Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir yazarın ölümünün üzerinden 70 sene geçince, eserleri üzerindeki telif hakkı da kalkar; 70 seneden sonra o yazarın kitapları artık “amme malı” haline gelir. 2022’de; birkaç roman da yazdığı halde daha çok hikayeci olarak bilinen Memduh Şevket Esendal’ın da kitapları üzerindeki telif hakkı kalktı. Daha önce birkaç yayınevi tarafından basılan Esendal’ın toplu eserlerinin önemli bir bölümünü İletişim Yayınları da bu vesileyle yayınlamaya başladı.

        Türkiye’de yazı hayatı en uzun sürmüş yazarlardan birisidir Esendal. 1908’de yazmaya başlamış, tam 44 sene hiç ara vermeden yazmış, 1952’deki ölümüne kadar sürmüş yazı işçiliği.

        Hikaye yazma rekoru onda mı, Aziz Nesin de mi bilmem ama şu ana kadar tespit edilmiş 300 hikayesi olduğu söylenir. İki de romanı var. Bu kadar çok hikaye yazmış olmasına rağmen sağlığında sadece iki hikaye kitabı yayınlanmış; o da herhangi bir yayınevinden çıkmamış, kendi imkanlarıyla bastırmış kitaplarını yazar.

        *

        Rahmetli Vedat Günyol’dan ne çok duydum adını! Her vesileyle bir fırsatını bulur mutlaka sözü ona getirirdi. Yazar arkadaşlarının adlarını, soyadlarını bozarak küçük şakalar yapmaktan pek hoşlanırdı Vedat Günyol; Mina Urgan’a “Mina Yorgan” der, Salah Birsel’e “Salak Birsel”, Hilmi Yavuz’a “Hilmi Havuz” der, Memduh Şevket Esendal’ın ise hiç adını söylemez “Meşe” der geçerdi. “M.Ş.E” müstearını Memduh Bey’in severek kullandığını bilmiyordum o zaman; yayınlanan ilk roman “Ayaşlı ve Kiracıları”nı bu müstearla çıkardığını, kitaplarında künye sayfalarında bir de “meşe palamudu” çizdiğini, bununla zaman zaman kullandığı “M.Ş.E” müstearına gönderme yapmış olabileceğini İletişim’in kitaplarının başına koyduğu nottan öğrendim; Vedat Günyol adama “Meşe” dedikçe ben de kahkahayla gülerdim. O vakit Hoca ciddileşir, “Ne gülüyorsun, meşe dediysek kütük demedik” der, sonra o da gülerdi. İlk ondan duymuştum. İlkokul dahil, hiçbir okuldan mezun olmamıştı Esendal. Alaydan yetişmeydi. Daha 23 yaşındayken 1906’da, o zamanların bir hayli gizli bir teşkilatı olan İttihat ve Terakki’ye girmiş, çok geçmeden cemiyette önemli bir mevki edinmiş, teşkilat onu müfettiş yapıp Anadolu ve Rumeli’ye göndermiş, böylece memleketi baştan başa gezmiş, tanımış, fırsat buldukça hikaye yazmış ama onları bir yerde yayınlamamış, ilk zamanlar siyasi faaliyeti edebi faaliyetin önüne koymuş, ilk hikayesini Cumhuriyet’ten sonra 1925’te arkadaşlarıyla kurduğu “Meslek” dergisinde yayınlamıştı.

        *

        23 Nisan 1920’de kurulan TBMM’nin yurt dışına gönderdiği ilk büyükelçi Memduh Şevket Esendal’dır.

        Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, TBMM’nin kurulmasından beş gün sonra kuruldu.

        Memduh Şevket o sırada Ankara yakınlarında bir köyde istirahat ediyordu. Bir gün, “kareli bakkal kağıdına kurşun kalemle yazılmış” bir telgraf aldı. Telgraf, TBMM Başkanı Mustafa Kemal’den geliyordu:

        “Ruslar benden avamdan yetişmiş bir temsilci istediler. Aklıma sen geldin. Görüşmek üzere Ankara’ya bekliyorum. Mustafa Kemal.”

        Çok sonra 1952’de “Varlık” Dergisine verdiği bir mülakatta Memduh Şevket bu hadiseyi şöyle anlattı:

        “Bendeniz, beyefendi, (…) Cumhuriyet hükümetinin harice gönderdiği ilk resmi memur olmak şerefine ermişimdir. Benden hariciyeci mi olur beyefendi? Lakin ne yaparsınız, adam yoktu o sıralar… Hakikat bu… Tevazu gösteriyorum zannetmeyiniz. Hele bendeniz bu mesleğe asla hazırlıklı değildim. (…) O sırada Rusya’da bir Bolşevik Hükümeti kurulmuştu. Bizimle siyasi münasebet tesis etmişler. Bir sefir gönderin ama şöyle ‘avamdan’ biri olsun demişler. (…) Pek hoşuma gitti ‘avamdan’ biri olmam. Yapamam dedim, yaparsın dediler, kalktık gittik.”

        Bir ara teklif edilen Moskova Büyükelçiliğini ret etmesiyle birlikte sırasıyla Bakü, Tahran ve Kabil elçiliğinde hayatının toplam 17 senesini sefir olarak geçirdiği halde, o bir diplomat olarak değil, Türk hikayeciliği dendiğinde akla gelen ilk yazarlardandır.

        *

        Ümmidir. Girdiği hiçbir mektebi bitirmemiş, kendi kendini yetiştirmiş bir yazardır. İttihatçıdır, sonradan mecburi diplomat, milletvekili, CHP Genel Sekreteri ve en önemlisi hikaye ve roman yazarıdır. Alim bir tarafı da var, 1950 yılına kadar siyaset hayatında aktiftir ama yazarlığı elden hiç bırakmamış.

        İzmir Suikastından sonra çokça da İsmet Paşa’nın koltuk çıkmasıyla “Üç Aliler Divanı”nın ipinden kurtulmuş, 1930 Ağrı’daki Kürt isyanından sonra askerlerin isyancıları İran sınırları içinde de takip etmesini doğru bulmamış, bu yüzden Tahran Büyükelçiliği görevinden alınmış, bir süre Atatürk’ün danışmanlığını yapmış, Faik Öztrak’tan boşalan İçişleri Bakanlığı görevini “yapamam” diyerek ret etmiş, Moskova Büyükelçiliğini kabul etmemiş, herhangi bir Avrupa başkentinin de; farklı fikirleriyle de Kemalist ideolojinin dış çeperinde kalmış ama dürüstlüğüyle de hep çemberin içindeki yerini korumuş bir tuhaf ademdir.

        *

        Rumeli göçmenidir. Babası Çorlu’ya yerleşmiş, Esendal da burada dünyaya gelmiş. Okul işini becerememiş, erken yaşlarda İttihatçılarla tanışmış, Kara Kemal’in yanına çırak yazılmış, onun yetiştirmesidir. Mütareke döneminde kovuşturmaya uğramış, iki yıl kadar saklanmış, onu saklayanlardan birisi de Çetin Altan’ın babasıydı. Çetin Altan yazılarında sık sık ondan bahsederdi. Çetin Altan için o “hem damıtılmış bir yazar hem de babasının dostu”ydu. Her karşılaşmalarında Ankara’daki “oligarşiden” şikayet ettiğini yazar Çetin Altan. Onu her gördüğünde Memduh Bey’in, “Ankara’da üç kişi baş başa verir, ‘oldu oldu’ yaparlar ama 0 üç kişinin ‘oldu oldu’ yapmasıyla, öngörülen sonuç bir türlü olmaz” dermiş.

        Mustafa Şerif Onaran’ın yazdığına göre, Mülkiye ikinci sınıfa kadar bütün okulları dışarıdan sınavla bitirmiş. Rusça, Farsça, İtalyanca başta olmak üzere bir sürü dil bilir, aynı zamanda kendi çapında resimler yapan bir ressamdı. Ama o müfettişken de sefirken de milletvekiliyken de CHP Genel Sekreteriyken de yazarken de hep “avam”dı, avam kaldı. Hiçbir ideolojinin şemsiyesine sığınmadı, hiçbir liderin peşine takılmadı, memleket ahvalini düşündü ve “kurtuluş” için tamamen özgün bir “ütopya” geliştirdi. Ama bu “ütopyayı” empoze etmek için de tığ teber şahı merdan ortalığa çıkmadı, diyeceğini dedi, düşündüğünü aktif görevdeyken yapmaya çalıştı, başarılı olamayınca da görevi bıraktı, elinden geldiğince siyasi fikirlerini sanatından uzak tuttu.

        Halk adamıydı. Fırsat buldukça kahvelere gidip oturur, oradakilerle sohbet ederdi. Ona göre “halkı kurtarmak” için önce onu “sevmek” gerekiyordu, oysa bizde halkı kurtarmaya kalkışanların tümü halktan nefret ediyordu. Bu sevgisini fazlasıyla hikayelerine yansıttı.

        Onun “halkçılık” anlayışı Genel Sekreterlik yaptığı CHP’nin halkçılık anlayışından farklıydı. Bir şeyleri değiştiremeyeceğini anlayınca da 1946 seçimlerinde genel sekreterlikten ayrıldı. (Genel sekreterlik yaptığı süre boyunca odasındaki makam koltuğuna hemen hemen hiç oturmadığı, bir köşeye attığı tahta sandalyede oturduğu, özel sohbetlerinde de politika, yazarlık ve sefirlik hayatındaki başarılarından hiç bahsetmediği anlatılır, oysa Kars Antlaşmasının altında onun imzası vardır.)

        *

        Bir diğer adı “Gandi”ydi; bizi “toprak uygarlığının” kurtaracağına inanıyordu. Eğer bir endüstri gelişecekse, bu endüstri toprak ürünlerinin işlenmesiyle mümkündü. Bahçeli evler, yatay bir mimari, oya gibi işlenmiş tarlalar… Bu tarlalar köyleri köylere, köyleri şehirlere bağlayacaktı.. Toprak bol ürün verecek, doğa cömerttir, yeter ki dilinden anlayalım… İnsanlar ancak böyle bir toprak üzerinde mutlu olabilirdi.

        Ona göre iki tür medeniyet vardı; “Amudi Medeniyet” dediği sanayi medeniyeti ile, “Ufki Medeniyet” dediği toprağa dayalı medeniyet… Sanayi medeniyeti sürekli mutsuzluktu. İnsanlık bunu denedi ve başarısız oldu, mutluluk getirmediği gibi tam tersine birçok mesleğin sonunu getirdi, toplumu ve bireyi ayakta tutan değerleri emdi bitirdi. Hayatının son günlerinde M. Sunullah Arısoy’a verdiği bir mülakatta, “Bugün gördüğümüz şeyler var ya, şu atomlar, yeni silahlar, icatlar, iktisadi ve siyasi krizler, buhranlar, hepsi bu medeniyetin, Amudi Medeniyetin çökmekte olduğunun delilidir,” dedi.

        Bu fikrini bazı hikayelerine de aksettirdi.

        Esendal’a göre kurtuluş, Ufki, yani toprak medeniyetindedir. Bu medeniyet tarıma ve geleneksel sanatlara dayanır. Toprak medeniyeti günün birinde mutlak galip gelecek, insanlar bununla huzur bulacak, milletleri ancak bu medeniyet istikrarlı bir hayata kavuşturacak. Şöyle bir ülke hayal eder “Yurda Dönüş” hikayesinde…

        Ülkenin doğu sınırlarından itibaren her tarafı ormanlarla kaplı, ağaçlıklı yemyeşil bir memleket. Dikine mimari yok, bütün evlerin bahçeleri var, evler tek katlıdır, köyler, kasabalar hep bir örnek… Bu yeşillik içinde sağlıklı, gürbüz, huzurlu ve müreffeh insanlar. Kağıt, şeker, yağ, dokuma fabrikaları… Van’da, Ahlat’ta, Muş’ta, Beyşehir ve Afyon dolaylarında “Oğuzluk” ve “Uygurluk” üniversiteleri, fakülteler, laboratuvarlar, sağlık ocakları… Halk eğitimi evleri, eğlence mekanları, yabancı dil bilen, çalışkan, medeni gümrükçü köy kızları… Neredeyse bitirilmiş bürokrasi, toplumun yakasından elini çekmiş bir devlet, varlığı hissedilmeyen, sevgi, hoşgörü, kanaat ve çalışkanlıkla hasletleri güçlendirilmiş bir sosyal bünye…

        Kemalizm’in önemli ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir, bu fikirlerinden dolayı Esendal’ı, “sanayinin ve sanayi medeniyetinin düşmanı” ilan ederken; kendisi gibi doğaya ve insana aşık şair Cahit Külebi, onun “Türkiye ütopyasını” şöyle özetler:

        “Ankara’dan çıkıp ne kadar gitseniz sonu gelmeyecek bir şehir, daha doğrusu bir kasaba, ta sınıra kadar. Ardı sırası gelmeyecek küçük, güzel evler. Bağlar, bahçeler. Ekilmiş tarlalar. Ve küçük mülklerin mesut sahipleri: Saide gibi. Selim gibi vefalı, evcil kadınlar, çalışkan, sağlam yapılı erkekler, tosun gibi çocuklar.”

        *

        Memduh Şevket Esendal, ne Yakup Kadri’nin “Yaban” romanıyla başlayan “kurtarsa kurtarsa memleketi aydınlar karanlıktan kurtarıp ışığa kavuşturacak” diyen yaygın Kemalist edebiyatçılar veya işçilerin köylülerin bilinçlenmesiyle düzenin ezilenler lehine değişeceğine inanan sosyalist yazarlar gibi düşündü. O “halka” dair gerçekçi olmayan, ayakları yere basmayan, idealleştirilmiş, romantik fikirlerden uzak durdu. Hayatı edebiyat ve siyaset içinde geçti ama edebi şahsiyetini hiçbir zaman siyasi şahsiyetine karıştırmadı, sanatını siyasetten hep uzak tuttu.

        Sanatçı olarak kendine tek bir görev biçti; toprak medeniyetinin bayraktarlığını yapmak! Ona göre toprak medeniyetini hükümetler getiremez. Bu sanatkarın işidir. “Bu fikri, çok taraflı işleyip, geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, ‘toprak medeniyeti’ fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam sanatkardır,” dedi.

        Ona göre sanatkarlar, “liderlik edenler” ve “takip edenler” olmak üzere ikiye ayrılır. Liderlik edenler, her daim toplumların önüne yeni ufuklar çizer (Vedat Günyol’un çok uzun yıllar yayınladığı edebiyat dergisinin adı “Yeni Ufuklar”dı), yeni fikirler üretir, hep bir adım ötesini düşünerek hareket ederler. Bu tür sanatçılar enderdir. Esendal kendini bu tür bir sanatçı olarak görmez, o kendini takip edenler safında görür. Bu tür sanatçılar var olan durumun tespiti yapar, toplumu kavramakla, onu takip etmekle yetinirler. Bu yüzden hikayelerinde, kendi ütopyasının, yani tarım medeniyetinin bayraktarlığını yapmaz, kendini bir tanık yerine koyar.

        *

        Memduh Şevket Esendal “küçük insanların” yazarıdır. Küçük insan, çoğunluk olduğu halde hiçbir zaman fikri sorulmamış, yönetimden uzak tutulmuş, yönetici memur, bürokrat ensesinde boza pişirmiş, küçümsemiş, horlamış, itilmiş kakılmış, bütün hakları elinden alınmıştır. Üreten hep onlar olmuş ama bölüşümde hak ettiği payı alamamış. Küçük insanın dünyası da küçüktür.

        İşte bu küçük insanın derdi, Esendal’ın edebiyatının da asıl meselesidir.

        *

        Memduh Şevket Esendal, Türk edebiyatında, hikayeye tarz kazandırmış bir yazardır. Öğrendiği Rusça sayesinde Çehov’u ilk keşfedenlerdendir. Bu keşfiyle Türk edebiyatına “Çehov tarzı” hikaye anlayışını getirdi. Gelmiş geçmiş en büyük diyalog yazarıdır. Kahramanlarını konuşturmada üstün bir yeteneği var. Çok ünlüdür, ününü de hak etmiştir. “Ütopyası” olan yazardır. Halkçıdır ama halkçılığı sahte değildir. Ona göre bütün sorunların kaynağı Ankara’daki hükümettir. Devlet bürokrasisi, bu memleketin ayağındaki prangadır.

        Dili sade, pürüzsüzdür. Bunu nasıl becerdiğiyle ilgili sorulan soruya ise cevabı şudur:

        “Edebiyatı bilmediğimden, marifetsizliğimden sade yazmışımdır. Bilsem öyle düpedüz yazar mıyım hiç? Köylü bir şeyi söylerken dikine, olduğu gibi söyler. Neden? Süslemesini bilmez, benzetmesini bilmez, anlatmasını bilmez de ondan. Marifetli insanlar öyle yapmazlar. Sözlerine, yazılarına marifetlerini sokarlar; hünerlerini gösterirler. Aslını sorarsanız marifet hayatın içinde hayata uymayan bir şeydir.”

        *

        O tevazu sahibi marifetli adamlar, bizi bugünkü had bilmezliğimizle baş başa bırakıp gittiler; medyanın sosyaline, insanın hadsizine kaldık.

        Yazıyı, eskiyle bağını koparmadan yenileşmeyi savunan Muallim Naci’nin çok bilinen şu beytiyle bitirelim o halde:

        “Marifet iltifata tabidir/Müşterisiz meta zayidir”

        Diğer Yazılar