradan güneşin doğuşunu ve akşamları altın sarısı ve kızıl renklerle gökyüzünü, okyanusları ve dağların zirvelerini kaplamasını gördüm. Orada başımın üstünde çakan ve fırtına bulutlarını yaran şimşekleri seyrettim. Yemyeşil ormanları, tarlaları, denizleri, gölleri, şehirleri gördüm. Sirenlerin çıkardığı sesleri, çobanların kavallarının ezgilerini işittim. Benimle Yaratıcı hakkında konuşmak için yere inen güzel meleklerin kanatlarına dokundum. Kitaplarda, kendimi dipsiz kuyulara, gerçekleşen mucizelere, vahşi ölümlere, yakılıp yıkılmış şehirlere, yeni dinlere, fethedilen krallıklara doğru savurdum. Gönderdiğin kitaplar bana bilgelik verdi. İnsanoğlunun, çağlar boyunca ürettiği dur durak bilmeyen düşünceler, zihnimde adeta küçük bir pusulanın içine sıkıştı. Şimdi senin sahip olduğun her şeyden daha bilgili olduğumu biliyorum.Netice itibarıyla kitapları, bilgeliği ve bu dünyanın sunmayı vaad ettiği bütün lütufları küçümsüyorum. Hepsi bir serap gibi değersiz, kısa, aldatıcı ve yanıltıcı. Onurlu, bilge ve ince biri olabilirsin; ama ölüm seni yeryüzünden silerken, senin de yer altında gezinen fareden farkın olmayacak ve senin neslin, tarihin, ölümsüz dehâların; maddi dünyayla birlikte yanacak veya donacak. Sen aklını kaybettin ve yanlış yolu seçtin. Yalanları doğru, çirkinliği güzel kabul ettin. Sen ancak, elma ve portakal ağaçlarında bu meyveler yerine kurbağa ve kertenkele yetişirse veya güller, terli at gibi kokmaya başlarsa şaşırırsın. Bu nedenle dünyayı cennete değişen sana ve senin gibilere şaşırıyorum. Seni anlamak istemiyorum. Senin birlikte yaşadığın şeyleri küçümsediğimi iyice anlaman için, bir zamanlar cennet gibi bir hayatın başlangıcı olarak gördüğüm iki milyondan vazgeçiyorum. Kendimi parayı alma hakkından mahrum etmek için, kararlaştırdığımız vakitten beş dakika önce buradan çıkacağım ve böylelikle anlaşmamızı ihlâl edeceğim; sen de bana herhangi bir şey ödemek durumunda kalmayacaksın.”

        Banker kağıdı yavaşça masaya bırakır. Tuhaf adamı alnından öper ve kulübeden çıkar. Kendini aşağılık bir adam olarak hisseder. Yatağına girer ama gözyaşları uyumasına engel olur.

        Ertesi gün bekçi telaşla bankerin yanına gelir, mahkumun süresi dolmadan pencereden kaçarak gittiğini söyler. Banker emin olmak ister gider bakar gerçekten de avukat hücresinde değildir. İki milyondan feragat ettiğini bildiren mektubu lazım olur diye kasasına kilitler.

        Hikayeyi Çehov şu cümleyle bitirir:

        “Öylesine bir macera ve çekişmeli bir inat duygusuyla başlayan bir bahisten hayatın ve hayat sonrasının hakikatine ulaşmış, erdemli bir bilge doğmuştu.”

        *

        Bilgeliğin kıymetini mi, bilginin üstünlüğünü mü, hayat ve varoluşa dair hikmetli bir hülasayı mı, münzevi olmanın günahsızlığını mı, fedakarlığı mı, paranın insanı çürüten kirliliğine dair bir sonuç mu çıkarırsınız bu hikayeden bilmem, o size kalmış ama şunu söylemek mümkün: Bilge ahlaka uygun hareket eder. Bilgiyi, yani hikmeti arar, araştırır, bazen bulur, bazen de hayal kırıklığı yaşar.

        Filozof bilgiye fazla ihtiyaç duymaz ama bilgeliği sever. Bilge araştırır, filozof yorumlar. Aranacaksa eğer hikmeti Doğu’da, filozofiyi Batı’da aramak lazım!

        O halde gelin, vaktiyle “erdemli bilgeler” yurdu olmuş Doğudan eski bir masala da kulak verelim bu “bahse” dair şimdi de.

        *

        Memleketin birinde bir padişahın sadece bir kızı varmış. Saz gibi bir kız, bir içim su!

        Padişah kızına düşkün mü düşkün, bir dediğini iki etmiyor; eli sıcak sudan soğuk suya değerse, başına büyük bir felaket gelmiş gibi üzülüyor.

        Ne malı mülkü ne kasrı sarayı ne görkemi ihtişamı... Varsa yoksa kızının saadeti...

        Kız gelir on sekizine, babasından bir doğum günü şenliği ister. Padişahın canına mihnet... Haber salar ülkeye, en iyi çalgıcıları bulur, en iyi aşçılara en iyi yemekleri yaptırır, kızın bütün sevdiklerine kendi sevdiklerini katar, hepsini sarayına davet eder. Görkemli bir doğum günü şenliği tertipler.

        Kapının önüne de nöbetçi diye bir asker diker.

        Mevsim sonbahara yüz tutmuştur.

        Misafirler gelir, sarayın ışıkları yanar, içerde eğlence başlar, kapıdaki asker de arada bir kafasını kaldırarak pencereden içerde olup bitenlere bakar.

        Bir ara doğum gününü kutlayan kıza ilişir gözü.

        O an içinden bir zemberek boşalır. Bacakları titrer, sanki yukarıdan gelen bir gizli güç kollarına girmiş de göğe çekiyormuş gibi olur, hafifler, ayakları yerden kesilir. Kapıldığı duyguya bir mana veremez. Daha önce yaşadığı bir şey değil. Gözlerini ovuşturur, üstünü başını düzeltir, yüzünü çevirir, işine bakar. Ancak bir güç, yüzünü tekrar pencereye çevirtir. Gayri ihtiyari... Yeniden bakar, yine kızı görür, hissettiği şey şimdi daha da katmerleşmiştir.

        Artık adını koyar; prensese aşık olmuştur.

        Gecenin geç bir saati bütün konuklar dağılır, herkes yoluna gider. Asker orada, nöbette, pencerenin önünde.

        Prenses hava almak için kapıya çıkar. Gecenin ıssızlığında sadece nöbet bekleyen bir asker var.

        “Senin işin bitmedi mi, gitmiyor musun?” diye sorar.

        Asker, mahşer günü sınava çekilen bir günahkar tedirginliğiyle, “Ben gitmeyeceğim” der.

        Kız:

        “Niye?”

        Asker:

        “Aşık oldum ben.”

        “Kime?”

        “Size!”

        Prenses duyduklarına inanamaz. Bu ne cüret? Bu densiz askerin söylediklerini babası duysa o saat kellesini uçurur.

        “Hadi git evine, işin bitti” der.

        Asker oralı olmaz.

        Prenses onu orada bırakır, içeri girer.

        Sabah kalkar, bakar, asker orada, dün gece bıraktığı yerde.

        Önemsemez.

        Bir gün, iki gün, bir hafta on gün derken, yemeden içmeden asker kapının önünde bekliyor.

        Madem askerin gitmeye niyeti yok, Prenses bir oyun oynamaya karar verir.

        Askere der ki:

        “Eğer burada penceremin önünde, tam üç ay boyunca, yani yılbaşına kadar yemeden içmeden, uyumadan dinlenmeden nöbet tutarsan, senin gerçekten de beni içten seven bir aşık olduğuna inanacağım ve seninle evleneceğim, hadi bahse var mısın?”

        Asker dünden razıdır.

        Günler geçer, sonbahar biter, yavaş yavaş sert rüzgarlar çıkar, kış gelir, bir süre sonra kar, ardından zemheri soğuklar. Asker orada, pencerenin önünde, kaskatı, nöbette.

        Prenses pencereden bakar, bahisin yavaş yavaş sonuna geliniyor, yılbaşına birkaç gün var. Askerin saçlarına kar yağmış, bıyıkları buz tutmuş, kirpikleri buz..

        Yılın son günü Prenses kararını verir. Yeni yıla aşığıyla birlikte girecek. Babasına o gün durumu anlatacak, nöbetçiyi içeri alıp damat adayı olarak hazırlayacaklar. Bahsi kazanmıştır.

        Sabah kalkar kalkmaz ilk işi, askeri eve alıp onunla evlenmeye karar verdiğini ona söylemek olacak.

        O rahatlıkla uyur.

        Sabah erkenden heyecanla kalkar, hızlıca giyinir ve kapıya çıkar.

        Bakar, asker yok orada!

        Nöbetçi asker sözünde durmuş, üç ayını tamamlamış, prenses henüz uyanmadan şafakla birlikte çekip gitmiştir.

        *

        Herkes kazanacağından emin bir şekilde girer bahse. Bazıları kazanacağını bile bile çekilir yarıştan. Bazıları ise ille de haklılığını ispat etmek için sonuna kadar gider. İkinciler, çoğu zaman bizde olduğu gibi “takım elbise” kazanır; birincilerin kazancı ise, Çehov’un “Bahis” ile Doğu’nun anonim “Asker” hikayelerine verdikleri ilhamdır.

        Diğer Yazılar