Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kitap okumaya başladığım günden beri, aşağı yukarı yarım asırdır kulağıma çalınan bir lafın yankısı hep çınlayıp duruyor beynimde. Altmış yaşında olduğuma göre, laf benden bir hayli yaşlı olsa gerek. Herkesin diline pelesenktir; aklına gelen söyler, bilir bilmedik her koşulda, tam yerine geldiğinde lafı oturturlar gediğine:

        “Sanatçı dediğin muhalif olmalı!”

        *

        Bu aralar okuduğum André Gide’in “Dostoyevski” kitabını okuyunca kafam iyi karıştı. Şöyle ki:

        *

        Büyük Rus yazarlarını tanımlamak için “dağ” metaforuna başvuran “yasak düşüncelerin” babası André Gide; o dağlık ülkede bize en yakın, en yüksek tepenin Tolstoy, onun arkasında yarısı saklı duran “gizemli” tepenin ise Dostoyevski olduğunu söyler. Büyük alime göre bu dağ silsilesinin sırlarla dolu saklı yerlerinden bir sürü ırmak akar. Bütün bu ırmakların birleştiği büyük nehir ise, bugün dünya edebiyatının susuzluğunu giderdiği en bereketli nehirdir.

        *

        Tolstoy sükunetse, Dostoyevski vaveyladır! Tolstoy derin bir hakikatse, Dostoyevski büyüdür. Tolstoy feleğin çarkına çomak sokanların yazarıysa, Dostoyevski şairane ruhların şairidir. Dostoyevski okumak için şiir sevmeniz yeter ama Tolstoy için bir hayli hayat bilgisi lazım gelir size.

        İşte bu yüzden, Tolstoy’dan ziyade okumayı seven herkesin yazarıdır Dostoyevski.

        *

        Karanlık bir dünyada dolaşır kahramanları Dostoyevski’nin. Muhasebeleri serttir. Başkalarını değil kendilerini suçlarlar. Acı duymaktan zevk alırlar, hatta o acılar olmasa yaşamalarına sebep yoktur. Hemen hemen hepsinin yaraları görünmezdir, içten içe kanarlar. Derinlerindeki çaresizlik yüzlerine mistik bir ifade biçiminde oturur.

        *

        Ölümü görmüş Dostoyevski. Öteki dünyaya gidip gelmiş anlayacağınız. Uzun uzun hapis yatmış, uzun uzun sürgünde ömür tüketmiş. Sara hastasıdır. Ağır parasızdır. İt gibi aç, yılan gibi çıplaktır. Dünyada ne kadar dert varsa bir kovaya doldurulup başından aşağı boca edilmiştir. Ölümcül yoksuldur. Çevresindeki her şey ona düşmandır, bütün saldırılara açıktır. Hastalığı çok erken yaşlarda nüksetmiş. Buna rağmen askerlikte çürüğe ayırmamışlar. Bir şüpheli gruba katılmış. Çarı devirmekten idam cezasına çarptırılmış. Gözleri bağlanmış, idam mangası karşısında yerini almış, tıpkı Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi son anda bir atlı gelmiş, “durun” demiş, atlının elinde Çar’ın bağışlama mektubu var. İdam mangasının önünden alıp Sibirya’ya götürmüşler. Orada tam dört yıl zindanda kalmış. Altı yıl da sürgün… Tam on yıl boyunca açlıkla, soğukla, yoksullukla, yalnızlıkla, çaresizlikle savaşmış. Yetmemiş, burada bir yük daha almış yorgun omuzlarına. Belki de hiç sevmeden, sadece ateşli bir merhamet hissiyle, ona acıdığı, şefkat duyduğu için, bir çocuk annesi dul bir kadınla evlenmiş. Bir mektubunda der ki:

        “Eğer beni soracak olursanız, nasıl söylesem; bir aile yükü aldım sırtıma ve onu taşımaya çalışıyorum. Ama sanırım hayatım henüz sona ermedi ve ölmek istemiyorum.”

        Kardeşi bu sırada ölür. Onun ailesinin yükü de biner Dostoyevski’nin omuzlarına. Sadece insan yükü taşımıyor; aynı sırada eline geçen az biraz parayla çıkardığı dergi ve gazetelerin yükü de cabası…

        *

        Gece gündüz köle gibi çalışır. Batar çıkar. Umudunu yitirir, tekrar toplar. Direnir, yeniden başlar. Başında bir de büyük kumar belası vardır, kazandığının önemli bir kısmını masalara yayar. Seveni azdır. Fikirleri uçtur. Kimse kolay kolay takdir etmez. Puşkin konuşması büyük gürültü koparır. Kendi deyimiyle, “sanki hırsızlık yapmış” veya “bir banka dolandırmış” gibi saldırı ve hakaretlere uğrar.

        Ama onun aradığı ödül falan değildir. André Gide’e göre, onu harekete geçiren ne kendine olan saygısı ne de yazarlık gururudur.

        Ününe inanmıyor. Şaşkındır. Bir mektubunda der ki:

        “Benim için şüpheli bir ün oluşturdular. Ve bu cehennemin ne zamana kadar devam edeceğini de bilmiyorum.”

        Yalnızdır. Kendini bir çakıl taşı gibi köşeye atılmış hisseder. Karamsardır. Hastalıklıdır. Alıngandır.

        *

        Sibirya’dayken kardeşi Mikhail’e durmadan mektuplar yazar. Onu düşünür. Ama kardeşi “umursamaz, gevşek” biridir, o aynı şekilde düşünmez onu, sık sık mektup yazmaz.

        Yazdığı bir mektupta kardeşine, “Herkesin Çar’ı sevdiğini yazıyorsunuz. Bense ona hayranım,” der.

        İlk bakışta sanki alay ediyor gibi geliyor insana. O Çar ki yok yere önce onu ölüme mahkum etmiş, son anda af ederek onu Sibirya’da hapisliğe ve sürgüne göndermiş, dünyadan koparmış, gençliğini çalmış, hayatını mahvetmiş korkunç bir adamdır. Dostoyevski gibi büyük bir sanatçı nasıl olur de onu hâlâ seviyor olabilir, nasıl ona hayran olabilir?

        Aynı mektupta, “Çar son derece iyi ve cömert,” diye yazar kardeşine.

        On yıl sürgünde kaldıktan sonra Çar’dan hem kendisinin Petersburg’a dönmesini hem de sürgündeyken evlendiği kadının oğlunu, yani üvey oğlu Paul’ü liseye yazdırması için müsaade ister. Kardeşine şunları yazar:

        “İsteklerimin biri kabul edilmezse, öteki edilir ve İmparator bana Petersburg’da yaşama izni bağışlamazsa bile belki bütün isteklerimi geri çevirmemek için Paul’ü okula yerleştirmeyi kabul eder.”

        *

        André Gide bunu “keyif kaçıran bir boyun eğiş” olarak nitelendirir. Bu nasıl olabilir? En ufak bir isyan olmaması ne hazin bir şey? Hadi Çar’a karşı bir isyan duygusuyla dolu değil, peki topluma karşı da mı hiç sorumluluğu yok? Ya yaşadığı zindan? Ona karşı da mı bir başkaldırı yok?

        Evet yok! En ufak bir protesto yok, bir serzeniş, bir itiraz, bir hoşnutsuzluk, bir sızlanma yok! Tam anlamıyla bir memnuniyet hali…

        Şu sözler de onun:

        “Son dört yıl içinde ruhumda ve inançlarımda, aklımda ve kalbimde neler yaşadığımı sana anlatamayacağım çünkü çok uzun zaman alır. Acı gerçekten kaçıp içine sığındığım sürekli düşüncelere dalış, yararsız olmayacak. Şu an, eskiden tahmin bile edemeyeceğin arzularım ve umutlarım var.”

        *

        Belli ki hapislik, sürgün, acının çırılçıplak yüzüyle karşılaşma onu aklımızın kolay kolay kabullenemeyeceği başka bir gerçekle karşı karşıya bırakmış. Bu katiline âşık olma falan hali değildir, acı karşısında yelkenleri suya indirme hiç değil. Kendini, Sibirya’ya gelmeden önceki “melankolik ve şüpheci” adam olarak görmüyor artık. Tam tersine Sibirya’ya gitmeden önce kendini “akli yönden hasta” olarak görüyordu. Sibirya onu iyileştirmiş, “Bunların hepsi geride kalmış”, kendi deyimiyle Tanrı ona “yepyeni bir yol” göstermiştir.

        *

        Sürgünden döndükten sonra bütün Hıristiyan dünyasını Rus milliyetçiliğinin bayrağı altında toplayarak yepyeni bir dünyaya götürmeye azimli koyu bir milliyetçi; İsa uğruna her şeyini feda etmeye hazır koyu bir dindar, kurulu düzene biat etmiş sıradan bir vatandaş olarak devam eder hayatına.

        Ve onu bugünkü Dostoyevski yapan bütün büyük eserlerini de bu dönemde yazar.

        *

        Demek ki gözlerimi açar açmaz duyduğum ve hâlâ bir sürü insanın ilk fırsatta tekrarladığı “sanatçı muhalif olmalı” sözü boş bir teraneymiş.

        Yoksa Dostoyevski sanatçı değil miydi?

        Diğer Yazılar