Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Turgut Uyar, 1958 yılında Pazar Postası’nda yazdığı “Önce Aruz Öldü” başlıklı yazısında, Türk şiirinden, o şiirin kaderinden, geçmişinden söz eden herkesin kayıtsız kalamayacağı tek şairin Yahya Kemal olduğunu söyler. Ona göre Yahya Kemal’in büyüklüğü, “şiiriyle doğru orantılı” değildir. Ünü şiirinden büyüktür şairin.

        Yahya Kemal bir büyük çağın, bir büyük kuşağın ve bir büyük kültürün son büyük şairiydi. Etiyle, kemiğiyle, fikriyle, şiiriyle, yaşayışıyla, düşünüşüyle tam bir Osmanlıydı. Şiir yazmaya başladığı ilk günden öldüğü son ana kadar hep “Osmanlı” olarak kaldı. Her şeyiyle geçmişin şairiydi. Bu yüzden bütün şiiri bir tür geçmişe ağıttır. Mısralarından hüzün damlar, dokunaklıdır. Dalar “coşup giden denizin musikisine…”

        Bugünse yeryüzü hep madde, her ufuk maddi

        Demek ki alemin artık göründü serhaddi

        Ne Akdeniz’de şafaklar ne çölde akşamlar

        REKLAM

        Ne görmek istediğim Nil ne köhne ehramlar

        Ne Bâlebek’te Latin devrinin harabeleri

        Ne Biblos’un Adonis’ten kalan sihirli yeri

        …..

        O şuh ağlar bugün kasrı şerefâbâde geldikçe

        O nûşanûş demler hatırı nâşâde geldikçe

        İki şiirinden bu dizeleri alıntılayan Turgut Uyar’a göre Yahya Kemal büyük bir şiir mimarıydı. “Yaptığı, her güzelliği, değiştirilemez, bir şeyler katılmaz bir kesinlikle yaratıyor, yapıyordu.” Bu yüzden taklit edilemiyordu. Onun gibi şiir yazmak mümkün değildi. Bundandır, “ardından gelmek isteyen herkes, ancak onun silik, başarısız bir taklitçisi olmaktan öteye” geçemedi. Onun tilmizi Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirinin künhüne vardığı andan itibaren “nasıl olsa onun gibi şiir yazamam” diyerek şiir yazmaktan vazgeçip romana yöneldi. Konuşulan Türkçeyi bütün güzelliğiyle şiire sokan ilk şairdir o. Uyar’a göre, aruzun son şairidir. O öldüğünde aruz da öldü!

        *

        1904 yılında gittiği Paris’teki “mektepten memlekete” 1913 yılında bir şiir alimi olarak döndü. Döndüğü yer, yönünü şaşırmış, değerleri sarsılmış, toplumsal hadiselerle altüst olmuş bir yerdi. Geçmişe sarıldı. O geçmişin değerlerine sıkı sıkıya bağlandı. Terkedilmiş bir zamanların parlak kültürünü, incelmiş zevklerini, dağılmış bir uygarlığı kendine dert edindi. İmparatorluk elden çıkıyordu. Çaresizce, “Ölüm yabancı bir alemde bir geceyse bile/Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle,” dedi ama nafile...

        REKLAM

        Oturdu, hâlâ bir parça “Osmanlı” kalmış İstanbul’un semtlerine serenat yazdı. "Kocamustafapaşa"yı, “Ziyaret”i, “Atik Valde’den İnen Sokakta”yı, “Üsküdar”ı, “Erenköy’de Bahar”ı; belki de hayatında bir kez olsun içinde namaz kılmadığı Süleymaniye’de “bayram sabahı”nı yazdı. Batmakta olan İmparatorluk elden giderken beraberinde bazı zevkleri, bazı değerleri, Turgut Uyar’ın deyimiyle “belki iyice tanınmadığı için inkar edilmiş bir kültürü” de alıp götürüyordu.

        *

        Herkesin kabul ettiği gibi Yahya Kemal bugün kullanılan anlamıyla "muhafazakar" falan değildi. Daha geniş bakıyordu dünyaya, meselelere. Sezai Karakoç’a göre Yahya Kemal, İslâm ideali peşinde koşan bir şair de değildi. “Dünya görüşü de Batı ağırlıklıydı, ama Batı karşısında ezik değildi” dedikten sonra onun konumunu şöyle saptadı:

        “Ama bütün bunlara rağmen, milletimizin inançlarından, ahlâkından vazgeçmemesini, Müslüman bir halk olarak yaşamasını, camiler ve her türlü hatıralarıyla iç içe devam edip gitmesini istediği meydandadır. Gerçi o bunun için savaşmaz. Belki bu konuda umutsuzdur da. Ya da bu umudu bile gönlüne getirmeğe kendini muktedir görmez. Ama o bir şairdir.”

        Sezai Bey onu şu meşhur iki dizesiyle tanımladı:

        “-Ha evet Yahya Kemal/Bozgunda bir fetih düşü.”

        *

        Turgut Uyar’ın, yine Pazar Postası’nda Kasım 1958’de yayınlanmış “Atatürk” üzerine de bir yazısı var.

        10 Kasım vesilesiyle yazdığı bu yazıda büyük şair, Atatürk’ü sevmeyen Türk şairine rastlamadığını söyledikten sonra, çoğu şairin ona dair yazdığı şiirlerin “ölçüsüzlüğünden” yakınır. Yazılan çoğu şiiri “beylik” bulur. Atatürk’e yapılan övgüler, “duygu” övgüsüdür. Bu şiirlerde Atatürk “memleket kurtarmış” bir büyük insan olarak değil, “yitirilmiş bir sevgili gibi ardından çoğu zaman ciddiye alınmayacak ağıtlar yakarak” sevilen, anılan bir kişidir. Yazılan her şiirde “sarı saç” ve “mavi göz” değişmez sıfatlardır onu tanımlayan.

        REKLAM

        *

        Cemal Süreya “Günler” kitabında, 799.Gün’de Edip Cansever, Ece Ayhan ve kendisinin hiç Atatürk şiiri yazmadığını belirttikten sonra şunları söyler:

        “Ahmed Arif, Can Yücel de öyle, Orhan Veli de. Oktay Rıfat, Metin Eloğlu, İlhan Berk? Onlar da mı?”

        Sanırım Atatürk şiirini yazmamış şairlerden birisi de Yahya Kemal’dir.

        *

        “Şiirin dil işi olduğunu gerçek anlamda kavrayan ilk şairimizin” Yahya Kemal olduğunu söyleyen Cemal Süreya onun için şunları yazdı:

        “Cumhuriyetle gelen yeni toplumsal ve siyasal değerlere açıkça karşı çıkmadı. Ama bunları içine sindiremediği anlaşılıyor. Tepkisini eskiye özlemi öne getirmekle gösterdi.

        Bununla birlikte her zaman el üstünde tutuldu.”

        Turgut Özakman “Cumhuriyet, Türk Mucizesi” kitabında şunları yazdı:

        Mustafa Kemal Paşa 1921 baharında yol paralarını yollayarak, Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Yahya Kemal’i Ankara’ya çağırmış, bu çağrıya yalnız Yakup Kadri uymuştu. Falih Rıfkı, daha yararlı olacağını ileri sürerek İstanbul’da gazetesinde kalmak için izin istemiş, Paşa bu isteği kabul etmişti. Ankara’da yaşamak istemeyen Yahya Kemal ise bir süre gözden kaybolmak için Sofya’ya gitmiş, konu kapandıktan sonra İstanbul’a dönmüştü.

        REKLAM

        16 Ekim 1922 Pazartesi günü Bursa Belediyesinin Mustafa Kemal Paşa onuruna verdiği büyük ziyafetin davetlileri ön salonda toplanmaya başlamışlardı. Sofraya geçmek için Paşa’yı bekliyorlardı. M. Kemal Paşa, İsmet, Kâzım, Refet ve Şükrü Naili Paşalarla birlikte geldi. Yöneticiler hoş geldiniz demek için Paşa’ya doğru yürürlerken, beklenmedik bir şey oldu, Yahya Kemal Bey cüssesinden umulmayan bir çeviklikle ileri atıldı, Mustafa Kemal Paşa’nın ayaklarına kapandı ve öylece kaldı. Koşuşup Yahya Kemal Bey’i yerden kaldırdılar.”

        O gün Falih Rıfkı Atay da oradadır. Sami Karaören Çağdaş Eleştiri Dergisi’nin 3. sayısında yazdığı bir makalede, Falih Rıfkı’nın üvey kızı Mina Urgan da anılarında o günü anlatırlar. Mina Urgan bu “ayağa kapanmayı” Yahya Kemal’in “milletvekili olma isteğine” bağlarken, Karaören hadiseyi Falih Rıfkı Bey’in daha sonra yazdıklarından nakleder. Falih Rıfkı Bey olayı şöyle anlatır:

        “Ben yere kapanarak Atatürk’ün ayağını öpen tek adam hatırlarım: Yahya Kemal. Bursa’da ilk rastlayışında ayaklarını öpmüştür. Acaba Anadolu’ya geçmek için kendisine yollanan parayla, Eskişehir Bozgunu üzerine paniğe uğrayarak Bulgaristan’a gitmiş olduğunu unutturmak için mi? Öyle de olsa tozlu ayağını öptüğü Atatürk öldükten sonra, eğer bana anlatılan doğruysa, bir Boğaziçi yalısında: ‘Mustafa Kemal diye bir kahramanı, o zaman lazım olduğu için biz icat ettik’ dememeliydi.”

        Belli ki, Atatürk’ün “tozlu ayağını” öptüğü halde bir Behçet Kemal gibi itibar görmeyen “Sessiz Gemi”nin yazarı Yahya Kemal gemisini fırtınada selamete çıkarmada da mahir bir kaptandır.

        Yahya Kemal milliyetçiliğini de şiir anlayışını da Batı’dan, özellikle de Fransa’dan aldı.

        Sakallı Celal (Yalnız) namında bir tuhaf adam geldi geçti, onun kendisinden daha meşhur bir sözü var, der ki:

        “Türkiye’de aydın geçinenler Doğuya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”

        REKLAM

        Yahya Kemal, bu karmaşanın içinde büyülü bir boşlukta sallanıp duran bir büyük şair olarak kaldı.

        *

        Yahya Kemal 1929 yılında Madrid’e büyükelçi olarak atandı. İspanya’da Kral On Üçüncü Alfonso ile özel bir dostluk kurdu. Zaman zaman protokol kurallarını ihlal ederek kralın özel davetlerine katıldı. 1931’de Kral Alfonso, Cumhuriyetçilerin baskısına daha fazla dayanamadı, İspanya’dan kaçtı. Ülkede kargaşa baş gösterdi. Yahya Kemal’in de rahatı iyice bozuldu, “Endülüs’te Raks”ın tadı kaçmıştı. Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tan başka yere atanmasını istedi. Talebi uygun görülmeyince işleri müsteşarına bıraktı, elçiliğin kasasındaki paraları alarak Paris’e gitti. (Enis Batur der ki: “Yahya Kemal, 1903-1912 arası yaşadığı Paris’te, yan yana oturduğu Apollinaire’i, Picasso’yu, Marinetti’yi görememişti. Bununla kalmadı onun optiğindeki tıkanıklık: 1929’da elçi olarak gittiği Madrid’de, Lorca’nın ve Dali’nin farkına varmadı…”) Bakan Aras, bire bin katarak durumu Atatürk’e bildirdi, Atatürk Yahya Kemal’e çok öfkelendi.

        Paralar suyunu çekince, şair bir süre sonra memlekete geri döndü. Yahya Kemal’in iki dostu, Hamdullah Suphi Tanrıöver ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu, onu Ankara’ya götürüp Atatürk’le görüştürmeyi niyet ettiler. Atatürk “gelsin” dedi.

        21 Aralık 1933 gecesi Çankaya’da Atatürk’ün sofrasında şu şahsiyetler vardır: Yahya Kemal, Hamdullah Suphi, Yakup Kadri, Falih Rıfkı Atay, Fazıl Ahmet Aykaç, Hasan Âli Yücel ve yeni dönemin “resmi şairi” Behçet Kemal Çağlar…

        REKLAM

        O gece olup bitenleri Yahya Kemal daha sonra yakın dostu Dr. Muhtar Tevfikoğlu’na anlattı. Onun aktardığına göre Atatürk şairin hal hatırını sordu, gece boyunca hiç konuşmayan ve başı önünde eğik duran şairden şiir okumasını istedi, o da birkaç şiirini okudu, Atatürk de takdir etti. Sohbet sabaha karşı bitti. Bir ara Atatürk genç şair Behçet Kemal’e döndü, ondan da bir şiir okumasını istedi. O da bir şiirini okudu. Bitirince Atatürk Yahya Kemal’in yüzüne baktı, “Şiiri nasıl buldun?” diye sordu. Yahya Kemal Fransızca, tek kelimeyle cevap verdi, “phenomene” dedi. Bilindiği gibi “fenomen” kelimesi “büyük hadise, harika” anlamına geldiği gibi, “tuhaf, deli saçması” anlamını da ihtiva eder.

        Yahya Kemal’in kelimeyi hangi anlamda kullandığı ise bir muammadır.

        Bu hadise, birkaç kişinin anılarında bu şekilde yer alır. Ancak, olayı başka türlü anlatanlar da var. Ben birkaç tarihçi tarafından da doğrulanan hadisenin başka bir anlatımını ünlü bir gazeteci dostumdan duydum. Onun anlattığına göre o gece Atatürk Yahya Kemal’e hiç yüz vermedi, şiir falan da okutmadı. Sanki o gece, o sofrada sadece Behçet Kemal varmış gibi sadece onunla ilgilendi, ona devamlı şiirler okuttu. Yahya Kemal’e verebileceği en büyük ceza buydu. Yahya Kemal hayatının en sıkıntılı gecelerinden birisini o gece yaşamıştı.

        Rivayete göre Yahya Kemal, “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum,” meşhur lafını bu olay üzerine o geceden sonra söyledi.

        *

        Yahya Kemal, Cumhuriyetle gelen yeni toplumsal değerlere pek sarılmadı, her uygulamayı alkışlamadı, Behçet Kemal gibi yeni dönemin destanını yazmadı ama yine de Cemal Süreya’nın dediği gibi “hep el üstünde tutuldu.”

        Gücünü büyük şairliğinden alıyordu.

        Diğer Yazılar