Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ankaralı Turgut’un havalandırdığı “Ankara havası” kadar fingirdek bir hava vardı Ankara’da. Güneşte dursan yakıcı, gölgede fazla dursan üşüten cinsten…

        Attım kendimi bir kitapçıya.

        Bir şehirde; “şimdi işim gücüm yok, uzun bir süre beklemem lazım, ne yapacağım şimdi ben” sıkıntısını hiç yaşamadım, yakınlarda bir kitapçı ararım, bulursam eğer girer, nerede olduğumu unuturum.

        Şu anda girdiğim kitapçı kadar muntazam ve pratik dizayn edilmiş başka bir kitapçı yok sanırım bu memlekette. Çok uzun yıllardan beri aynı yerde… 80’li yıllarda Hakkari’den buraya geldiğimde şansa bak hep aynı semtte kaldım; bu kitapçı o zaman buralarda küçük bir dükkandı. Video zamanları… şimdi dijital platformlar nasıl revaçtaysa o zaman da bu tür dükkanlarda kaset kiralayıp evlerde film seyretmek en büyük eğlencesiydi bazı insanların. Wim Wenders’in “Paris Teksas” filminin kasetini bu dükkanda almış, Oğuz’la koşa koşa onun evine gitmiştik, evinde video vardı, Beta kasetlerin zamanı, elinde bir benzin bidonu çölde yürüyen bir adam görüntüsü ta o yıllardan kaldı hafızamda bugüne...

        Yeni çıkan kitaplara baktım. Hannah Arendt’in “Karanlık Zamanlarda İnsanlar” kitabını görünce heyecanlandım. Arka kapakta Arendt’in “en edebi” eseri olduğu yazılı, “karanlık zamanlarda insan olmaya direnen” şahsiyetlerin portreleri var kitapta, İletişim basmış, koydum kenara. Yanında George Orwell’in Can Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat Üzerine” kitabı vardı, onu da koydum yanına.

        *

        İki genç yanaştı eşelendiğim rafa. Oğuz Atay’ın kitapları vardı yan yana rafta. Gençlerden birisi “Tutunamayanlar”ı aldı eline. Öğretmenleri tavsiye etmiş, o kitabı mutlaka okuyun demiş. Bazı arkadaşları girişmiş ama henüz bitiren yokmuş. Biliyor musun bir yerde yazar neredeyse altmış sayfa boyunca hiç noktalama işaretleri kullanmamış… dur bak, göstereyim sana.. Hah işte bak, istediğin kadar çevir sayfaları, bak noktalama işaretleri yok… Hadi ya sonra bakarız… gidelim haydi… Dur, anlatayım sana, Oğuz Atay yaşamıyor şimdi, mühendismiş, öyle dedi hoca… mühendislerin edebiyatla uğraşmaları… hadi abi ya, gidelim geç kalacağız dedi arkadaşı, Oğuz Atay’la ilgilenen genç rafa baka baka takıldı aceleci arkadaşının peşine…

        *

        Büyük bir kitapçıda, binlerce kitap arasında bugün payıma düşen sadece iki kitap olacak. Bir ömre kaç kitap sığdırabilir insan sorusu çok kişinin aklına gelmiş, çok kişi kafa yormuştur bu sorunun cevabına. Bir de ölümün en korkutucu yanı, benden sonra yayınlanacak kitapları göremeyeceğimi bilmektir benim için.

        “Edebiyat” rafından “biyografi” rafına geçtim. Ne çok biyografi kitabı var! İçlerinden birisini ne çok aramıştım. Baskısı tükenmiş Sadun Tanju’nun “Doludizgin”ini… Milliyet Gazetesinin kurucusu Ali Naci Karacan’ın hayatını anlatıyor kitap. Sonra bir arkadaşım kitaplığından çıkarıp hediye etti bana. Kitabı karıştırırken aklıma Çetin Altan’ın, yeni yetmeliğimde Güneş gazetesindeki odasında, “Solcular nefret ediyor Turgut Özal’dan, adını bile Turgut Özal değil de TÖ diye yazıyor Cumhuriyet gazetesi ve yazarları, sizin gibi bir solcu yazar neden onu destekliyor?” diye sormuştum da o da bana, “Benim sorunum iktidarla değil Babıali patronlarıyla… Babıali patronları ne zaman iktidarı desteklese ben muhalefete, ne zaman muhalefete geçseler ben iktidarın yanına geçerim” cevabını vermişti.

        Ali Naci Karacan gibi çok uzun yıllar Babıali’de patronluk yapmış bir adam kim bilir bir ömre neler sığdırmıştır. Bu merakla okumaya başladım “Doludizgin”i…

        *

        O kitaptan kalmış aklımda. Neredeyse “Çankaya”da Atatürk’ten daha çok vakit geçirmiş Falih Rıfkı Atay dönemin en etkili yazarıdır. Her gün çok sayıda mektup alıyor okurlarından. “Eylül” romanının yazarı Mehmet Rauf da mektup yazmış bir gün üstada. Meclis’ten çıkarılacak bir maaşı var, onun çıkması için yardım istiyor Falih Rıfkı’dan. Bir de sanırım çok az kişinin bildiği bir bilgiye rastladım kitapta.

        Meğer bu eski çapkın bahriyeli muharrir, Cumhuriyet’ten önce “Eylül” romanıyla kazandığı şöhretini Cumhuriyet döneminde yavaş yavaş kaybedince bir çare aramaya başlamış. Bir ünlünün ününü kaybetmesi ün sahibine her şey yaptırabilir! O da çare ararken açık saçık seks hikayelerini yazmakta bulmuş çareyi. “Gençliğinin hayallerin beslemiş olan Eylül romanı” yazarının bu hale düşmesine Falih Rıfkı çok üzülüyor. Memleket binbir belayla cebelleşirken onun cıvık seks hikayelerinden medet umar hale gelmesi ne feci şey! Kesinleşmiş bir de üç aylık hapis cezası var Mehmet Rauf’un, hepsi yazdığı açık saçık hikayelerden… Mahkemeye düşmüş, orada da müddeiumumiye hakaret etmiş, mahkeme de basmış cezayı. Şimdi eski dostu Falih Rıfkı onu kurtarsın istiyor. İçeri atarlarsa zaten hasta, orada ölmekten korkuyor. Çökmüş, beli bükülmüş, bitmiş, daha 50 yaşına gelmeden ihtiyarlamış Mehmet Rauf.

        *

        En iyisi ben yeni aldığım kitaplarda kalayım. Yakın bir zamanda, yazılarımı okuyan yeni tanıştığım birisi bana George Orwell’ı tavsiye etti hararetle. Özellikle “Hayvan Çiftliği”ni… Orada Stalin diktatörlüğünü anlatıyormuş. Sosyalist düzenin nasıl bir kabus olduğunu, yönetici sınıf domuzları falan… Sesimi çıkarmadım, lise yıllarımda okudum, üzerine bir araba dolusu laf edebilirim de demedim, desem neye yarar... Yazılarımı okuyan birinin Orwell’ı okumadığımı düşünmesi doğrusu biraz tuhafıma gitti.

        “Hayvan Çiftliği”nin ana fikri 1937’de düşmüş Orwell’ın aklına ama onu 1943 sonunda yazmış. Yazdığında yayınlanmayacağını biliyor. Dünya savaştaydı ve faşizme karşı yürütülen savaşta İngiltere’nin en büyük müttefiki Rusya’ydı. Bu yüzden özel olarak Stalin diktatörlüğünü hedef alan böyle bir kitap İngiltere’de basılamazdı, tam dört yayıncı benzer sebeplerle kitabı yayınlamaya yanaşmamışlar zaten. Ve en önemlisi de “düşünce özgürlüğü” diye yırtınan İngiliz entelijansiyasının da gıkının çıkmaması... Orwell bu durumu “entelektüel korkaklık” kavramıyla izah etmeye çalışır, “Hayvan Çiftliği İçin Yayınlanmamış Önsöz”de...

        Evet, Stalin diktatörlüğüne muhalif bir yazardır Orwell ama sosyalizme dair söyledikleri demin bana kitaplarını öneren adamın anladığından farklıdır bana göre. Ona göre sorun sosyalizmde değil ütopyalarda… Ütopyacıları diş ağrısı çeken ve o yüzden mutluluğu diş ağrısı çekmemekle bir tutan kimselere benzetir Orwell. “Onlar değerini sürekli olmamasından alan bir şeyin sonsuz devamını sağlayan kusursuz bir toplum var etmek isterler.” Bu durum böyle olduğu için mesela Türkiye’de neredeyse 150 yıldan beri sosyalistler, “güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler” diyor ve kuşaklar değiştikçe elde kalan “güzellik” ütopyanın kendisinden başka bir şey olmuyor.

        Orwell’ın sosyalizmden anladığı, “mutluluğu hedefleyen” sosyalizm değil. Mutluluk bir “yan ürün”dür çok uzun bir tarihten beri. Ona göre sosyalizmin gerçek hedefi insanların kardeşliğidir. Şöyle diyor Orwell:

        “İnsanlar yürek burkan siyasi mücadelelerde ömür tüketiyor, iç savaşlarda can veriyor veya Gestapo’nun gizli tutukevlerinde işkence görüyorlar ama bunun sebebi merkezi ısıtmalı, klimalı, floresanlı bir cennet değil, birbirlerini dolandırıp öldürmek yerine birbirlerini sevdikleri bir dünya kurmak istemeleri. Üstelik bu dünyayı bir ilk adım olarak arzuluyorlar.”

        Ha bu arada “ütopya” kelimesinin anlamı “iyi bir yer” değil, “olmayan yer”dir.

        Orwell kitabında; İngiliz bilgin Gilbert Murray’ın yazılarında birinde sosyalist bir tartışma grubuna Shakespeare hakkında bir konferans verirken yaşadığı bir anekdotu da aktarır. Konferans sonunda bilgine tek bir soru yöneltilmiş:

        “Shakespeare kapitalist miydi?”

        Bu soruyu soran sosyalistin, 70’li yıllarda bir ev aramasında kapağında “V.I. Lenin” yazan kitabı gören, “Bir Lenin yetmiyordu, başımıza bir de altıncı Lenin çıktı” diyen komiserden bir farkı olmasa gerek.

        *

        Orwell’in kitabında, 1936’da yazdığı “Rudyar Kipling” üzerine makalesini de görünce, daha ortaokul sıralarında bir yerde görüp bir daha da aklımdan çıkmayan şu sözünü hatırladım:

        “Yazıp çöp kutusuna attıklarımı biriktirseydim bugün ünümün çok ilerisindeydim. Ama eğer bugün bu kadar ünlü bir yazarsam yazıp çöp kutusuna attıklarım sayesindedir.”

        Reklamcılık yaparken patronum Eli Acıman hep “az kelime” kullanmayı bize tavsiye ederdi. Benim gibi yanında çalışmış olan Ferit Edgü buna “sözcük ekonomistliği” der. Bir metinde atacağın bir kelime herhangi bir anlam kaybına yol açmıyorsa metinde, rahatlıkla kıy ona, oradan alıp başka bir metinde kullanmak üzere at bir yere.

        Rudyar Kipling, çocuk kitaplarını yazarak Nobel almış bir yazardır.

        Yaşadığı yüzyılın en meşhur yazarlarından birisidir. Doğuyu mesken tutmuş. İngiliz sömürgeciliğine methiyeler düzmüş. Meşhur şiirinde “Doğu Doğu'dur, Batı Batı'dır/Ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir, ta ki yer ve gök, tanrının büyük hüküm kürsüsünde hazır bulunana kadar” demiş. Bunu diyerek Batı'nın Doğu algısının temel özelliklerinden birisini dillendirmiş.

        Hindistan’da yaşayan orta sınıf İngiliz aileleri arasında kelimenin tam anlamıyla bir ilahmış. Ondan etkilenmemiş, hakkında bir yargısı olmayan az yazar vardır Avrupa’da.

        Orwell on üçündeyken ona tapmış, on yedisinde ondan nefret etmiş, yirmisinde onunla eğlenmiş, yirmi beşinde ondan tiksinmiş, olgunluk yıllarında ise ona tekrar hayran olmuş.

        Kipling’i bir okuyan onu bir daha unutmaz, zira büyük bir hikaye anlatıcısıdır. Ama fazlasıyla “emperyalist etkilerin” altında kalmış bir yazardır Orwell’a göre.

        Orwell; Kiplingin dehasını emperyalizmin emrine sunmuş olmasını çok tatsız bir hadise olarak görür. Ama bunda hafifletici bir unsur da görür… Yirminci yüzyılda affedilecek bir şey değildir bu tutumu ama yaşadığı dönemde, 1880’lerde “bağışlanabilir” bir şeydir. Zira o yılların emperyalizmi, “duygusal, cahil ve tehlikeliydi”; şimdi ise kelimenin “tam anlamıyla aşağılık”tır.

        Gençliğimde Aşık Zamani diye bir ozan vardı, kasetlerini dinler öfkelenirdik. Bir türküsü, “Emperyalizm duvarını yıktık daha yıkacağız/Faşistlere birer kazık çaktık daha çakacağız,” diye başlıyordu.

        Ben ilk duyduğumda, bir duvar var ve o duvarın adı “emperyalizm duvardır” sanmıştım. Uzun süre diğer duvarlardan farkını düşünmüş durmuş, Zamani’nin o duvarı neden yıktığına bir türlü bir anlam verememiştim. (Ha bu arada Zamani’nin bu türküsünün yer aldığı teyp kasetindeki fotoğrafı yıkık bir surun önünde çekilmişti. Emperyalizm duvarı galiba o yıkık surdu!)

        Sonradan Lenin’in bir kitabında karşıma çıktı meğer emperyalizm bir duvar değil, “kapitalizmin en yüksek aşaması”ymış.

        *

        Aşık Zamani’nin “emperyalizm duvarını yıktığı”, “faşistlere birer kazık çaktığı” zamanlarda en az bu türkü kadar meşhur bir roman vardı; Jack London’ın “Demir Ökçe” adlı romanıO tarihlerde devrimciliğe merak salan her meraklı gencin eline önce bu kitap tutuşturulur; çok bilmiş abilere ne okuması gerektiğini soran her yeni yetmeye, o çok bilmiş abi, yeniyetme en az kendisi kadar çok bilsin diye bu kitabı ona tavsiye ederdi.

        Orwell kitabında bu büyük roman ve yazarından da bahseder. Kısacıktır hayatı London’ın, topu topu kırk yıl falan yaşamıştır. Ama bu kısa ömre tam 50 roman ve bir o kadar hikaye sığdırmış. Ümmidir, okula gitmemiş, kendi kendisinin öğretmeni olmuş, kısacık ömründe o kadar çok okumuş ki, “sosyalist hareketin tarihi gibi belli konularda onu neredeyse bilgin sayabiliriz” diyor Orwell. Yazdıklarından çok para kazanmış ama kazandıklarını ya harcamış ya da arkadaşlarına dağıtmış. Cevval, coşkulu, hayatı seven bir adam ama her şeyden önce iflah olmaz bir sosyalist... Konferanslar vermiş, hareket içinde çalışmış. Hiçbir roman ve hikayesinde “mesaj” kaygısını taşımamış, hep “örtük” yazmış yazacağını.

        “Demir Ökçe” 1934 yılında Avrupa’da aniden karaborsaya düşer. Kapış kapış, peynir ekmek gibi satılır. Oysa romanı London 1907’de yazmıştı. Ününün birazcık sönümlendiği 1930’larda aniden kitabın popülerleşmesinin sebebini Orwell, yola çıkıp gelmekte olan, birkaç yıl içinde Avrupa’yı darmadağın edecek faşizmin geleceğini otuz yıl önceden bildirmiş olmasına bağlar. Bir kehanet romanıdır “Demir Ökçe”… Geleceği anlatır yazar. Yazara göre yakında dünya devrimi patlayacak. Ama o devrimin içinde Rusya yoktur. Onu Zamani gibi aşıklardan, dünyanın diğer yerlerindeki romantik, tezcanlı sosyalistlerden ayıran yönü, hamasetle meseleye yaklaşmaması. Evet devrim olacak ama kapitalistler, düzeni kolay kolay proletaryaya teslim etmeyecekler. Direnecekler, çare arayacaklar, devrimi engellemek için her yola başvuracaklar. Kaotik bir dünyaya gireceğiz. Böylece, Nazi Almanyası’na benzeyen korkunç bir tablo çıkar ortaya yazdığı romanda. Olacakları neredeyse bire bir görür.

        Orwell, London’ın bu kehanetini şöyle açıklar:

        “Ve sanırım bunu yapabilmesinin sebebi, onun da içinde bir yerlerde faşist bir damarın, ya da hiç değilse gaddarca bir yanının bulunmasıydı.”

        *

        Faşizm bahsine geldik ve Hannah Arendt’in kitabından söz etmeye vaktim olmadı. Nazi Kasabı Ehmann’ın İsrail’de yargılanması sırasında bir gazeteci olarak davayı takip ederken faşizmin tanımını başka bir boyuta taşıyan “sıradan kötülük” kavramını buldu Arendt. Ehmann’ın yargılanması sırasında dünya faşizmin gerçek yüzünü gördü, “farkına” vardı onun. Ehmann’ı saklandığı dünyanın öbür ucunda bulup getiren ekibin içinde yer alan ve onun sorgusuna katılan Efraim Elrom diye bir komiser de vardı. Başarısını mükafatlandırmak için, on sene sonra İstanbul’a Başkonsolos olarak gönderdi devleti İsrail. Faşizme karşı savaştığını söyleyen solcu gençler rehin aldı onu, “Yapmayın çocuklar, ben sizden daha büyük bir anti faşistim” dedi kâr etmedi, kafasına sıktılar.

        Hadi “Karanlık Zamanlarda İnsanlar” başka bir yazıya kalsın!

        Diğer Yazılar