Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Şehirlerin şairleri, şairlerin şehirleri vardır.

        Yahya Kemal’in sırtında İstanbul’dan aldığı hırka paralandı; Orhan Veli Ankara’da yaşadı, İstanbul’un şiirini yazdı, Ankara’da çukura düştü, gidip İstanbul’da öldü; yaşadıkça Ahmet Hamdi’nin omuzlarında Bursa’daki zamanın tozları vardı; Ankara için “hasretin nazlıdır” dediği halde Ahmed Arif, Diyarbekir Kalesi’nin burçlarında söyledi Türkçe sözlü, Kürtçe sesli kilamını… Attila İlhan İstanbul’a “taptığı”, “sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktığı” halde, “bela çiçeğini” İzmir’de kokladı.

        *

        İzmir’de karayla bağlantısını oluşturan yolu geçip Urla’daki “Karantina Adası”nın girişindeki demir kapının önüne geldiğimde telefonum çaldı. Arayan şehir-medeniyet-şiir üzerine her defasında bana muazzam şeyler anlatan Mehdi Eker abimdi. Bulunduğum yeri söyleyince, “Sen Attila İlhan’ın ‘Karantinalı Despina’ şiirini biliyor musun?” diye sordu. Şiiri onun kadar bilmiyorum tabi ama söylediği şiirin sesi duruyor kulağımın bir yerinde, uzaktan uzağa aynı şiirden Timur Selçuk’un bestelediği şarkının tınısı da… “Adaya, İzmir’e, şaire o gözle baksana; sana güzel bir yazı konusu çıkar” dedi. Telefonu kapattığımda, yazının yukarıdaki giriş cümleleri arka arkaya aklıma çoktan düşmüştü.

        *

        15 Mayıs 1919 sabahı erken bir saatte, saat 7.30’da Yunan nakliye gemileri İzmir Limanına girip on iki bin kişilik bir askeri birlik saat 8.40’ta rıhtıma ayak bastığında Mustafa Kemal Paşa, bir gün sonra çıkacağı Anadolu seferinden dolayı veda ziyaretlerinde bulunmak üzere Babıali yokuşunu tırmanıyordu. Vilayette ilk uğradığı kişi Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey oldu. Odasında Bahriye Nazırı da vardı. İşgal haberini onlardan öğrendi. İlk sorusu, “Ne yapmayı tasavvur ediyorsunuz?” oldu. Aldığı cevap kısaydı:

        “Protesto edeceğiz!”

        Ertesi gün, 16 Mayıs günü Samsun’a doğru çıkılan üç günlük yolculuk boyunca bu sözler Paşa’nın kulaklarında yankılanıp durdu.

        İşgal Kuvvetlerinin başında Miralay Zafiru vardı. Yunan askeri, hışımla girdi şehre. İpek Çalışlar, “Latife Hanım” kitabında o anı Latife Hanım’ın şu cümleyle anlattığını yazar:

        “Kadınlara tecavüz edildi. Denizin rengi o gün pembeye dönüştü”.

        *

        Damat Ferit Paşa hükümeti İngilizleri daha fazla kızdırmamak için kıyameti koparmadı ama İzmir’in işgal edilmesi memleketin her yerinde kıyamet kadar bir üzüntü ve ıstıraba yol açtı. O zamana kadar pek kimsenin tahmin edemediği bir “uyanışa” vesile oldu bu hareket. “Karşı koyma” fikri kısa sürede her yere yayıldı. Daha iddialı bir cümleyle söylersek eğer, bu işgal girişimi Mustafa Kemal’in işini bir hayli kolaylaştırdı. Milleti tek vücut yaptı. Büyük bir hadiseydi bu hadise. Bir kere Anadolu’nun denizle bağlantısını kesiyordu işgal. Her şeyiyle sembol olan bu kadim şehrin Yunanın eline geçmesi ölüm gibi bir şeydi Türkler için.

        İşgal sahiden de protesto edildi! Ama hükümetin tasarladığı bir protesto değildi bu. O zamana kadar olan biteni pek önemsemeyen İstanbul aydınları, bu olayla birlikte işin ciddiyetini kavradılar, memleket gerçekten de elden gidiyordu! Memleketin her yerinde protesto mitinglerinde sesler yükselmeye başladı. Bu seslerin içinde en gür ses, Sultanahmet Meydanında düzenlenen büyük mitingde “kadın başına” kürsüye çıkıp haykıran Halide Edip Hanım’ın sesi oldu.

        O gün meydanda toplanan yüz bini aşkın İstanbullu işgale karşı direneceklerine kutsal bildikleri her şey üzerine kasem ettiler.

        *

        On sekizinci yüzyılın sonuna doğru Uşak’tan bir köklü ailenin reisi Sadık Bey, ticaret liman şehrinde olur diyerek İzmir’e göç etti. (Meşhur Aşk-ı Memnu romanının yazarı Halit Ziya Uşaklıgil de bu ailedendir. Anılarında, hiç Uşak’ı görmemiş olmasından yakınır, sanırım hayatının son yıllarında gidip gördü ata yurdunu.) Sadık Bey, Hacı Ali Bey’in oğluydu. İzmir’e gelirken yanına öyle pek fazla bir şey almamıştı; üç seccadeyle geldiğini söylerler. Taşralıydı ve büyük şehre zengin olmaya gelmişti. Hayali gerçek oldu, kısa sürede İzmir’in en büyük halı tüccarları arasına girdi. Gelirken ailenin adı Helvacızadeler’di; herkes onları “Uşaklılar” olarak bildi, sonra “Uşaklıgil” oldular, bir süre sonra da bütün ahali “Uşakizadeler” demeye başladı onlara.

        Hacı Ali Bey, oğlu Sadık Bey’le birlikte iki bin develik bir taşımacılık şirketi kurdu. İzmir’le Aydın arasında incir, kuru üzüm, buğday, arpa getirip götürme onların işiydi artık. Zamanla Aydın-İzmir demiryolu şirketine de ortak oldular. Artık Ege havzasında onlar kadar güçlü, zengin aile azdı.

        Muammer Bey işte bu zengin, güçlü ailenin tek prensiydi. Eli iş tutunca babası Sadık Bey’in işlerinin başına o geçti. Havzada güzelliğiyle nam salmış Adviye Hanım’la evlendi. Adviye Hanım Sadullah Daniş Efendi’nin kızıydı. Sadullah Daniş zengin bir şahıstı, İzmir’de hangi han hamam yoluna çıksa onundu. Kızını gelin ettiğinde Kızlarağası Hanı’nı satarak ona çeyiz yaptı. Hanı satan alan da Adviye Hanım’ın kayınpederi Sadık Beydi; mal yabancıya gitmemişti.

        *

        Genç damat Muammer Bey daha büyük işler düşündü. Taşımacılık işini yurtdışına çıkarmayı kafasına koydu; Britanya ile ABD arasında deniz taşımacılığı yapan İngiliz Portsmouth Şirketine ortak oldu. Allah, “yürü ya kulum” demişti. Yürüdü. 1908 yılında İzmir Belediye Meclisi’ne girdi. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Tilkilik Kulübü başkanıydı. Aynı yıl İttihatçılar Abdülhamit’in tahtını sallamaya başladılar. Meşrutiyetten sonra yapılan ilk seçimde Muammer Bey İzmir Şehremini seçildi. Koltuğa oturduğunda belediyenin kasası tam takırdı. Buna rağmen şehirde muazzam işler yaptı; yeni caddeler, park ve bahçeler açtı, tramvay hattını uzattı. Şehir yavaş yavaş şehre benzemeye başladı.

        Attila İlhan “bir özge muammer bey” şiirinde Muammer Bey’i şöyle anlattı:

        gerçi ney üflerse de muammer bey aslında

        hayli rind bir ozandır ömer hayyam tadında

        eksik olmaz eşreften nükteler dudağında

        gümüşten kafiyeler zil çalar parmağında

        deflerin patladığı selâmlık sofralarında”

        *

        İzmir kozmopolit bir şehirdi. İpek Çalışlar’ın verdiği bilgiye göre o tarihlerde şehirde 53 cami, 51 mescit, 35 kilise ve 17 havra vardı. Her inanç sahiplerinin mahallesi ayrıydı. Bazı mahalleler duvarlarla birbirinden ayrılıyordu.

        Şehrin en meşhur oteli İspilandit Palas’tı.

        Gece hayatı rengarenkti. Kulüplerde sahneye çıkan meşhur Rum dilberleri, zengin tüccarlara kancayı atmış, her Müslüman zenginin yıldız mertebesine ulaşmış bir Rum gözdesi vardı.

        O tarihlerin anlı şanlı şantözü, kantocu Karantinalı Despina da Uşakizade Muammer Bey’in gözdesiydi. Aşklarını bilmeyen yoktu bu şehirde.

        Muammer Bey, daha sonra Mustafa Kemal Paşa’yla evlenecek olan Latife Hanım’ın babası; dolayısıyla Mustafa Kemal’in kayınpederiydi.

        *

        Şimdi sıra, içinde deminden beri anlattığımız hikayenin kahramanlarının adının geçtiği Attila İlhan’ın “karantinalı despina” şiirini geldi. “karantinalı despina”, Attila İlhan’ın beş bölümlük “bir özge muammer bey” şiirinin üçüncü bölümüdür ki şöyle:

        “bir gül takıp da sevdâlı her gece saçlarına

        çıktı mı deprem sanırdın ‘kara kız’ kantosuna

        titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan

        muammer bey’in gözdesi karantina’lı despina

        çapkın gülüşü şöyle faytona binişi kordelia’dan

        ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan

        sınırsız bir mutlulukta uyuturdu muammer bey’i

        ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından

        işgal altüst etti nasıl da İzmir’de her şeyi

        öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi

        körfez’de parıldayan yunan zırhlılarına karşı

        miralay zafiru’yla ispilandit palas’ta sevişmeyi

        gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması

        havuzda samanyolunun hisârbuselik şarkısı

        demlendikçe yalnızlığı aydınlanıyor muammer bey

        olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması"

        *

        Muammer Bey’le Despina’nın “tantanalı” aşkı işgal öncesine rastlar. Despina, Karantina'da yaşıyor. Karantina denilen mekân, orada zamanında var olan askeri hastanenin 1840’ta çıkan bir hastalık sebebiyle karantina merkezi olarak kullanılmasından almış adını. Karataş-Karantina ve Göztepe’ye yerleşmiş varlıklı Yahudiler buralarda alafranga bir hayat sürdürüyorlar. Askeri hastane buradan kaldırılınca bölge iskana açılmış, Despina da bu sırada buraya gelmiş olmalı. Şantözdür.

        Yunan şehre girdikten sonra Miralay Zafiru, İspilandit Palas’a yerleşti. Despina da aşk maşk demedi, iti kopuğu güldürme pahasına Muammer Beyin kalbine bir hançer saplayarak Yunan komutanın koynuna girdi.

        Attila İlhan’ın şiirindeki hafif “ötekileştirme”, “gayrimüslim kimliğinden dolayı Despina’yı inceden aşağılanma” tınısını hoşgörün; ironik bir edayla böyle zamanlarda “herkes soyuna sopuna koşar” demeye getirir şair. Zira Refik Halit Karay, İstanbul işgalinden bir gün sonra üç arkadaşıyla Karaköy’de girdikleri bir Rum meyhanesinde, kırk yıllık tanıdık meyhanecinin kendilerine bira vermediğini, neredeyse “buraya Türkler giremez” demeye hazır olduğunu anlatır hatıratında.

        *

        Attila İlhan, 1968’de çıkan “Yasak Sevişmek” kitabından başlayarak, daha sonra çıkan bütün şiir kitaplarına “meraklısı için notlar” düşmeye başladı. 5 bölümlük “bir özge muammer bey için” şiiri içinse şu not vardır kitabının sonunda:

        “nasıl hasköy bahriye kahvesi benim içimde bir tarafıyla babamın anısına bağlanıyorsa, bir özge muammer bey de öyle çocukluk yıllarımdan başlayarak, annemden dinlediklerime bağlanır.

        annem, yunan işgalini İzmir’de yaşamıştır, çocukluğumuz boyunca ondan şehrin işgal altındaki yaşantısıyla ilgili bir sürü şey dinlemiştik, ben hem bunları işgal gerçeğinin acılığıyla ortaya koymak istedim, hem de muammer bey’in iç serüveniyle ‘dünyanın bir kavga, kavganınsa bir büyük yaşamak’ olduğunu!

        bu şiirle ilgili, ummadığım bir şey, timur selçuk’un ‘karantinalı despina’yı bestelemesi oldu, bir gün bir telefon, hattın öbür ucunda o, kibarca bazı şiirlerimi, bu arada karantinalı despina’yı bestelediğini bildiriyor, plak yapmak için izin istiyor, istediği izin olsun, verdim gitti, işin garibi o ki, aslında gayet başarılı bir beste olan parça, bilinmez neden TRT’de sansüre takıldı, besbelli bu yüzden kalabalıklarca dinlenemedi.”

        *

        Attila İlhan İzmir’in tarihini, kültürel mirasını, şehrin dokusunu çok şiirsel bulur. Ona göre İzmir şiiri olan bir kenttir, şiire çok yakın durur. “Ben Sana Mecburum” kitabında, yine “meraklısı için notlar” bölümünde şunları yazar İzmir’e dair: “ilk kez ben; İzmir’de bir liman şehrini, bir büyükşehir havasını saptayıp şiire aktarmaya çalışıyorum, çok yıllar sonra yasak sevişmek’te yer almış bazı şiirlerde aynı şeyi İzmir’in geçmiş dönemlerine de uygulamaya çalışacağım. Bunda haklıyım da: limanlık, dışarıya açık olmak, kozmopolitik ve komprodor kapitalizmin serpildiği bir yerleşme merkezi olarak İzmir’in gerek geçmişinde gerekse son dönemlerinde İstanbul’dan kalır yeri yoktur. Nedense bu işlenmemiş, edebiyata aktarılmamıştır.”

        *

        Attila İlhan İzmir’de dünyaya geldi. Ortaokulu orda okudu. Liseye orada başladı. Orada bir kız sevdi. O kıza, sevdiği bir şairin, Nazım Hikmet’in şiirleriyle bezeli mektuplar yazdı. Derdest edildi. Hapis yattı. Okuldan atıldı. Aşk ve şiir yan yana geldi, ona sürgün olarak döndü, sevdiği şehri terk etmek zorunda kaldı. İstanbul’da, özlediği çocukluğunun başkenti İzmir’e şiir yazdı:

        “Ahmet, beni Fevzipaşa Bulvarı’na çağırdılar/On ikinci ağacın altında bekleyeceğim/Ahmet, beni neden çağırdılar bilmiyorum/İzmir'in yabancısıyım Ahmet/Korkuyorum, sabaha dönemezsem telefon edersin/Emniyet nöbetçi müdürlüğüne: 24-61.”

        Yıllar sonra 1965 yılında tekrar İzmir’e döndü ama artık babası ölmüş, ilk gençliği uçup gitmiş, yorgun şehirle baş başadır. Bu sefer toplam 8 yılını bu şehirde geçirdi.

        “Kimi Sevsem Sensin” kitabındaki “ne kadar İzmir” şiiri beş bölümdür. Kordon’da akşam kızıllığı, tenha martılar, denizde yıldız zenginliği, balkonlarda kılcal hanımelleri, akşam sefaları, tenhada ud çalanlar, İnciraltı’nın son vapur seferleri, limanda gece vardiyası, mehtapta gülümseyen alaycı yunuslar, süt liman deniz, billur palmiyelerden yağan güneş tozları, Naldöken’in atlı tramvayları, Karşıyaka sinemalarında Fransız filmleri, Halimağa çarşısının hamalları, Kızlarağası Hanı’nda bir akşamüstü, kalın sonbahar hüzünleri… her şeyiyle bu şehri anlatır bize. Ve “iskeleden kalktı cumhuriyet vapuru/akşam camlarında gözyaşları/giden çocukluğu” dur şairin.

        *

        Şair ve şehir… Çok az kelimede böylesine mükemmel bir ses uyumu vardır. Dünyalar sığmaz şairin muhayyilesine ama ille de gider, sığınır bir şehre, müptelası olur.

        İstanbul’a Yahya Kemal’in, Ankara’ya Ahmed Arif’in, Bursa’ya Ahmet Hamdi’nin, İzmir’e Attila İlhan’ın gözüyle sakın bakmayın. Hangisinde konaklayacağınızı şaşırır, “Laleli’den dünyaya giden” şiir tramvayında gide gele helak olursunuz; benden söylemesi.

        Diğer Yazılar