Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İslamiyet doğdu, İstanbul’un fethi Müslümanlar için bir ideal haline geldi. Resulullahın ümmetine gösterdiği bir hedefti onu fethetmek. Hazreti Muhammed’in gösterdiği bu hedefe ulaşmak ve peygamberin övgüsüne mazhar olmak için, erken dönemden itibaren bütün Müslüman hükümdarlar bu şehri fethetmenin bir yolunu aradı durdu. Emeviler üç kez, Abbasiler bir kez şehri kuşattı ama Nazım Hikmet’in deyimiyle “İslam’ın beklediği o şerefli gün” bir türlü gelmedi.

        Dünyanın zapt edilmesi en zor şehriydi İstanbul. Hatta bazı tarihçilere göre Cebelitarık Boğazını geçip İspanya’ya giden Müslümanların da oraya gitmesinin sebebi İstanbul’u fethetmekti. Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını aşmak zorsa, biz de Cebelitarık’ı geçerek arkadan gireriz şehre diye düşünmüşlerdi.

        Aradan yüzyıllar geçti.

        21 yaşında bir çocuğa, Sultan Mehmet’e nasip oldu onu fethetmek…

        *

        Kuşatma çok uzun sürdü.

        Ilık bir bahar sonu sabahında tan yeri atarken şehirde, Bizans düştü!

        O günden itibaren “Fatih” unvanını alacak olan Sultan Mehmet, muhteşem bir atın sırtında girdi şehre. Ne üç gün serbest bıraktığı yağmadan elde edilen ganimet ne altın ne hazine, hiçbir şey umurunda değildi; tek gayesi şehri fethederek Resulu ekremin övgüsüne mazhar olmaktı! Şimdi bu anın heyecanını yaşıyordu.

        Atını, Bizans’ın parlayan güneşi Ayasofya’ya doğru sürdü. Neredeyse iki aydan beri karargah olarak kullandığı çadırında, Ayasofya’nın uzaktan pırıl pırıl parlayan görkemli kubbesine ve onun tepesinde duran haça bakıp durmuştu. O haçı orada gördükçe, onun yerini alacak olan hilalin duruşunu hayal etti. Heyecanı daha da arttı. Biraz sonra muzaffer bir Sultan olarak bu görkemli mabetten içeri adımını atacaktı.

        Sultan Mehmet 21 yaşında bir çocuk ama büyük bir adamdı. Mabede olan hürmetinden, yakında onu camiye dönüştürmenin verdiği saygıdan, kapının önünde atından indi. Yüzünü kıbleye döndü, Allah’ın huzurunda secdeye vardı ve dua etmeye başladı. Sonra uzandı, yerden bir avuç toprak aldı, orada bulunan herkese kendisinin de ölümlü olduğunu, günün birinde toprağa karışacağını göstermek için avucundaki toprağı başına serpti.

        Ayağa kalktı. Şimdi mabede girebilirdi.

        Ayasofya’dan içeri ilk adımını attı.

        Bütün cihanla birlikte bir yeni çağın içine girdi.

        *

        Sonrası uzun bir türküdür. O gün bugün bir yığın şair şiirler yazdı, romana konu oldu, kasideler söylendi, edebiyatına girdi birçok milletin İstanbul’un fethi.

        Bu işe Kürtler de sessiz kalmadı.

        Nasıl duydular, haberi kim getirdi dağlar arasındaki o kuytu köye bilmiyorum ama benim doğduğum köyde, Çukurca’nın Guzereş köyünde düğüne gidecek yaşa geldiğimde kulağıma çalınan bir “İstanbul’un fethi” stranı (türkü) hep vardı.

        Yakın bir zamanda Hakkari’ye gittiğimde ağabeyim Abdulkadir’e tekrar söylettim ve hikayesini dinledim ondan.

        Hikayeye geçmeden önce söyleyeyim; İstanbul’un fethine dair şu ana kadar tek bir Anadolu halk türküsüyle karşılaşmadım. Türkçe yazılmış, müellifi belli çok sayıda “fetih kasidesi” vardır ama anonim türküsü yakılmamıştır Anadolu’da fethin… En azından benim kulağıma şu ana kadar çalınmadı böyle bir türkü.

        Ama Kürtçede var!

        Stranı, dengbêj Abdulkadir abim, aile büyüklerinden dengbêj Cindî’den öğrenmiş. Cindî de amcası Hacı Abdurrahman’dan. Hacı Abdurrahman dedemizdi. 1918’de Hakkari’deki Nasturiler Irak ve İran’a sürüldükten sonra, orada silahlanıp intikam almak için tekrar bölgeye geri dönüp köylerini basınca, aynı köyde öldürülen yaşıtı on sekiz erkekten sağ kalan tek kişiydi. Ben görmedim dedemi. Abdulkadir abim ondan bahsederken hep gülerek, “O gün ben de ölseydim bu türkülerin hepsi kaybolacaktı” dediğini aktarır. İşte İstanbul’un fethi stranını Cindî ondan, o da dedesinden, dedesi de dedesinden öğrenmiş. Demek ki stranın tarihini neredeyse fetih zamanlarına kadar geriye götürmek mümkün.

        Böylesi “stranlara” “miqerim” diyorlarmış; herkesin söyleyemeyeceği cinsten zor türküler yani. Müzik uzmanı olmadığım için makamını söyleyemem, ancak dinledikçe görüyorum, söylenmesi bir hayli zor bir eserdir.

        “Divankî” derler böyle stranlara. Tek kişi söylemez. Gece bir evde toplandıklarında sesi güzel, fazla stran bilen dengbêjler gruplar halinde birbirleriyle atışmak için söylerler bu stranı. Atışma sırasında eğer bir grup dengbêj “İstanbul’un fethini” anlatan stranı biliyorlarsa söylemeye başlar, karşılarındaki grup aynı stranı onların söylediği gibi tekrarlayabilirse atışma devam eder (gotin û vegerandin), tekrarlayamazlarsa söyleyen grup onları yenmiş (asêkirin) olur.

        Stranda “Sultan Mehmet Han”, “Han Avdel” diye birisiyle karşılaştırılır. “Han Avdel” İslam komutanlarından “Abdullah bin Ömer”dir. Abdullah bin Ömer, ikinci İslâm Halifesi Ömer'in oğludur. Emevilerin 669 yılında İstanbul’a düzenledikleri sefere katılmış, İstanbul’a gelmiş, en çok hadis rivayet etmiş, en çok fetva vermiş yedi sahabiden biridir. Babası öldürüldükten sonra yerine halife olması istendiğinde, “bir eve bir şehit yeter” diyerek kabul etmemiştir.

        Kürtler Hazreti Ömer zamanında İslamiyet’i kabul ettiklerinden Abdullah bin Ömer’e özel bir hürmet beslerler. Anlatılarında yiğitlikte ve adalette hep onu örnek gösterirler. Abdullah ismini “Avdel”e dönüştürerek onu “Han Avdel” diye anarlar. Bu stranda da “Fatih Sultan Mehmet” ona benzetilir.

        İşte “Fetha Stenbolê” (İstanbul’un Fethi) stranın Kürtçesi ve Türkçeye çevirdiğim hali:

        FETHA STANBOLÊ

        Hespê Xanî terlan e mîro Xan Avdel

        Hespê Xanî terlan e şêro baziyê zer

        Zîn zêr e lixav sedan e miro Xan Avdel

        Stenbol cihê gevran e şêro baziyê zer

        Hespê Xanî kimêd e miro Xan Avdel

        Hespê Xanî kimêd e şêro baziye zer

        Zîn zêr e lixavî zêde miro Xan Avdel

        Stenbol standî ber spêde şêro baziyê zer

        Hespê Xanî qutik e miro Xan Avdal

        Hespê Xanî qutik e şêro baziyê zer

        Lixavê çike çike miro Xan Avdel

        Stenbol standî bi rike şêro baziyê zer

        İSTANBUL’UN FETHİ

        Sultan’ın atı kartal misali o Han ki Avdel’e bedel

        Sultan’ın atı kartal misali aslanım sarı şahine benzer

        Eyeri altın sırmalı, kantarması gümüşten o Han ki Avdel’e bedel

        İstanbul gavur yurduydu, aslanım sarı şahine benzer

        Sultan’ın atı küheylandır o Han ki Avdel’e bedel

        Sultan’ın atı küheylandır aslanım sarı şahine benzer

        Eyeri altın sırmalı, kantarması gümüşten o Han ki Avdel’e bedel

        İstanbul’u fethetti sabaha karşı, aslanım sarı şahine benzer

        Sultan’ın atı şahlanmış o Han ki Avdel’e bedel

        Sultan’ın atı şahlanmış aslanım sarı şahine benzer

        Gemi azıya almış o Han ki Avdel’e benzer

        İstanbul’u fethetti imanla, aslanım sarı şahine benzer

        *

        İstanbul’un fethi, ümmetin peygamberinin dillendirmesiyle, Müslümanlar için asırlarca bir ideal oldu. Sultan Mehmet’in onu fethetmesi bütün Müslümanları sevince boğdu; Türkleri de Arapları da Farsları da Kürtleri de diğer Müslümanları da… Her millet bu sevincini bir biçimde edebiyatına aktardı. Kürt halk edebiyatı da bu işe bigane kalmadı, Fatih Sultan Mehmet’i imanıyla, atıyla, eylemiyle yücelten bir stran yaktı yüzyıllarca evvel Kürt dengbêjleri. Bu stran, bugün de bizi, asırlardan beri neyin birbirine bağladığının en mükemmel, en sağlam delili olarak duruyor orta yerde.

        Diğer Yazılar