Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir şehre gittiğimde, o şehirde ille de elli sene önce benim yaşlarımda bir çocuğu arar gözlerim beyhude bir çabayla.

        O çocuğu, saha kenarında futbol oynayanları seyrederken görürüm bazen. Bazen bir lokanta camından iştahlı iştahlı yemek yiyenlere, yediklerinizi keşke ben de yeseydim diye içinden geçirerek bakarken. Bazen bir çöplükte, olur da çöplüğe bilmeden birileri kıymetli bir şey atmıştır diyerek eşelenirken. Bazen şehir girişinde büyükçe bir taşa oturmuş, şehre girip çıkan arabaları seyrederken. Bazen bir sinemanın kapısında, parası çıkışmadığı için, sinemadan çıkan akranlarına filmi anlattırırken. Çoğu zaman da uzak bir yerde bulunan şehir çarşısına gitmek için; şehre kum taşıyan kamyonların arkasına asılırken.

        Bu görüntüler şehirden şehre değişir.

        Ama Mardin’de hiç değişmez.

        Bu şehre her gidişimde aynı görüntü canlanır gözümde:

        Bir çocuk, kendine çıkan bir yokuşu tırmanıyor soluk soluğa… O yokuş hiç bitmiyor. Çıkıyor, çıkıyor, dönüp arkasına bakıyor, yükselmiş, yükselmiş göğe yakın bir yerde ama hâlâ bir o kadar yol var önünde.

        Bunu, çok meşhur bir yazarımızla ilk defa Mardin’e gittiğimizde, Murathan Mungan’ın yazdıklarından yola çıkarak doğduğu, büyüdüğü evi bulma oyununu oynadığımız bir anda o yazar dostum hatırlatmıştı bana; “Çocukluğu bu şehirde geçmiş birisinin bütün hayatı boyunca yoluna hep yokuşlar çıkar,” demişti.

        Çocukluk böyle bir şey işte. Edip Cansever’in “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, nereye gitsen gitmiyor,” dizesini bir Mardin bahsinde hatırlatmıştı Murathan Mungan yine bize.

        *

        Şu anda şehir müzesi olarak kullanılan eski piskoposluk konağının avlusunda aşağıda yalancı bir deniz gibi uzanan ovaya bakarken, (vakti zamanında beraber bu şehre geldiğimiz İranlı Kürt sinemacı Behman Qubadi şu anda baktığım manzaraya bakıp “Bu ovaya bakarken insanın içinde kuş olma isteği beliriyor” demişti bana) kafamın içinde durmadan Murathan Mungan’ın, “Ben orada doğdum. Orada büyüdüm. Orada öldüm. Ondan sonrası bütünüyle kendi içimde çıktığım uzun bir yolculuktur,” sözü dolanıp duruyordu.

        Edebiyata, şiire, romana müptela her iflah olmaz seyyah; gittiği her yeni şehirde o şehirde doğmuş, yaşamış şairlerin, yazarların, sanatçıların izlerini arar. Ben öyle yapıyorum elimden geldiğince. Mesela Stockholm’de, şehrin git git bitmez bir uzun caddesinde kaldırım taşlarına demirden harflerle o şehirde yaşamış büyük yazar August Strindberg’inin dizelerini yazmışlar. Dizelere basa basa, şiirini çiğneye çiğneye gidersiniz şehrin saklı yerlerine, paçanıza bulaşmış bir şiir götürür sizi gideceğiniz yere.

        *

        Pusun içinde kalmış ovanın ufkunun gerisindekileri hayal ederken, -bir halı gibi önüme serilmiş Mezopotamya’yı yani- aklım gecelerine gitti bu şehrin. Hiç konaklamadım bu şehirde ben. Ama burada doğmuş Mungan şöyle anlatıyor çocukluğunun o uzak gecelerini:

        “Yaz geceleri avluda yatardık. Yatakların avluya çıkma zamanı, diye bir takvim başlangıcı vardı o taş kentin, bir zaman işareti. Mardin’in şehir merkezinde, postanenin tam karşısındaki evimizin geniş avlusunda, Şehidiye Camii’nin minaresinin üstümüze vuran kızıl gölgesinde, güvercin gurultularıyla uyanırdım her sabah. Geceleri, yatmadan önce avluda oturur, ahşap parmaklıklara dayanarak, karşıda görünen Suriye’nin uzak ışıklarına dalar, hayal kurar, yıldızlarla konuşur ve caminin hemen yanı başındaki yazlık bahçede çalınan şarkıları dinleyerek uyurdum. ‘Park’ denirdi o yazlık bahçeye. Çoğu yaz geceleri babam arkadaşlarıyla birlikte orada olurdu. Annemle birlikte babamı beklerdik. Ve Sevim Şengül söylerdi: ‘Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım’. Bu şarkı çok hüzünlendirirdi beni, içinde bulunduğum durumu, belki de bire bir ifade ettiği için. Babamı da şarkıyı da beklemeyi de seviyordum.Babamın yine birine aşık olduğu, evini ihmal ettiği, geceleri geç geldiği zamanlarda da söylediği bir şarkı oldu bu. Daha sonraki yıllarda her şeyin yolundaymış gibi göründüğü zamanlarda da hiç kimseye aşık değilken, hiç kimseyi beklemezken bile hüzünlendiğim kimi yaz gecelerinde bu şarkıyı söyleyerek içlendiğim çok olmuştur: ‘Mehtaplı gecelerde hep seni andım…”

        (Müslüm Baba Samatya’da derme çatma bir müzikholde çıkıyordu. Hiçbir şeye henüz karar veremediğimiz 80’li yılların bahar aylarından bir aydı. Hava ılıktı. Müslüm Baba’nın sesi mahalleyi sarıyordu. Yakınlarda bir yerdeydik. Fakirlik kir gibi yapışmıştı bir deri bir kemik bedenimize, kırk hamamda yıkansan geçecek değildi. Paramız yoktu, Ömer ne yapar eder “köpeköldüren” parasını bulurdu. Beni alır, yıkık sura götürürdü. Yıkık surun üzerinden müzikholün sahnesi görünüyordu. Müslüm Baba’nın her şeyi beyazdı, takım elbisesi beyazdı, ayakkabıları beyazdı, bir tek saçları siyahtı. Oradan bakardık ona, sıra “Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım” şarkısına geldiğinde Ömer, “Haydi ayağa kalk, benim İstiklal Marşımı söylüyor, İstiklal Marşı ayakta dinlenir” derdi. Ben de ayağa kalkardım, Müslüm Baba o şarkıyı o kadar içten okurdu ki, ondan sonra bir daha dinlemek istemedim bir başkasından. Her şarkı, bir anımıza yeniden hayat verdiği için bağlar bizi kendisine.)

        *

        Mezopotamya’nın narin boynuna asılmış bir Süryani gerdanlığıdır Mardin. Burada her şey şaşırtıyor insanı. Derme çatma bir evin altında aniden karşına çıkan bir Roma kalıntısı, hızarla kesilmiş gibi, kendiliğinde şekil almış gibi duran taşları, bir ferahlığa götürür diye kuyruğuna takıldığınız daracık sokaklardan yolumuza çıkan abbaraları, kiliseleri, manastırları, camileri, camilerin minareleri, kalesi, taştan evleri, Darulzaferan’ı, Dara Antik Kenti yolunuza çıkan her şeyi, tarihin bir döneminde bize benzer insanlar yapmışsa eğer bütün bunları “peki biz kimiz ve ne yapıyoruz?” sorusunu sorduruyor bize.

        Dara Antik Kentine gitmek için şehirden çıkarken aklımda Cemal Süreya’nın “Mardin” şiiri vardı. Belki de müfettişliğinde uğramıştır buralara. Hani tarihe daha az saygılı ama zarar vermede daha hassas davrandığımız o Anadolu’yu karış karış gezdiği naif yıllarda. Şehre giden kamyonlar çıkmış yoluna, o yokuşu tırmanırken hepsi “astımlı” sesler çıkarmış. Şaire göre bu şehrin kuşlarını göğün büyülü boşluğuna çatılar salar. Gökyüzü hasatçıdır. Kafanı kaldırmaya korkarsın, o kadar yüksek bir yerdesin ki gökyüzü üzerine düşecek diye çekinirsin. Bu şehirde dostlara mektup yazarsan neyini anlatırsın onlara. Söyleyeceğin her şey, kuracağın her cümle beylik kaçar. Gerisini şöyle tamamlar:

        “Ölümü doğrusu hiç düşünmedim

        Ama düşündüm uzak kardeşlerimi

        Hey bayan Erozyon budur dileğim

        Bir gün parlatmak istersen beni

        Göm beni ilkin bir güzel karart

        Kılıç kalkan gürz ve at

        Tâ çocukluğumdan beri

        Ne buldumsa okudum

        Sonunda anladım ki

        Bir kitapta resim şart”

        *

        Her şehrin kokusu kendine özgüdür. Mesela İstanbul iyot kokar. Kahve kokar Stockholm. Mardin tarih kokar. Diyarbekir’in kokusu Muhammedi gülüdür.

        Biz de Diyarbakır’da açılan bir koku sergisine yetişmek istiyorduk zaten Mardin’den acele acela çıkarken Mehdi Eker’le.

        Sergi Saint George Kilisesi’nde açılmış; adı, “Kokularıyla İz Bırakan Mezopotamya…”

        Kokunun anavatanıymış Mezopotamya. Kiliseye girer girmez Asur, Babil, Sümer, Mısır dönemlerine ait ve Diyarbekir’deki Zerzevan Kalesi’nden çıkan birbirinden zarif Roma dönemi koku şişeleri ve koku kaplarının replikaları karşıladı bizi. Bizi serginin küratörü Bihter Türkan Ergül gezdirdi; kil tabletlerde adı geçen mürr, sandal, sedir, iris gibi kokuları koklattılar bize. Mesnevi’de der ki Rumi:

        “Gül olmayan yerde, gül kokusu duydun mu? Şarap olmayan yerde şarabın köpürüp coştuğunu gördün mü?

        Koku sana kılavuzdur, yol göstericidir. Seni sonsuzluk cennetine ve Kevser Irmağı’na kadar götürür.

        Koku, göze nur veren bir deva’dır. Bir koku yüzünden açıldı Hazreti Yakup’un gözü.

        Kötü koku, gözü karartır, Yusuf’un kokusu ise, göze yardımda bulunur.

        Madem ki, Yusuf değilsin, hiç olmazsa Yâkub ol; onun gibi gözyaşı dök, coş hiç olmazsa.”

        *

        Tarihte kokuların izleri derindir. Çiçek, yaprak, ağaç yongaları, bitki köklerinden damıtmış insanoğlu kokuları. Dini törenlere, kurban ayinlerine, tanrılara sunulan hediyelere hep kokular eşlik etmiş. Kötü ruhları kovarken, dilek dilenirken, günahtan arınmak isterken, kutsal ayinlere dururken hep kokuları imdada çağırmış.

        “Per fumun” uçucu, kokulu duman demekmiş. Bu kelime zamanla günümüzde kullanılan “parfüm”e dönüşmüş.

        Tom Robbins’in “Parfümün Dansı” diye bir romanı var. Okuyan çoğu kişiye göre fantastiktir. Romanda anlatılanlara göre eskiden, sevgililer birbirlerine aşklarını dile getirmek için dudaktan öpüşmez, karşılıklı burunlarını birbirlerine sürterlermiş.

        Yazara göre parfüm, kadının çiçekte bulunan cinsel gücü gasp etme aracıdır.

        Hafızası en güçlü duygudur koku. Der ki Robbins:

        “Bildiğimiz bir şey varsa, beş duyumuzdan belleğe en yakından bağlı olan, koku almadır. İnsanoğlu yönelimlerinde giderek görselleşmiş de olsa, koku alma organı çok küçülmüş de olsa, belleği uyandırmak konusunda göz, koku duyusuyla asla rekabet edemez. Kokunun çağrıştırdığı anılar, görsel imgelemin ve sesinkilerden çok daha çabuk ve canlı biçimde ortaya çıkar.”

        Anıları canlandırır koku. Marcel Proust, bir sabah çaya kurabiyeyi batırır, annesinin pişirdiği çöreğin kokusu gelir burnuna. Sekiz ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” aldığı o kokunun eseridir.

        Tom Robbins yine der ki romanında:

        “Koku, en eski anılarımız için bir kanaldır. Beri yandan, gelecek yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir. Bu arada da insanı keyiflendirir, hayal gücünü körükler, düşünceleri biçimlendirir, davranışı değiştirir. Geçmişle en güçlü bağımız, geleceğe olan yolculuğumuzda en sadık yol arkadaşımızdır. Tarih öncesi, tarih, sonraki yaşam, hep onun alanıdır. Koku pekâlâ ebediyetin simgesi olabilir.Koku, beynimizin kullandığı dildir. Açlık, susuzluk, saldırganlık, korku, şehvet... Beyin bunların hepsini koku dilinde yorumlar. Neokorteks o dili konuşur. Biz de o dili öğrenirsek, belki korteksi burundan yönetmeyi başarırız.”

        *

        “Aşktın sen kokundan bildim seni” dizesi Cemal Süreya’nındır.

        Oktay Rıfat da demiş ki:

        “Köşe başını tutan leylak kokusu

        Yakamı bırak da gideyim”

        *

        Mardin’de çocuk olmanın kokusu ile Diyarbekir’de kokladığım eski zamanları bugüne getiren mürrün, sandalın, sedirin, gülün, irisin yani zamanın kokusu oradan ayrılıncaya kadar bırakmadı yakamı benim de.

        Diğer Yazılar