Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Pirimiz Reşat Ekrem Koçu, “Lale Devri” isminin ilk defa Ahmet Refik Bey tarafından bir kitap adı olarak kullandığını söylese de; üstat Ahmet Refik (Altınay), Koçu’nun sözünü ettiği kitabının ekler bölümüne aldığı Nihat Sami Banarlı’nın “Bir Lale Kervanı” makalesinde, “Lale Devri”nin isim babasının Yahya Kemal olduğunu söylediğini kayıt altına alır.

        O makalede Banarlı şunları söyler:

        “Paris’te tarihçi Ahmet Refik’le konuşurlarken, Yahya Kemal tarihimizin 18. asrındaki bu medeni hamle devrine Lale Devri diyeceğini söylemiş, bu ismi çok beğenen Ahmet Refik de o sıralarda hazırladığı bir kitabı Lale Devri’yle isimlendirmiştir. Böylelikle Nedim’in şiirinde Devr-i Sultan Ahmed-i Gaazi diye isimlendirilip şiirlerde ‘Çerağan vakti’ ve ‘fasl-ı sâdâ-bâd’ diye bahsedilen bu çağ, tarihimizde Lale Devri diye edebileşti,” ve Cumhuriyet döneminde ders kitaplarına girdi.

        Nitekim Yahya Kemal’in “Bir Saki” şiiri, “O muğbeçeyle tanıştımdı Lâle Devri'nde/ Fütâdegânına son bir piyâle devrinde” beytiyle başlar.

        *

        Şehirleşmeyi, imarı, mimariyi, şehri güzelleştirmeyi, yenilikleri haz etmeyen, ruhu göçebelik suyuyla yıkanmış kime sorsan Lale Devri’ni bir “haybeden zaman”, bir “şatafat ve israf devri” olarak görür. Saray ahalisi zevk-i sefaya dalmış, har vurup harman savurmuş, lale dikmiş, bahçe yapmış, güzel kızları o bahçelere salmış, dört kol çengi kıyamet eğlenip durmuş, süs, lüks ve dünyevi zevkler hayatın her alanını kuşatmış; yoksul ahali ise yapılanlara uzaktan kedinin ciğere baktığı gibi bakarak açlıktan kıvranıp durmuş bu devirde.

        Evet bütün bunlar olmuş ama memleketimize ilk matbaa, ilk kağıt, ilk dokuma, ilk çini fabrikası, ilk defa itfaiye teşkilatı bu devirde kurulmuş, Batıya ilk elçiler bu devirde gönderilmiş, ilk çiçek aşısı bu devirde yapılmış.

        Ahmet Refik Bey’in “Lale Devri” kitabında anlattığına göre bu devirde yoğun bir inşaat faaliyeti başlamış. Avrupa’dan, Asya’dan, birçok mimar çağrılmış, şehirdeki bütün binalar muhtelif mimari tarzlarda inşa edilmiş, böylece ortaya çıkan binalarda kâh Versay, kâh Isfahan mimari tarzı uygulanmış, mimari faaliyet o kadar yoğunlaşmış ki kısa sürede Kağıthane sırtlarının arasında sükunetle akan akar suların etrafında, Bahariye’nin pembe erguvanlarla göz alan sahillerinde süslü, renk renk büyük konaklar inşa edilmiş, Boğaz’ın her iki tarafındaki arazi ve dağlarla uyumlu kasırlar ortaya çıkmış.

        Ancak bir güruhun ayaklanmasıyla gelen askeri darbe sonrasında o dönemde yapılan bütün eserler yakılıp yıkıldığından, İstanbul’da 1730’lardan kalma bina hemen hemen yok gibidir bugün.

        *

        Ahmet Refik Bey’e göre Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, İstanbul’u süslemek için kasır, konak ve sayfiyeler inşa etmekle kalmamış, şehrin doğal güzelliğine zengin ama bir o kadar “müsrifane” bir güzellik daha katmak istemiş; o da Osmanlı’nın sanat zevkini yıllarca meşgul edecek olan lalelerdi.

        Lale lale olalı, hiçbir devirde bu kadar kıymete binmedi, bu kadar bulunmaz Hint kumaşı olmadı. Kısa sürede İstanbul’un bütün güzel bahçelerini laleler süsledi, birçok evin pencerelerinde, eşikteki saksılarda renk renk laleler arzı endam etti. Bir müddet sonra İstanbul’da 839 çeşit lale yetiştirildi. İstanbul az zaman içinde yeşil koruları, muntazam bahçeleri, renk renk laleleriyle bir gül bahçesine dönüştü.

        Lale şenlikleri aldı başını gitti. En görkemlisi de sarayda yapılanıydı. Ahmet Refik Bey’in demesine göre, Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde tertiplenen lale şenliklerinde padişahtan başka esmer, sarışın hasekiler ve cariyeler de katılırdı. Gece, mehtabın gümüşten parıltıları, Boğaz’ın sarhoş ve durgun suları üzerinde elmas parçalarını serptiği zamanlarda, sarayın Lale Bahçesi de renk renk ışıklara gark olurdu. Kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilir, bahçeye salınır, bahçedeki lalelerin arasına çeşit çeşit renklerde şekerler serpiştirilir, sonra ahenk, zevk ve sevinç içinde, şeffaf, rengârenk tülden kıyafetler giymiş cariyeler sarı, kumral ve siyah saçlarını dökerek, billuri ve kışkırtıcı kahkahalarla lalelerin arasına dalar, tatlı bir rekabet içinde şeker ararlardı.

        *

        Lale Devri’nin padişahı daha sonra bir darbeyle tahtında indirilen Üçüncü Ahmet’tir. Otuz yaşında tahta çıktı. Osmanlı padişahları içinde sarayda doğmamış tek padişahtır. Anne karnında Polonya seferine götürüldü, Hacıoğlupazarı’nda bir bey konağında dünyaya geldi. Çocukluğu, on dört yaşına kadar Tunca boyunda geçti. Babası Avcı Mehmet bir askeri darbeyle tahttan indirildiğinde o 14 yaşındaydı, alıp kafese kapattılar. Kırlarda, av peşinde, at sırtında yaşadığı bir cennetten dipsiz bir kuyunun dibini boylamıştı. Hiç beklemediği bir anda da zindandan alıp padişah yaptılar. Babasından görmüştü, iyi bir veziri yoksa padişahın işi kolay değildi. On yıl boyunca babasının Köprülüleri’ne benzer bir vezir aradı durdu, 1703’ten 1717’ye kadar mühr-i hümayununu tam on vezirin koynuna sokup çıkardı.

        *

        Bu yıllarda İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Poltova mevkiinde Rus Çarı Deli Petro’ya yenilince mecburi Türkiye’ye iltica etti. (İşe bakın ki, 12 Eylül darbesi olduğunda bizde darbeden kaçanların büyük bir kısmı İsveç’e iltica etti.) Onu takip eden Ruslar topraklarımıza girdi, padişah Rusya’ya harp ilan etti. Osmanlı ordusunun başında Baltacı Mehmet Paşa, Rus ordusuna başında ise bizzat Deli Petro vardı. Baltacı, Rus ordusunu Prut ırmağı kenarında sıkıştırıp sardı. Büyük devlet adamıydı paşa, durmadan darbe yapan, kendi halkına zarar veren, ırzına malına göz diken yeniçerilere güvenmiyordu. Rus ordusu ise disiplinli ve Çarlarına bağlıydı; Petro’nun Azak Kalesi’ni padişaha veren sulh teklifini hemen kabul etti.

        Ve o gün; bugün bile hala inanılan, Petro’nun karısı Çariçe Katerina’nın gece Baltacı’nın çadırına gelerek bir gecelik zevk ve bir araba dolusu mücevher uğruna Petro’yu esir almaktan vazgeçirdiği yalanı ortaya çıktı. İşin içinde bir “kadın parmağı” olduğu muhakkak, bu konuda bütün tarihçiler hemfikir… Baltacı’ya giden heyette Katerina da var ve o sırada henüz Petro’yla evli değil, etkisi nasıl olduysa çok açık değil ancak bu hadisen sonra Petro, yakın arkadaşı Katerina’yla evlendi.

        Bu yalan kısa sürede o kadar büyüdü ki, padişah da inandı, kısa süre zarfında Baltacı Mehmet Paşa, Sultan Üçüncü Ahmet’in emriyle sadrazamlıktan azledilerek Midilli adasına sürüldü, oradan da Limni adasına gönderildi, daha elli yaşına basmadan orada öldü. Mezarı Niyazi Mısri’nin gömülü olduğu kabristandadır.

        *

        Padişah Üçüncü Ahmet, bu hadiseden sonra, daha 13 yaşındayken Edirne’de çeşme başında rastladığı, kanının hemen kaynadığı, “günün birinde padişah olursam seni silahtar yapacağım” dediği, dediğini de yaptığı, otuz dört yaşında önce çuhadar, bir sene sonra da silahtar yaptığı, bir daha da yanından ayırmadığı, onu ne kadar sevdiğini göstermek için de kırk yaşındayken beş yaşındaki kızı Fatma Sultan’ı verdiği, damadı Silahtar Ali Paşa’yı önce vezir ardından da Sadrazamlık makamına getirdi. Sadrazamlıkla düğünü aynı yıl oldu, 1713’te Fatma Sultan 9 yaşına basmıştı, artık telli duvaklı gelin olabilirdi.

        Ali Paşa ilim irfan sahibi biriydi. Köprülüler, babası Avcı Mehmet’i geyik kovalamaya, kuş avlamaya göndermişti, o ise Mehmet’in oğluna kitabı sevdirdi, kütüphane kurdurdu, gaddarlığı da elden bırakmadı, kendisine rakip olabilecekleri ortadan kaldırdı, sefere çıktı, Mora’yı geri aldı, ardından Avusturya üzerine yürüdü ancak bu sefer sırasında alnından vurularak öldü. Viyana “sendromu” tekrar ufukta görüldü, padişah acilen sulh istedi, istediği sulhu da Nevşehirli İbrahim Paşa yaptı.

        Sonrasını Reşat Ekrem Koçu şöyle anlatır:

        “Sultan Üçüncü Ahmet kendisini sulha kavuşturan Nevşehirli’yi evvela damatlıkla taltif etti; on iki yaşında dul kalmış ve henüz on dört yaşında bulunan kızı Fatma Sultan’ı bu sefer de elli altı yaşındaki İbrahim Paşa’ya verdi.”

        *

        Nevşehirli’nin parlak bir tahsili yoktu ama kafasının içi aydınlıktı. Ona göre Müslüman Türkiye, Hıristiyan Avrupa’ya açılabilirdi, bu amaçla Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’yi Fransa’ya elçi gönderdi, softa takımının hışmından korunmak için, Kuran ve dini eserleri basmamak kaydıyla İbrahim Müteferrika’nın ilk matbaayı memlekete getirmesine fetva aldı, Yalova’da bir kağıt imalathanesi açtırdı, İznik ve Kütahya çiniciliğini ihya etti, yangılara karşı dünyanın ilk itfaiye örgütünün temeli sayılan Tulumbacı Ocağı’nı kurdu, tersaneyi, donanmayı ıslah etti, savaş kalyonları yaptırdı, İstanbul’da büyük bir imar faaliyetine girişti, şehre su getirdi, İstanbul ahalisine şehirlerinin ne kadar güzel bir yer olduğunu gösterdi, bu muhteşem beldede yaşamanın yollarını ahaliye gösterdi, ilim ve sanat hamisi oldu, Sultan Ahmet’in adını yüce bir yere yerleştirdi. Türk vezirlerin içinde adı hep “en büyüklerin” arasında anılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın iktidarı on iki yıl sürdü ki, yazının başında sözünü ettiğimiz Lale Devri bu devirdir işte.

        *

        Ahali, iktidarların yaptıklarına değil, yapacaklarına bakar. Lale Devri’nin ihtişamı içinde İstanbul ahalisi olan biten her şeyden mustaripti. Bazı şairler ihtişamın şiirini yazarken, Osmanzade Taib de halkın o dönemdeki dertlerini beyitlerine döktü. Onun birkaç beytini günümüz Türkçesiyle, nesir halinde şöyledir:

        “Odun ateş pahasına çıktı, öd ağacı gibi dirhemle satılıyor. Ya kömür? Tozunu bulsak sürme diye gözümüze çekeceğiz. Bir gözde arpacık çıksa, adam kendisini arpa torbasına düşmüş gibi sevine­cek… Kahveyi mezhebimize uydurduk, nohudu kavurup içiyoruz… Bu pahalılığın, kıtlığın sebebini anlayamıyorum, ortalıkta her şey de var. Liman gemilerle dolu, her taraftan zahire geliyor, mahzen­lerde zahire koyacak yer yok. Buhranın sebebi, tüccarı sorar izler ortada kimsenin bulunmaması… Hakimler tamaha düşmüş… Ve­zirlik vazifesini yap sultanım!.. Yap da bu halk sana sabah akşam dua etsin!..”

        Halkın bu serzenişine, “Matbaa gibi gavur icadını memlekete getiren dinsiz vezir istemezük” diyen softanın itirazı ile askeri reformlardan endişe duyan yeniçerilerin memnuniyetsizliği de karıştı ancak İbrahim Paşa’nın kulakları bütün ikazlara kapalıydı.

        Ufukta yavaş yavaş bir isyanın ayak sesleri duyuluyordu. İçinde bazı ulemanın da bulunduğu kişiler halkı isyana teşvik ederken, birçok tarihçiye göre isyan siyasi sebeplerden çıktı.

        *

        O sırada devletin mali durumu bozulmuş, halkın sırtına bindirilen vergiler bellerini bükmüş, devlet adamları arasında güç mücadelesi baş göstermiş, üstüne üstlük Osmanlı ile İran kapışma halindeydi. İran’da kazanılan zaferler bir süre sonra mağlubiyetlere dönüştü. Padişah ve sadrazamın çırağan ve helva gecelerinden vazgeçerek bizzat ordunun başına geçmeleri istendi. Sultan, İstanbul’dan ayrılırsa, bu gidişin dönüşü olmayacağını biliyordu, Sadrazam İbrahim Paşa ise yetmişine merdiven dayamıştı. En iyisi ahaliyi ve orduyu oyalayarak sulh yolunu aramaktı. Halk arasında İran seferinin iptal edildiği haberi tez yayıldı. Sefer hazırlığı yapanlardan birisi de Patrona Halil’di, bütün serveti olan 200 kuruşla silah ve kıyafet almış, sefer iptali halinde iflas edecek, bu yüzden hararetle İran seferini savunuyordu.

        Tam bu sırada, 1730 senesinin sonbaharında iğrenç bir dedikodu bütün İstanbul’u sardı; padişah ile veziri bütün kaleleri İran Şahı’na satmıştı! Dedikoduların ardı arkası kesilmedi. Düşman, binlerce yeniçeri ve sipahinin kulaklarını, burunlarını, ellerini, ayaklarını kesmiş, binlerce yeniçeri ve sipahi Trabzon’da gemilere doldurulmuş, kaptanlar İbrahim Paşa tarafından satın alındığı için, o malul gazilerle dolu gemilerin dipleri delinerek Karadeniz’de batırılmış ve bu büyük facia halktan gizlenmişti!

        Lale Devri ricali, bu hengame içinde, kulakları gelecek bir barış haberinde, Üsküdar’daki muhteşem yalılarında bekliyordu.

        *

        İstanbul ahalisi, 28 Eylül 1730 Perşembe gününe bir isyan gürültüsüyle uyandı.

        Eski deyimle şehrin “eclaf ve erazil” yani “ayaktakımı”, günümüzün moda deyimiyle “çapulcular” ayaklanmıştı!

        Hepsinin dilinde tek bir slogan vardı:

        “Din ve devlet hainleriyle davamız şeriat üzeredir!”

        Liderleri Beyazıt Hamamı tellaklarından Patrona Halil’di. Patrona Halil bir Arnavut’tu. Osmanlı donanmasına levent olarak girmiş, ancak askeri isyana teşvikten ordudan atılmıştı. O zamanki tümamiralliğe tekabül eden “Patrona” lakabını da askerken çalıştığı gemide almıştı. Leventlikten ayrılınca Niş’e gitmiş, burada Yeniçeri olmuş, rahat durmamış, bir ayaklanmayı örgütlemiş, ayaklanma bastırılınca da Arnavutluk’a kaçmış, oradan İstanbul’a gelmiş, burada seyyar satıcılık, eskicilik, Beyazıt Hamamı’nda tellaklık yapmış, daha sonra da Kapalıçarşı’da komisyonculuk işine girmişti. Bu son işi esnafla sıkı bir bağ kurma yolunu açtı ona. Bu bağ da isyanda esnafın ona destek vermesinin yolunu açtı. Hem tecrübeli bir isyancı hem de esnafla olan sıkı bağı Patrona Halil’i isyan için mükemmel bir lider yapmıştı. Kurmay heyeti Emir Halil, Muslu Beşe, Toksa, Küçük Mehmed, Nalkıran, Gavur Hacı, Çınar Aluned, Uzun Mehmed, Kara Yılan, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail, Turşucu İsmail, Karagöz İbrahim gibi değişik meslek gruplarından insanlardan oluşuyordu.

        *

        Osmanlı’da darbeler tarihinde Üçüncü Ahmet’e kadar ilk isyan eden hep Yeniçeriler olmuş, ayaklanan Yeniçeriler kısa sürede ahaliyi yanına çekmiş; ilk defa Üçüncü Ahmet’e karşı başlatılan bu isyanda “siviller” önce ayaklanmış, kısa süre zarfında Yeniçeriler onlara katılmış.

        *

        Çıkar ve intikam hırsıyla gözünü kan bürümüş, sarıklı, kavuklu, keçeli, cübbeli, manav, kahveci, tellâk, tellâl, cahil, aç, ihtiraslı, azgın bir kitle sabahın erken saatlerinde Bayezid Camii önünde toplandı. “Şerle davamız vardır, Ümmet-i Muhammed’den olan dükkanını kapatıp, bayrak altına gelsin,” diye bağırarak Kapalıçarşı’ya girdiler. Üç koldan propagandaya başladılar. “Şeriatın tatbikini isteyen yanımıza gelsin” diyerek zorla dükkan kapattırdılar. Bitpazarında, kılıç ve tüfek satan dükkanların camlarını kırarak silahlandılar. Oradan Zindankapı’ya yöneldiler, buradaki hapishanelerin kapılarını açarak mahkumları serbest bıraktılar. Kalabalık gittikçe büyüdü; Etmeydanı’na doğru yürüyüşe geçtiler. Oradaki Yeniçerilerin kendilerine katılmalarını istediler. Yeniçerilerin canına mihnet, onlar da hurra dediler.

        Patrona Halil’in başlattığı isyanı padişah ve yâranı önce küçümsedi, baldırı çıplakların kendiliğinden dağılacağını sandı. Ama öyle olmadı, padişah ertesi gün, İran’a gitmek üzere Üsküdar’a geçirilmiş olan Yeniçerilerin de İstanbul’a geri dönerek ayaklanmaya katıldıkları, şehirdeki bütün hapishanelerin kapılarını ardına kadar açtıkları haberini alınca iş işten çoktan geçmişti.

        Önce şehirdeki saray ve konaklar yağmalandı. Çarşılar kapandı. Bu işin sonu kötü diyenler, evlerine çekildi. Üçüncü gününde isyan Saray-ı Humayun’a dayandı.

        *

        Sultan Üçüncü Ahmet’e ilk talep listesi ulaştı. Buna göre, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa ve iki damadı, Sadaret Kethüdası Mehmed Paşa ile Kaptanıderya Kaymak Mustafa Paşa ile beraber otuz yedi kişinin kelleleri istendi.

        Sultan Üçüncü Ahmet hiç tereddüt etmedi, damadı İbrahim Paşa ile Mehmed ve Mustafa Paşaları önce azlettirdi, arkasından tutuklattı, ertesi gün, yani 1 Ekim Pazar günü üçünü de boğdurttu, don gömlek cesetlerini saman arabalarına yatırarak Patrona Halil ve adamlarına gönderdi.

        İsyanın liderleri İbrahim Paşa’yı tanımıyordu, içlerinden birisi, “Padişah damadını kaçırmış, bu gönderdiği Kürkçü Manol’un cesedidir” deyince, cesedin boynuna bir ip geçirildi, ip bir beygirin kuyruğuna bağlandı, ceset sürüklenerek saraya iade edildi. Padişah bu kez daha da alçaldı; naaşın sünnetli olduğu görülsün diye ceset bu kez çırılçıplak isyancılara geri gönderildi.

        Çırılçıplak cesetler, üç gün Atmeydanı’nda kaldı. Geceleri aç köpekler tarafından didiklendiler. İsyan az biraz sönümlenince, paşanın minnetini görenler tarafından oradan alınıp Şehzadebaşındaki hayratına gömüldü.

        *

        Sultan Üçüncü Ahmet, darbecilere direnmediği sürece tahtını koruyamayacağını geçmiş tecrübelerden bilmiyordu. Darbeciler verileni değil, verilmeyeni isterler. Bütün taleplerini yerine getirdiği halde tahtını koruyamadı. Patrona ve adamları padişahı da istemiyorlardı. İstanbul’un yönetimi artık tamamen onun elindeydi. Tahtı bırakmadığı taktirde saraya saldıracaklardı. Sultan bir kez daha darbeciler karşısında küçüldü; kendisi ve oğullarının hayatına dokunulmayacağına dair yemin istedi, isyancılar sayfasını açmadıkları Kuran üzerine yemin ettiler.

        Sultan 12 Ekim Pazartesi günü, kafeste bulunan kardeşi İkinci Mustafa’nın oğlu Birinci Mahmut’u kafesten çıkardı, iki yanağından öptükten sonra, “Oğlum, işte benim akıbetim… Sen sen ol, devletini vezir eline bırakma,” dedi, tahtı ona bırakarak, Birinci Mahmut’un çıktığı kafese girdi.

        *

        Son söz Selim İleri’nin olsun:

        “Lâle Devri, uygarlığımızın inceliklerle donanmış bir sayfası mıydı; yoksa, uyruğunu ikide birde ezmiş Osmanlı saltanatının ala ala hey sayfaları mı? Patrona Halil ayaklanması bir halk hareketi mi, başıbozuk bir güruhun çapaçulluğu mu? Bunları epey dinledim. Okul kitaplarımızdaki Lâle Devri’ni okumak zorunda kaldım. Tarihin her dönemi gibi, bu dönem de bana sorarsanız- enikonu lezzetsiz yazılmıştı… Ahmed Refik’in yazdıkları hayli ikirciklidir. Buna karşılık, Reşat Ekrem Koçu, Patrona Halil’in iler tutar yerini bırakmaz. Kanlı bir ihtilâlle ve bayındır İstanbul’u yakıp yıkarak noktalanan Lâle Devri, öyle anlaşılıyor ki, yarın da bin çeşit yoruma açık olacak.”

        *

        Yararlanılan Kaynaklar:

        Uğur Demir, Erhan Afyoncu, Ahmet Önal, “Osmanlı İmparatorluğu'nda Askeri İsyanlar ve Darbeler”

        Reşat Ekrem Koçu, “Osmanlı Padişahları”

        Ahmet Refik Altınay, “Lale Devri”

        Kelem Mikes, “Türkiye Mektupları”

        Diğer Yazılar