Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        TBMM’nin yüksek tavanlı, zemini mavi halı kaplı, birkaç metre yükseklikte raflarla dolu, arayacağın her kitabı masana getirdikleri büyük pencereli, ferah kütüphanesine girdim; içerde bir yığın meraklı okur vardı, asap bozucu bir sessizlik hakimdi her yere, “Ankara’ya usul usul kar yağıyordu”; görevliden “Hisar” dergisinin 1952 tarihli cildini istedim ve iki günden beri okumakta olduğum Sezai Karakoç’un anılarını kaldığım yerden okumaya devam ettim. Görevli biraz sonra mavi kaplı, fazla kalın olmayan “Hisar” cildini masama koydu, bilgiyi daha önce Mehdi Eker’den almıştım, derginin 1 Haziran 1952 tarihli sayısını açtım.

        Sezai Karakoç’un’un “Monna Rosa” şiiri derginin üçüncü sayfasının bütününü kaplamış, şiirin bitiminde kalan azıcık yere de Mecit Dikmen’in “Başlamasaydı Bu Sevgi” şiiri yerleştirilmişti.

        Bu “Monna Rosa”nın matbaa harfleriyle ilk tanışmasıdır, ilk defa yayınlanıyor yani. Şiir şu iki mısrayla başlıyor:

        “Monna Rosa, siyah güller, ak güller,

        Malatya gülleri ve beyaz yatak.”

        Hayda bu “Malatya” da nereden çıktı? Hemen arkasından “akrostişe” baktım; evet akrostişliydi şiir, her kıtanın başladığı harfler yan yana geldiğinde “Muazzez Akkaya(m)” ismi çıkıyor, burası tamam. Ama şu “Malatya” bahsine gelmeden önce Sezai Bey’in okumakta olduğum “Hatıralar”ıyla ilgili söylenebilecek birkaç söz var.

        *

        Kitabı okumaya başladığım andan beri herkesin bildiği “Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, av hikayeleri hep avcıları övecektir,” diyen meşhur Afrika atasözü çıkmıyor aklımdan. Zira Sezai Bey’i de hatıralarını yazıp bölüm bölüm “Diriliş”te yayınlamaya götüren kendisiyle ilgili sağda solda dolaşan yanlış bilgilerdir. “Madem herkes benim hakkımda bir yığın yanlış malumat yayıyor etrafa en iyisi işin doğrusu benim yazmam,” diyor ve girişiyor işe.

        Büyük şair-mütefekkir için “geçmiş çok azizdir”, fakat hatıralar aracılığıyla onu yeniden canlandırmak “ıstırap kaynağı”dır, “hele onu anlatmak, daha da beter”dir.

        Sezai Bey hatıralarında “ben” demiyor, “biz” kipiyle konuşuyor. Bazı insanlar böyledir, “ben” demeyi belki de “kibir” sayarlar, belki de bu durum fazla tevazudan ileri geliyor bilmiyorum.

        Kendisiyle ilgili bunca yanlış bilgiyle karşılaşınca yaşadığı süre boyunca, o zamana kadar başkaları hakkında okuduğu bir yığın malumattan da ister istemez şüpheye düşüyor, daha kitabının girişinde bu konudaki kanaatlerini yazıyor şair.

        Mesela Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazdıklarını dışında tutarsa eğer, Ahmet Haşim hakkında yazılan bir yığın şeyin “sevgi ve anlayıştan yoksun” şeyler olduğunu görmemek mümkün değil diyor. Burada Yahya Kemal’le ilgili bir anısına başvurur şair:

        Fakülte yıllarında Ankara’da Kızılay Meydanı’na, bugün billboardların asıldığı, o zamanlar karatahta şeklinde olan bir reklam-ilan panosunda, yılan gibi kıvrılmış, çıplak vücutlu bir kadın resminin altında, “Şair Yahya Kemal’in İlahî Kadın dediği dansöz Nana” ibaresini görür. Meğer bir gazino reklamıymış. Yahya Kemal’i bilen herkesin, o resmin altında o yazıyı okuduğunda şair hakkında olumsuz bir kanaata sahip olmaması mümkün değil. Sahi, bu kadar büyük bir şair bir dansöze nasıl “ilahi kadın” der? Zaten şair hakkında ortalıkta bir yığın tevatür dolaşıyor, üstüne de bu ilan…

        Aradan yıllar geçer. Yahya Kemal’in vefatından sonra da hatıratı yayınlanır. O kitapta büyük şair, en çok ninesinden bahsederken, onun çok dindar ve iyi bir kadın olduğuna yazdıktan sonra, “Biz ona ilâhî kadın Nana derdik” dediğini okur Sezai Bey. Şair bu bilgiyle karşılaşınca, Yahya Kemal’in bu hatırat anekdotunu alıp Dansöz Nana’ya yapıştırdıklarını fark eder. Şunları yazar:

        “Birinde Nana bir isim, öbüründe ise ninesinin Rumeli şivesindeki söylenişi. Belki de diğer yazılan şeyler de bu örnekteki gibi, yanlışlıklar ve yakıştırmalarla dolu.”

        *

        Anılardan yola çıkarak iki biyografi denemesi (Biri Yılmaz Erdoğan’ı, ötekisi Mehmet Uzun’u anlatır) yazmış olan birisi olarak söyleyeyim; bellek baş belasıdır. Hafıza kadar insanı yanıltan başka bir şey yoktur. Bir olay gelir aklına, sen yaşamışsın, yüzde yüz doğruluğundan eminsin, hafızana güvenir yazarsın, hemen arkasından aynı hadiseye şahit olmuş başka birisi çıkar senin hatırladığın olayın oluş şeklini senin hatırladığının tam tersi olarak anlatmaya başlar. Ortada bir kayıt olmadığı için de hangisinin doğru olduğunu gel de bul!

        Belki de edebi türler içinde insana en çok yardımcı olabilecek tür günlüktür. Hadise tazedir, eğer çarpıtmak gibi bir niyetin yoksa yazarak kayıt altına aldığın şey gerçeğe çok yakındır. Ama aradan yıllar geçtikten sonra anılara dalmak ve o hatıraların içinde gerçeği bulup çıkarmak bir hayli güç bir iştir, sen yaşamışsan bile!

        Bu yüzden Sezai Bey’in, şiirde rüştünü ispatladığı 19 yaşından itibaren hakkında ortaya atılan “yanlış birçok şeyi” hatırlayıp hepsine cevap vermesinin imkansızlığını belirttikten sonra, “Hatıralar, hatırlayabildiğim bu tür yazıların tümüne bir cevap olacaktır. Zaten hepsini hatırlayıp cevaplandırmam imkânsız. Hayatımın gerçeğini yazdığıma göre, buna zıt olarak söylenen ve yazılanları tekzip etmiş oluyorum ki bu da genellikle bu konudaki yanlışlıkları çoğunlukla düzeltmek için yeterlidir,” demesi bana göre beyhude bir çabadır. Zira Sezai Karakoç gibi büyük bir şairi bizim ve bizden sonra gelecek olan kuşakların gözünde küçültecek veya yüceltecek tek şey, onun hakkında yazılmış olan “yanlış birçok şey” değil, onun sanatıdır. Zamana karşı direnebilen tek şey iyi sanattır çünkü. Sezai Bey’in arkasında bıraktığı o her biri birer anıt gibi duran o muazzam şiirleri onu her türlü yanlıştan ve dünyevi kötü niyetten korumaya yeterdir. Bir de hatıra yazarak kendini “savunmaya” kalkışması pek yararlı bir iş olmasa gerek.

        Ha bakın sakın “keşke Sezai Karakoç hatırlarını yazmasaydı” dediğimi düşünmeyin; hatıra okumaktan müthiş zevk alan ve onlardan bir sürü yazı malzemesi çıkaran biri olarak bu hatıralar beni çok heyecanlandırdı ama hatıralardaki “doğru budur” diyen o savunmacı tavır şairi benim gözümde daha da yüceltmedi. O zaten büyük şair, küçük adamların onu bulunduğu yükseklikten aşağı çekme tavırlarının savunması şaire düşmez, bunu yaparken ister istemez birçok arkadaşına da haksızlık yapmak gibi bir duruma düşüyor niyeti bu olmasa da…

        *

        Mesela Cemal Süreya… Hatıralarında onun için “Bir nevi, yan yana akan, birbirine karışmayan iki su gibiydik,” diyerek hakkını veriyor, öte yandan da onu kendisiyle ilgili ortaya atılan bir yığın yanlış bilginin müsebbibi olarak da görüyor. Aslında Hatıralar’ı okuduğunuzda neredeyse önemli bir kısmında Cemal Süreya’ya “cevap yetiştiriyor” kanısına kapılıyor insan. Belli ki onu çok ciddiye alıyor ama öte yandan da şunları söylüyor ona dair:

        “Oysa olayları kafasında evirip çevirip istediği şekle sokan ve gerçeğinden çarpıtan kendisidir. Yazılarında, bu tür, sözde benimle ilgili anıların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor. Hep yozlaştırılmış, çarpıtılmış, yamru yumru hale getirilmiş hatıralar. Suçlama biçimine sokulmuş iddialar. Tümünü bir arada düşünürseniz, belli bir psikolojinin ürünü abartmalar ya da gizlenmeler, saklamalar, örtmeler olduğunu görmeniz kolaylaşır.”

        Gerçek böyle mi bilmiyorum. Ama ben Cemal Süreya’nın yazdığı hemen hemen her şeyi okumuşumdur. Özellikle Sezai Bey hakkında yazdıklarını da… Sezai Karakoç’un ne kadar büyük bir şair olduğunu, “laik cenaha”, “sol camiaya” tanıtan tek kişi Cemal Süreya’dır, Ece Ayhan’ın da katkısını unutmamak lazım. (Sezai Bey Ece Ayhan’dan da bahseder, ama ona Cemal Süreya’ya davrandığı gibi kıyıcı davranmaz, sadece şiirlerini yazarken işe başkalarını da karıştırdığını söyler, şiiri masaya yayar, herkesin fikrini alır, böyle şiir olur mu falan der) Hem Cemal Süreya ona “Sezo” der, aralarının bozuk olmalarına hayıflanır, onu çok özler, uzaktan gördüğü evine gidemiyor olmasına üzülür, günlüğünde şunları yazar:

        “Milliyet Yayınları’nda, pencereden bakıyorum. Yerebatan’a uzanan caddenin üzerinde şu karşıki binanın üst katında Sezai Karakoç oturuyor; penceresi görünmüyor ama işte orada. Ne tuhaf, bu kadar yakındayız da bin yılda bir görebiliyoruz birbirimizi. O da sokakta rastlarsak.

        Sezai başka keyfiyet.

        Yaşlandık be Sezo!”

        Birbirlerini seviyorlar. Kıskanç, habis edebiyatçılar dünyasında birbirlerine borç mısra verebilecek kadar, birbirlerinin sanatını göğe çıkarabilecek kadar seviyorlar. Mesela Karakoç, Süreya’nın, “Laleli’den dünyaya giden bir tramvaydayız” dizesini “yeni şiirin” (İkinci Yeni) başlangıç mısraı sayar; yine Sezai Bey’in hatırlarından öğreniyoruz ki ilk dönem şiirlerinden birisinde, “Kan rengi bir kadın gömleği giydirmiş bana” dizesini “karanlık” buluyor şair; Cemal Süreya “o mısraı bana ver”, o da “hadi senin olsun” diyor. Bu mısra Cemal Süreya’nın şiirine “Bir kadın gömleği üstümde” şeklinde yer alırken Sezai Karakoç’un şiirinde, “Kan rengi bir gömlek giydirmiş bana,” şeklinde yer alır. Başka mısraları da Cemal Süreya ondan borç alır, o da seve seve verir.

        Sezai Bey’i “Hatıralar”ında Cemal Süreya’ya karşı bu kadar “kıyıcı” yapan başka bir şey olsa gerek; daha derin bir yara ki o yaranın sızısı “Monna Rosa”nın yazılışına kadar geriye gidiyor sanki, belki de bir “kız meselesine”, kim bilir. Bunu bulup ortaya çıkarmak benim değil, biyografi yazacak edebiyat tarihçilerinin işi…

        *

        Sezai Karakoç; “Hisar”da değil de “Mülkiye Dergisi”nde çıkan haliyle teksir edilip çoğaltılarak elden ele dolaşmasıyla birlikte “başına bela olan”, adından daha meşhur olan şiiri “Monna Rosa” dan uzun uzun, en az Cemal Süreya’dan bahsettiği kadar bahseder hatıralarında.

        “Monna Rosa”yı, şiirden “gülü” atıp onun yerine “nasırı” sokan Garip akımına, Orhan Veli ve arkadaşlarına başkaldırıp Türk şiirine yeniden “gülü” sokmak için yazdığını belirtir. (TBMM Kütüphanesi’nde Mülkiye Dergisi’ni istedim, görevli gitti, bir süre sonra bilimsel makalelerin yazıldığı bir dergiyle geldi, aradığım dergi ne yazık ki yoktu orada, şiirin dergideki halini göremedim dolayısıyla…)

        Türk şiirinde Garipçilerle birlikte unutulan o güzelim “gülü” geri getirmek mi, yoksa gülün şahsında aşık olduğu Muazzez Akkaya’ya bir Mecnun misali aşkını hissettirmek için mi yazdı şair o şiiri bir şey diyemem; şair şiire tekrar gülü sokmak için yazdığını söyler, beyanı esastır ama amacı ne olursa olsun şiirden ve ona yüklenen anlamından bağımsız tam 70 yıldan beri sanki biraz önce yazılmış gibi, “gulan” ayında yeni açılan taze bir gül gibi kokusu üzerinde bir şiir var karşımızda.

        *

        Birinci Monna Rosa, “Malatya gülleri” biçimiyle Hisar dergisinde yayınlanır. Şiir kısa sürede dağa taşa, geceye gündüze, kalbe gönüle işlenir. 1952 yılının Eylül ve Ekim aylarında İkinci Monna Rosa’yı yazar şair. Birincisine “Monna Rosa 1 Aşk ve Çileler” adını verir. İkincisine de “Monna Rosa 2 Ölüm ve Çerçeveler”… İlki bir gencin ağzından yazılmıştı. İşin içinde akrostişle somut bir kadının adı olduğuna göre bizzat kendi ağzından yazmış şair. Kendi aşkını anlatıyor Muazzez Hanım’a. İkincisinde belli ki “pinpon oynayan” “muhacir kızından” umudunu kestiği için anlatıcı gencin ölümünü yazar şair. Şiir hâlâ bitmemiştir, sonbaharda kendini yazdırmaya devam eder şaire. Üçüncü Monna Rosa’yı yazar. Bu kez sözü, delikanlı öldüğüne göre kız alır, artık anlatıcı odur. Adı “Monna Rosa 3 Aşk ve Çileler”dir. Belli ki o sonbahar çileli bir sonbahardır. “Muhacir kızı” pinpon oynuyor, Sezai buz gibi bir nazarla seyrediyor onu, içi kıyılıyor, canı yanıyor, zaman donmuş, an sakız olmuş yapışmış masaya, her şey ele bulaşıyor, “Ha Sezai ha ping-pong masası/Ha ping-pong masası ha boş tüfek /Bir el işareti eyvallah ve tak tak"… Sezai artık masanın kendisi olmuş, karşısında Monna Rosa’yı yazdığı kız… “Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi/Ne kadar güzel ne kadar sıcak.” O halde yazmaya devam… O senenin yılbaşı gecesi… 1952’yi 53’e bağlayan gece… Herkes yeni yılı karşılıyor, Sezai Karakoç öğrenci yurdunun soğuk odasında yeni bir “Monna Rosa” daha yazıyor, adı “Ve Monna Rosa”dır. Bu kez ne Leyla ne de Mecnun vardır, Mecnun sözünü söylemiş ölmüş, Leyla da şiirini söyledikten can vermiş, bir kez daha sözü ilk şiirde olduğu gibi tekrar şair alır. Bir rüyadan uyanmak gibidir bu bölüm.

        Şiir, yukarıda adları zikredilen bölümleriyle, eksiksiz haliyle 1953 yılında Mülkiye Dergisi’nde yayınlanır. Ancak “Malatya gülleri” gitmiş, yerine “Geyve’nin gülleri” gelmiştir. Zira “Muhacir kızı” Geyveli’dir ve her aşığın aşkının yaşadığı mekanı merak etmesi gibi, o da Geyve’yi merak etmiş, oralara gitmiş, “muhacir kızına” varlığı hissettirmeden geri dönmüştür.

        Keşke Sezai Bey hatıralarında bu yolcuğundan da bahsetseydi, ne muhteşem bir bölüm olurdu.

        *

        Sonra şiirdeki akrostiş keşfedilir. Aynanın sırrı dökülür. Mona Rosa herkesin diline düşer. Aşıklar birbirlerine okur, sevenler birbirine yollar. Gecelerde bu şiir, arkadaş toplantılarında, aşık buluşmalarında bu şiir… Sezai Bey için “Monna Rosa şairi olarak anılma tehlikesi baş gösterir.” Sıkılmaya başlar. Elden ele teksir halinde dolaşan şiirin bir kitabına girmesine mani olur. Kulağına kadar gelen bazı efsaneler, bazı hikayeler onu iyice rahatsız eder.

        “Monna Rosa”nın çilesi bitmez. Şair yıllar yılı bu şiirine adeta küser. Hatıralarını yazdığı sırada bu şiir henüz bir kitabında yer almamıştı. Bu yüzden hatıralarında, “Tüm şiirler bir kitap halinde toplandığında ya da şiir kitaplarımın sonuncusu olarak ‘İlk Şiirler’ adlı kitabım yayınlandığında tekrar gün ışığına çıkabilir” der.

        Uzun yıllardan sonra Mona Rosa şairin “İlk Şiirler” kitabında yer bulur kendine ama bambaşka bir halde. Araya zaman girmiş, hani her şeyi yakıp yıkan, kırıp döken, unutturan, can yakan zamanla birlikte Monna Rosa’daki güller ne Malatya’nın ne de Geyve’nin gülleridir artık, şairin güller için bulduğu yeni mekan “Gülce” denilen bir yok yerdir. Akrostiş de bozulmuş, küllenen o aşk uzun bir ömrün silindiri altında ezilmiş, “muhacir kızı” harflerini alıp şiirin kuyusunda kaybolmuştur.

        *

        Cemal Süreya’ya gelince… Hatıralarında güzel sözler söyler ona dair ama hemen arkasından sanki yazdıklarından pişman olmuş gibi bir havaya bürünür. Cemal Süreya’nın solculuğunu “rağbetin solda” olmasına bağlar. “Birçok yıldan beri” kendisine karşı “olumsuz bir tavır” takındığına inanır. Ancak bunu açıktan değil, “gizliden” yaptığını söyler. Sezai Karakoç’a göre Cemal Süreya “zeki olduğundan, okuru aldatabilir”, kendisi hakkında “okurun şuuraltına olumsuz bir tohum” ekmeyi tercih eder. Ona göre Cemal Süreya’nın kendisi hakkında anlattığı birçok anı ve anekdot “çarpıtılmış”tır.

        Şöyle bağlar Cemal Süreyya bahsini:

        “Cemal, zaman içinde, zekâsını, kurnazlığa ve insan ilişkilerini bir iskambil kâğıdı gibi toplayıp dağıtma yönünde uzmanlaşmaya doğru kaydırdı. Bazı konularda çok duyarlı olan Cemal, dostluğun özü olan vefa, doğruluk, gerçeklik unsurlarını adeta kale almaz bir tutumun içine girdi zamanla.”

        Borç dize verdiği, yanında akan su olarak gördüğü arkadaşı hakkında neden böyle düşünüyor acaba? Bu sorunun cevabını artık kimse öğrenemeyecek. Oysa Cemal Süreya onu “daha yetenekli bir Mehmet Akif ile dürüst bir Necip Fazıl’ın” toplamı olarak görüyordu. Ona göre Sezai Bey, “Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur. En ilkelle en modern arasında durur.”

        Sezai Karakoç hatıralarında arkadaşı Cemal Süreya’yı “küçük de düşürmez, büyük de…”

        Sevmekle nefret arasında bir yerde durur.

        Diğer Yazılar