Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “İstanbul’a 18 yaşından sonra gelenin ne dili ne dimağı değişir ne yerliliği geçer ne yeni kök salabilir.”

        Şule Gürbüz’ün; ustası Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin gördüğü rüyaya benzer bir rüya gördükten sonra muhtemelen kendisine “yüklenen” kitabı “Kıyamet Emeklisi”nde karşıma çıkan bu satırlar, İstanbul’a, bu şehirdeki kendime, geliş macerama, bu şehirde yaşadığım hayata olan bakışımı birçok veçhesiyle değiştirdi.

        Tuhaf bir duyguya kapıldım. Belki de öyledir, belki de bu şehir beni hiç değiştirmemiştir, belki de 1983’ten itibaren temelli yerleştiğim bu şehirde hep bir “muhacir” olarak yaşadım. Ne giyim kuşamım değişti ne dilim dimağım ne hayata bakışım ne de yurt bildim burayı kendime.

        Zira bu şehre yerleştiğimde tam tamına 20 yaşındaydım. Demek her şeyi iki yılla kaçırmışım.

        Böyle olmasaydı, ilk yıllarda doğduğum şehri bu kadar özlemezdim. Gelir gelmez bu şehre ait birisi olabilseydim eğer; kar kış, sıcak soğuk, uzun yol meşakkatli yolculuk demez, üç günümü, içi sigara, kusmuk ve insan nefesi kokan köhne bir şehirlerarası otobüsün içinde geçirme pahasına, bulabildiği ilk fırsatta doğduğum şehre, Hakkari’ye gitmeyi göze almazdım.

        REKLAM

        Bu şehre geldiğim ilk yıllarda doğduğum şehri, Hakkari’yi “köpek gibi” özledim. O özlemin peşine takılıp oralara gittiğimde ise aynı büyük hasretle yavaş yavaş İstanbul’u özlediğimi anlamaya başladım. Bir süre sonra Hakkari’ye olan özlemim anneme duyduğum özleme dönüştü; Hakkari’deyken İstanbul’a duyduğum özlem ise bir şehre duyduğum özlem olup çıktı. Sonra gittiğim her yerde sadece şehir olarak İstanbul’u özlediğimi anladım.

        *

        İstanbul’da ilk geceyi Merter’de, daha önce bu şehre gelmiş bir arkadaşımın evinde geçirdim. İstanbul’da uyuduğum ilk uykudur o uyku. Havaalanından buraya varmak zor olmamıştı. Yeşilköy’den girdiğimiz o zamanki adıyla “Londra asfaltı” hayatımda karşıma çıkan en işlek, en geniş, en bilinmeze giden yoldur. Bir taksinin içinde, arka camı inmiş, hayatımda ilk defa gördüğüm büyük büyük binalara, geçen arabalara bakıyordum. Dokunsan dağılacak, dağılıp etrafı bir pamukçuk alemine dönüştürecek bir tül gibi hafif hissediyordum kendimi. Önümde bir taşıt ırmağı akıyordu ve ben o zamana kadar kitaplarda okuduğum, hikaye, roman dünyasından aşina olduğum bir başka aleme gidiyordum. Yol bir yerde çatallandı ve Merter’e vardık. İstanbul’un neresindeydim, hiçbir fikrim yoktu.

        O gece çok uzun bir geceydi. Sene 1981’di. Aylardan Haziran’dı. Yukarılardan bir yerde, titrek bir alevin yalazından çıkmış gibi, kor kızıl zorlu bir hayat bekliyordu beni. Şehir henüz çok bilinmeyenli bir denklemdi.

        Robert Koleji, Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Anadolu’nun beş şehrinden -ki o şehirlerden birisi de benim şehrim Hakkari’ydi- İstanbul’u görmemiş beş başarılı öğrenciyi on beş gün boyunca İstanbul’da misafir etmeye karar vermişti. Hakkari’den başarılı öğrenci olarak benim adımı bildirmişlerdi koleje. İstanbul’da yaşayan, bu şehri bilen arkadaşım Veysi, bir gün beni gezdirdikten sonra okula teslim edecekti.

        Veysi’nin babasının dükkanı, üç sene sonra 1983 yılında talebe olarak gireceğim İstanbul Üniversitesi’nin sağ yanında, kalaycılar çarşısına giden yolda, mektebin duvarının dibine inşa edilmiş derme çatma bir dükkandı. Beyazıt’ta inmiş olmalıyız Merter’den Eminönü’ye giden otobüsten. Cami’nin solunda Sahaflar Çarşısı olduğunu bilmiyordum, yanında Beyazıt Kütüphanesi, dükkanın önünde tahta masa ve sandalyeleriyle büyük bir kalabalığı misafir eden kahvenin de Çınarlatı Kahvesi olduğunu bilmemem gibi…

        REKLAM

        *

        Bakırcılar çarşısında, İstanbul Üniversitesi’nin duvarına paralel, Süleymaniye Camiine giden yolun sonunda durduk. Oradan baktım şehre. Pus içindeydi. Mahşeri bir kalabalık deviniyordu aşağıda. Cümle sesler iç içe geçmişti. Haliç sanki tütüyordu. Yaydığı pis koku buraya kadar geliyordu. Bir tek Galata Kulesi pusu delmişti. Ve iki köprü gözüme çarpıyordu. Biri Galata Kulesi’nin bulunduğu muhite, öteki koca bir denizin iki yakasını birbirine bağlıyordu. Şu uzun ve yüksek olan Boğaziçi Köprüsüydü anladım da şu kuleye giden köprü neydi? Elbette Galata Köprüsü’nün adını çok duymuş, Sait Faik, Orhan Veli ve başka şair ve yazarlar ta Hakkari’ye getirip gözümün içine sokmuşlardı onu ama bu köprünün o köprü olduğunu bilmiyordum henüz. Eğer bir şehre havadan inmişseniz, yönünüzü bulmanız zaman alır. Orada, o tepenin üzerinde; çocukluğumda Gare dağının tepesinde çok uzaklarda görünen Musul ovasında kıvrıla kıvrıla akan Zap nehrine vuran güneşin ışıkları oradan yansıyarak nasıl gözümü aldıysa; kulaklarımı sağır eden şehrin uğultusu aklımı öyle başımdan aldı.

        Allah’ım ben nereye gelmiştim?

        Ertesi gün Arnavutköy’deki Robert Koleji’ne gitmek üzere Galata Köprüsü’nden geçince yönüm yavaş yavaş belirginleşmeye başladı kafamda.

        *

        İstanbul’un daimi mukimi olmadan önce şehrin birçok köşesini, müzesini, sinemasını, tiyatrosunu, resim galerisini, birkaç yazar evini, mutena semtlerini, adalarını, saraylarını, çarşılarını, pazarlarını, tarihi mekanlarını, köprülerini, camilerini, kiliselerini, vapurlarını, meydanlarını, parklarını, bahçelerini, istasyonlarını öğrenmem bu gezi sayesinde oldu.

        REKLAM

        Kolejin Arnavutköy’de bir yokuşa açılan kapısından girdiğimde kıvrılan yol beni yukarı çektikçe, bu dünyada işi bitmiş de yukarıya, göğün bilinmeyen bir katına bir halatla bağlanmış, ilahi bir güç beni oralara çekiyor gibi geldi bana. Tarihi binanın yatakhanesinde görünen karşı yakanın uzantısında kıraç Anadolu toprakları uzanıyor biliyordum ama buradan görünen bütün o yalıların sahiplerinin, Cumhuriyet’ten sonra birçoğu yurt dışına kaçmış Osmanlı paşalarının arabacıları, aşçıları, kayıkçıları olduğunu bilmiyordum. Onların büyük bir kısmı Anadolu’dan gelmiş, gerçek sahipleri onlara terk edince bir anda şehrin yeni aristokrasisinin nüvesini oluşturmuşlardı.

        Şimdi modern zamanlarda bize kalan kültürün önemli bir kısmını şehrin yeni aristokrasisi olan bu kesim üretiyordu ve kolejin öğretmenleri biz İstanbul acemisi, ürkek, çekingen, acemi, kavruk beş Anadolu delikanlısına çoğu onlar tarafından yaratılan İstanbul’daki “hayat alışkanlıklarını” tanıtacaklardı.

        Edebiyat, tarih, coğrafya, resim ve müzik öğretmenlerine görev verilmişti. Her gün bir hoca kendi konusunu ilgilendiren alanlarda bizi gezdirecekti. Tarih hocası tarihi mekanları; coğrafyacı coğrafyasını, uzak semtlerini; edebiyat hocası yazar evlerini, kitapçıları, sahafları, kütüphanelerini; müzik öğretmeni konser mekanlarını gezdirecek, Açıkhava tiyatrosunda bir müzik konserine götürecek; resim öğretmeni galerileri, resim sergilerin gezdirecek, sinemada bir filme götürecek, başka öğretmenler de farklı katkılar yapacaklardı programa.

        En çok aklımda kalan kolejin edebiyat öğretmeniyle yaptığımız gezidir. Hadi aradan Adaları da çıkartalım diye düşünmüş olacaklar ki, sabahın erken bir saatinde Eminönü’nde Adalar vapuruna bindirdiler bizi. Vapur hareket ettiğinde ilk defa bir deniz taşıtına biniyordum. Güvertede rüzgar yüzümü yalarken kıyılara, şehrin görmediğim yerlerine bakmak ne muhteşem bir seyirdi. Öğretmen elini uzatarak bir yerleri gösteriyor, “Burası meşhur Topkapı Sarayı”, “Burası meşhur Ayasofya”, “burası meşhur Kalamış”, “burası meşhur Dragos” dedikçe İstanbul’un meşhur olmayan bir yeri var mı diye geçiriyordum aklımdan.

        REKLAM

        *

        Burgazada’da ilk durağımız Sait Faik’in müze evi oldu. Yazarın beyaz köşkü, daktilosu, kitapları, bastığı yerler, uyuduğu yatak, yemek yediği masa, yıkandığı banyo… Her şey hikayeciden kalmaydı. O zamana kadar hikayeciyi bir mekana yerleştirmemiştim. Hep balıkçıların arasında, yanında köpeği, ağzında sigarası, çelimsiz bir adam olarak yer etmişti hafızamda. Hoca’ya hiç beklemediği bir anda, “Bizi Kalpazankaya’ya da götürecek misiniz?” diye sordum. Şaşırdı. Kalpazankaya’yı nereden biliyordum? Yoksa daha önce İstanbul’a gelmiş miydim? Yoksa yoksa onları kandırmış mıydım? Oysa onlar özellikle İstanbul’u görmemiş bir talebe istemişlerdi. Ben sanki daha önce İstanbul’u görmüşüm gibi, İstanbul’u görmemiş arkadaşlarımın şaşkınlığına benzer bir şaşkınlık içinde değildim sanki; özellikle edebiyat bahsinde... Derdimi anlatmakta güçlük çektim. Vallahi de billahi de ilk defa geliyordum bu şehre. Biliyormuş gibi davrandığım her şeyi kitaplarda, romanlarda, buralarda geçen hikayelerde, şiirlerde okumuştum.

        Mesela Sait Faik’in bütün hikayelerini okumuşsanız eğer İstanbul’un her veçhesini tanır, her saklı yerine gitmiş olur, her gizli köşesini keşfeder, bütün sokaklarında dolaşır, bahçelerine girip çıkar, mevsimlerine aşina olur, havasını bilir, balıkçılarını tanır, küçük insanlarıyla dolaşır, meyhanelerine girip çıkar, kahvehanelerinde oturur, aş evlerinde yemek yer, pazarlarında dolaşır, satıcılarını görür, şerbetçilerini, simitçilerini, midyecilerini sever, vapurlarında martılara simit atar, gün doğumlarına gün batımlarına şahit olur, denizine sırtını döner, denizine bağrınız açar, seher vakitlerinde balığa çıkan balıkçılarına rastgele der, tan atımında fabrikalarına giden işçi kızlarının yüzündeki mahmurluğa bakar bazen üzülür, bazen aşık olur, bazen nara atar, bazen kahkahayla gülersiniz. Şehir başınıza vurur, martıları kovalar, köprü üstünde kendinizi kaybedersiniz.

        REKLAM

        Hem Sait Faik, Kalapazankaya’yı “Hişt, Hiş” hikayesinde anlatır. Adanın arka taraflarında, kırlardan geçen patika bir yol insanı o kayalara götürür. Orda tahta iskemleli bir kahve vardır.

        Adam Robert Kolej’de edebiyat öğretmenidir diye her şeyi bilecek hali yok ya! Bir şeyi de Hakkari’den gelmiş, daha önce İstanbul’u görmemiş bir Kürt çocuğundan öğrensin… O yolda yürüdük, diğer arkadaşlarımın kulaklarına geldi mi bilmem, o kır kahvesine gidinceye kadar Sait Faik’in duyduğu bütün sesleri ben de işittim. Bir edebi metin ruhunuza nüfuz etmişse eğer, siz yaşadığınız müddetçe kanınızda dolaşır. Kalpazankaya’da yukarıdan denizi seyrettik, oradan ayrılıncaya kadar Sait Faik ayrılmadı yanımızdan.

        Coğrafya hocası bir gün aldı bizi, Çamlıca Tepesi’ne çıkardı. Yahya Kemal’in; o sırada TRT’de “Şiir Dünyası” adıyla bir program yapan Necdet Evliyagil’in sesinden hafızamda yer etmiş olan;

        Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

        Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

        Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

        Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

        Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

        Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

        Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada

        Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

        şiiri işte tam o sırada gerçek anlamına kavuştu. Şiiri yazan şairin, vakti zamanında buralarda bir yerde bulunan Bektaşi Tekkesine gençlik arkadaşı Yakup Kadri’nin zorlamasıyla geldiğini, önce ahlayıp pufladığını, daha sonra meşke daldığını, gecenin sonuna doğru burada karşılaştığı Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanım’a aşık olduğunu, bu aşkın bir süre sonra ete kemiğe büründüğünü, Celile Hanım’a birçok şiir yazdığını, ayrıldıktan sonra bir daha görüşmediğini, yıllar sonra hapisteki oğlu Nazım Hikmet’in affı için Galata Köprüsü üzerinde imza toplayan Celile Hanım’ın yanından geçerken dönüp bir imza vermediğini, hayatı boyunca hiçbir riske girmediğini, yazdığı o muazzam şiirlerin ölümünden sonra bile onun koruyucu zırhı olduğunu bilmiyordum henüz.

        REKLAM

        O sırada gördüğüm manzaraya bakarken ilk defa kelimelerin bu kadar kudretli olduğunu şaşarak anladım.

        *

        Cumhuriyeti kuranlar, yüzlerce yıllık pay-ı tahtını buradan alıp Anadolu bozkırının ortasında yer alan küçük bir şehre, Ankara’ya taşımış; devlet orayı kendine başkent yapmış, İstanbul’a da kültürün, sanatın başkentliğini bırakmıştı.

        Böyle olmasaydı gece Açıkhava Tiyatrosunda Sabahattin Kudret Aksal’ın “Kahvede Şenlik Var” oyununu seyretmeyecek, Nişantaşı’nda Akademi Kitapevini, Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısını ziyaret edemeyecek, buralarda Attila İlhan’ın “Fena Halde Leman” romanını alamayacak; Fındıkzade Nilgün Sineması’nda Atıf Yılmaz’ın “Talihli Amele” filmini seyredemeyecektim.

        İki sene sonra oralarda başlayacak olan talebeliğimde müdavimi olduğum Beyazıt Camii’ne bitişik tarihi Çınaraltı Kahvesine her uğrayışımda bizi buraya getiren Robert Koleji edebiyat öğretmenin anlattıkları geldi aklıma.

        Buralarda eskiden Küllük Kahvesi vardı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi, Sait Faik, Reşat Nuri Güntekin, Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Peyami Safa, Cahit Sıtkı Tarancı, Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Salah Birsel, Faruk Nafiz, Abdulbaki Gölpınarlı, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülgen, İlhan Berk, Bedri Rahmi ve daha bir yığın yazar, şair, fikir adamı gibi müdavimleri vardı. Burada toplanır, edebiyattan, şiirden, dünya ahvalinden bahseder, şairler birbirlerine yeni yazdıkları şiirlerini okurlardı. Sonra ne oldu biliyor musunuz çocuklar? Beyazıt Meydanı’nı genişletmeye karar veriler. Aksaray’a giden yolu genişlettiler, Küllük Kahvesi yok oldu. Bütün o büyük yazarlar, şairler, şiirlerini, hikayelerini, romanlarını alıp karşı tarafa Marmara Kıraathanesine taşındılar. Bizim payımıza da (Çınaraltı Kahvesini göstererek) burası düştü.

        REKLAM

        Çınaraltı Kahvesi’nin sandalyeleri, masaları hâlâ tahtadandı. Geçip bir sandalyeye oturdum. Kim bilir o sandalyeye İstanbul’a aşık hangi şair, hangi yazar oturmuştu.

        *

        On beş günlük İstanbul gezisi bitip Van’a uçak yolculuğu için verdikleri paranın küçük bir miktarıyla otobüs biletini alıp gerisi cebimde otobüse bindiğimde, Boğaz köprüsünün üzerinde son defa baktım İstanbul’a. On beş günde başkalaşmış bir insan olarak dönüyordum Hakkari’ye. Ama artık yeni bir mekan yer etmişti içimde. Ne yapıp edecek, iki sene sonra üniversiteyi okumak için bu şehre gelecektim. Kendimi bundan sonra bu şehirde arayacaktım.

        İki sene sonra 1983’te geldim de. Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine kaydoldum. Geç bir sonbahardı. Şehri yeniden keşfederken hep iki sene önce buralarda bıraktığım izlerimi aradım durdum. İlk seyahat bana uğrayacağım durakları bir bir tanıtmıştı, şimdi yapacağım tek şey oralarda kalıcı olmaya çalışmak, kök salmak, alışkanlıklarını edinmekti…

        Şehir kolay sundu kendini bana. Sanki o zamanlar herkes herkesin sesini daha çabuk duyuyordu. Bir sürü yazar, şair yetişti imdadıma. Çoğuyla dost oldum, onlardan bir aile yaptım kendime.

        Bugün, şehre ilk geldiğim yıllara dönüp bakınca hissettiğim duyguya bir ad bulmaya çalışıyorum; çok zor. Nostalji değil benimkisi, zira zaman boyutunda ne kadar geriye gidersen git, durduğun yere duyduğun özlem, orada hayata başlayanlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Senin özlemin, başkasının hayata başladığı yerdir çünkü.

        O halde özlem de kesit kesittir. Neyi özlüyoruz? Geldiğim ilk yıllardaki hava kirliliğini mi, kaldırım taşlarına bastığın zaman altından fışkıran kirli suların üstünü başını berbat etmesini mi? Kirli, berbat, tıklım tıkış belediye otobüslerini m? Pis kokan Haliç’ini mi? Kirli, berbat sokaklarını mı? Ortalığı inleten klakson sesleriyle kilitlenmiş trafiğini mi? Evlerde akmayan sularını mı?

        Yazıya Şule Gürbüz’le başlamıştım, en iyisi onunla bitirmek:

        “Neyi özleyeceğini bilmek için biraz şuurlu olmak gerekir.”

        Diğer Yazılar