Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünya edebiyatında hikaye deyince akla gelen ilk isim olan Anton Çehov’un “Köylüler”hikayesi 1897 yılında yayınlandı ve büyük bir fırtına kopardı Rusya’da. Bu fırtına bir süre sonra adeta bir entelektüel sarsıntıya dönüştü; Rus entelijansiyası birbirine girdi. Çehov, küçük bir hikayeyle “Rus ruhunun” en derinine inmiş, orada yatan kutsala kaleminin sivri ucunu acımasızca batırmıştı. Münevver takımının hop oturup hop kalkmasının sebebi buydu.

        Bizde de benzer bir hadise 1932 yılında yaşandı. Çehov’un hikayesinden tam otuz beş sene sonra Yakup Kadri “Yaban” romanını yazdı. Çehov Rusya’da neyi tetiklediyse, Yakup Kadri de bizde benzer bir şeyi tetiklemiş olacak ki o gün başlayan tartışma bugün de bitmiş değil.

        *

        Peki Çehov “Köylüler”iyle Rusya’da muazzam bir entelektüel tartışmaya yol açtığında bizde durum neydi?

        Hikayenin yayınlanmasından çok değil yirmi sene önce biz ilk Anayasa’yı yazmış olan Mithat Paşa eliyle Sultan Abdülaziz’i bir darbeyle alaşağı etmiş, onun yerine yeğeni Beşinci Murat’ı geçirmiş, üç ay sonra “bu oğlan delidir” diyerek yine bir darbeyle onu da indirip saraya kapatmış, yerine kardeşi Abdülhamit’i geçirmiş; yeni Sultan “meşruti bir hükümet” sözü vermiş, Mithat Paşa’yı sadarete getirmiş, bir sene sonra Kanun-i Esasi’yi ilan etmiş, bir sene sonra da “Mithat Paşa darbecidir” diyerek onu sadaretten indirerek Taif zindanlarında boğdurmuş, Anayasayı rafa kaldırmış, memlekete her türlü entelektüel ve siyasi hürriyete son verilmiş, Meşrutiyet döneminde Fransız kültürünün etkisiyle ortaya çıkmış “vatan ve hürriyet” şiarını benimsemiş olan ve daha çok zabit ve devlet memurundan müteşekkil küçük bir entelektüel zümreyi susturmuş, sürgün fermanı hünkarın kılıcı olup kesmeye biçmeye başlamış, dışarı kaçmış olan siyasi sürgünlerin yazdığı risaleler içerde kapışılmış, devleti kurtarmak için değişik fikirler yer altına inmiş, İttihatçıların biti yavaş yavaş kanlanmış, kültür tarlası çoraklaşmış, Servet-i Fünun dergisi istisna tutulursa, edebiyat, sanat, kültür adına kelimenin tam anlamıyla sefil bir durum yaşanıyordu memlekette.

        REKLAM

        Peki, “Köylüler” hikayesini yayınladığında Çehov’un memleketi Rusya’da durum neydi?

        Siyasi gelişmeleri bir tarafa bırakacak olursak; 1861’de toprakta serfliği kaldırarak köylüleri azat etmiş, bugün bile dün matbaadan çıkmış gibi ilgiyle okuduğumuz “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina”, “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Babalar ve Oğullar”, “Ölü Canlar”, “Yevgeni Onegin”, “Yüzbaşının Kızı” gibi kitaplar bu ülkede yayınlanalı neredeyse otuz-kırk yıl olmuştu.

        *

        Vaktiyle Zeki Baştımar tarafından Türkçeye çevrilen “Köylüler” hikayesinde Çehov; Moskova’da “Slav Pazarı Oteli”nde çalışan Nikolay Çikildeyev adında köyden şehre gelmiş bir garsonu anlatır. Garson günün birinde hastalanır ve işini bırakmak zorunda kalır. Varını yoğunu doktorlara harcar ama nafile; elinde avucunda bir şey kalmayınca, sersefil, perperişan, hasta ve işsiz bir halde, mecburi ailesini de alarak geldiği köyü Jukov’a döner. Köydeki ailesi bu dönüşten pek memnun değildir. Kara ekmeği suya batırarak büyük bir hırsla yiyen evdekiler zar zor karınlarını doyuruyorken, üstüne bir de “beslenecek yeni boğazlar” getirmiş Jukov. Yoksulluk kâbus olmuş çökmüş insanların üzerine… Ağır işler altında vücutları yara bere içinde köylüler… Bitmek bilmeyen yaman bir kış… Her yeri sarmış olan bereketsizlik… Açlık, pislik içinde, hayvanca bir hayat… (“İzba’dakiler (köy evi) hiçbir zaman şöyle rahat bir uyku uyumamışlardı, bunaltıcı, bıktırıcı bir şeyler herkesin uyumasına engel olurdu; ihtiyara sırtının ağrısı, nineye kaygılar, öfke, Matiya'ya korku, çocuklara kaşıntı, açlık. Şimdi yine aynı rahatsız uykuydu; bir yandan öbür yana dönüyorlar, sayıklıyor, su içmeye kalkıyorlardı.”) Köy tuhaf bir yerdir üstelik. Her şeyden şikayet ediyor köylüler. (“….vergi borcundan da, baskıdan da, bereketsizlikten de yerel yönetimi suçlu buluyorlardı. Ama hiçbiri yerel yönetimin ne olduğunu bilmiyorlardı.”) Bir süre sonra hasta garson ölür. Köyde kaldığı kısa süre zarfında zayıflayıp çirkinleşen karısı ise çocuklarını alarak Moskova’ya geri döner. Dönerken, köy hakkındaki fikrini Çehov kadının ağzından şöyle dile getirir:

        REKLAM

        “Yaz ve kış aylarında bu insanların sığırlardan bile daha kötü koşullarda yaşadıkları aylar oluyordu ve hayat gerçekten de korkunçtu. Kaba, namussuz, kirli ve sarhoştular; her zaman kendi aralarında kavga ediyor, tartışıyor, birbirlerine saygı duymuyor, karşılıklı korku ve şüphe içinde yaşıyorlardı. Meyhaneleri işletip köylüleri sarhoş edenler kim? Köylü. Köyü, okulu ve cemaat fonlarını zimmetine geçirip hepsini yiyip içen kim? Köylü. Köylüsünü soyup evini yakan ve mahkemede bir şişe votka için yalan yere yemin eden kim? Köylü. Evet. Öyle… Bu insanlarla yaşamak korkunç; yine de bu insanlar, acı çeken ve diğer herkes gibi ağlayan insanlar ve hayatlarında bunu hoş gösterecek hiçbir şey yok.”

        *

        Zurna da tam burada zırt dedi işte.

        O zamana kadar Rus aydınları arasında “köylü erdemlidir”, “her şeyi bilendir”, “sezgileri kuvvetlidir” yaygın görüşü bu hikayeyle ağır bir darbe aldı. Çehov bir putu kırmış, köylü mitini yerle bir etmişti. Köylü artık ahlak timsali değildir, sadece insandır. Yoksulluğun vahşileştirdiği bir insan; “insan aç kalmaya görsün inançlarını bile yer”demiş ya alim, aç kaldıkça saldırganlaşmış, kabalaşmış bir insan türü üstelik…

        “Halkın dostları” Çehov’u tefe koydular. Tolstoy, Çehov’u “halka karşı günah işlemekle” suçladı. Slavcılar, onu Rusya’ya iftira atmakla (Bizde Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün romanından uyarladığı “Hakkari’de Bir Mevsim” filmi, “köylünün durumunu kötü göstermek,” dolayısıyla bize “iftira atmak” gerekçesiyle yasaklanmıştı) suçladı. Bir tek Marksistler sevindi Çehov’un hikayesine, onlar da yanlış anlamıştı hikayeyi; onlara göre kapitalist şehrin yükselişi karşısında köyün düşüşünün dramatik hikayesiydi bu hikaye…

        O zamana kadar Rusya’da, köylüler “ideal bir ulusun temsilcileridir” görüşü herkes tarafından benimsenmişti, Çehov bu ideali sorgulayarak bütün toplumu derin bir ıstırabın içine soktu. Bir de bunu edebiyat yoluyla, üstelik son derece basit bir dille yapmıştı. Bu yüzden hikayeye yazarın hayali bir ürününden çok bir belgesel muamelesi yapıldı. (Bizde çoğu zaman romana yaşanmış hayat hikayesi muamelesi yapıldığı gibi.) Çar’ın sansürüne uğradı, hatta sansürcülere göre bu bir kurgusal hikaye değil, basbayağı bir “makale”ydi.

        REKLAM

        Çehov köylüleri iyi tanıyordu. Moskova’nın dışında yaşadığı mülkünün etrafı köylülerle çevriliydi. Üstelik bir doktordu ve her gün birçok köylü hastaya bakıyordu. İşini yaparken, aynı zamanda bir yazar gözüyle onları inceliyordu. Bir gün, evinin mutfağında kendi aralarında sohbet eden bir grup köylü hizmetkarın muhabbetine kulak misafiri oldu. Hepsi sarhoş olmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Aralarında biri, kızı istemediği halde onu bir kova votka karşılığında birisine satmıştı. İçtikleri votka işte o votkaydı. Şahit olduğu bu hadise bile onu şaşırtmadı. Hikayeyi yazdığı sene Çehov, Rusya’daki ilk nüfus sayımında görev almıştı. Öğrendikleri onu dehşete düşürdü. Moskova’nın çok yakınındaki köylerde, her yıl doğan on çocuğun altısı ölüyordu. (Rahmetli annem hep anlatırdı. Cumhuriyet’ten sonra bile, onun çocukluk yıllarında, köylerinde doğan her on çocuktan sekizi ölüyor, çocukları ölen kadınlar, geride kalanları sütleriyle beslemek için seferber oluyor, kendi aralarında evlenebilsinler diye de birkaç kadını ayrı tutuyorlardı.)

        Çehov bu hikayeyi yazdığında, bir köylü toplumu olan Rusya hızlıca şehirleşiyordu. Şehirleşmeyi felaket olarak görenler vardı, bir kısmı da köylülüğün tasfiyesini “erdemin”, “irfanın” yok olmasına yoruyordu. Toplum karpuz gibi ikiye ayrılıyordu. Yaşayan geleneksel köylü kültürünün yanında yeni bir şehirli kültür yavaş yavaş baskın geliyordu. Slavcılara göre köylülük her halükârda yaşamalıydı, köyün şehre boyun eğmesi milli bir felaketti çünkü. Batıcılar tersine şehirleşmeyi savunuyorlardı, onlara, liberallere ve Marksistlere göre şehir modernizm demekti, köylülük gericilikti ve ölmeye mahkumdu.

        Çok değil, birkaç sene sonra “Bolşevik devrimiyle” Marksistler kazandı. O zamana kadar ortaya çıkmış en şehirli, en hümanist, en adil fikirlerden birisi olan Marksizm’i yanlış yorumlayarak, bu muazzam köylü nüfusuyla dolu memlekette bu büyük kitleyi Marksizm’de olmayan bir “proletarya diktatörlüğü”yle bürokratik bir cendereye alıp hem onların hem de dünya nüfusunun önemli bir kısmının canına okudu.

        *

        Gelelim bize, Yakup Kadri ve “Yaban” romanına…

        Eğer “köy edebiyatı” diye bir akım varsa Türk edebiyatında, bu akımı ilk başlatan yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Kemalist fikriyatın kurucu babalarındandır. Onun derdi halk değil, rejimdir; bir işte rejimin çıkarı varsa, halkın menfaati diye bir şey aranmaz!

        REKLAM

        Milli mücadeleye aktif olarak katıldı, Mustafa Kemal’in en yakınında yer aldı, imanı kuvvetli bir Kemalist olarak onunla arkadaş oldu, ama en iyi yaptığı iş olan yazarlığı hiç elden bırakmadı. “Yaban” romanını yayınladığı yıl, birkaç arkadaşıyla birlikte “Kadro” dergisini çıkarmaya başladı. Derginin fikir babası eski komünist Şevket Süreyya’ydı, iki sene boyunca bu dergi yoluyla Kemalizm’in teorik temellerini oluşturmaya çalıştılar, büyük ölçüde başarılı da oldular ama bir süre sonra “kuramsal temellerini kurmaya çalıştıkları Kemalizm’i komünizm sanan bazı Kemalistler” harekete geçti; Yakup Kadri bir anda kendini “Zoraki Diplomat” olarak Tiran’da buldu.

        *

        Cumhuriyet; yeni rejime biat etmiş, kurtuluşu Mustafa Kemal’in önderliğinde görmüş, çoğu eski İttihatçı birkaç manga İstanbul aydınının yer değiştirmelerine sebep oldu. Çoğu istemediği halde mecburiyetten İstanbul’dan Ankara’ya taşındı, bazıları da gönüllü gelmişti. Ankara’ya gelmişlerdi gelmesine de Anadolu köylüsüyle ilgili cehaletleri devam ediyordu. Hâlâ memleketi İstanbul’dan ibaret sanıyorlardı. Çoğu Fransız devriminden etkilenmiş, onun filozoflarını okumuş, Fransız edebiyatını, şiirini tanımış ama zerre kadar kendi halkını tanımamıştı. O zamana kadar Anadolu’da birkaç münevverin, alimin evini istisna tutarsak hiçbir eve Kuran-ı Kerim’den başka kitap girmemişti. İstanbul aydını Fransız alimlerin kitaplarıyla kafalarında “muasır” yeni bir memleket hayali kurarken, Anadolu köylüsü Kuran okuyarak öteki dünyada yerini sağlamlaştırmanın peşindeydi.

        *

        Memduh Şevket Esendal “Köye Düşmüş” adlı hikayesinde bir süre köyde yaşamak zorunda kalan bu aydınlara benzer bir aydını anlatır. Köyden ve köylülerden nefret ediyor aydın, bir an önce oradan kaçmak istiyor, onun ağzından anlatıyor hikâyeyi yazar ki bir bölümü şöyle:

        “Bundan evvel, bendenizin hiç taşraya çık­mışlığım yoktu. Ömrümde bir kere Florya'ya gitmiştim. Kalem refikleriyle o kadar niyet ettiğimiz halde kısmet değilmiş, bir kere Alem­ Dağı'na bile gidememiştim. Siz şu kısmete ba­kınız ki senelerden sonra bu dağ başında kal­dım. Görüyorsunuz ya beyefendi, burası adeta dağ başıdır. Bu adam bizi aldattı, köye götüreceğini söyledi. Bizim bildiğimiz, köy dediğin ağaçlık, çayır çimenlik olur. Bir yandan koyun­lar meler, bir yandan kuşlar öter, köyün kenarındaki ağaçlık altında ihtiyarlar delikanlılara gazaları anlatır, yaralarını gösterir, kızlar tes­tileri omzunda su almağa gelirler. Köyün hocası cihadın faziletinden bahseder, ahkamı ahiret­ten nasihat eyler. Burada böyle şeyler ne ge­zer; efendim. Eğer efendimizin vakitleri olsa idi, köy dedikleri yeri zatıalilerine gösterirdim. Şu sırtın arkasındadır. Numune için bir tek ağacı bile yoktur. Biz köylülerin yağ, bal, yu­murta yediklerini biliriz, burada, yağdan, yu­murtadan geçtik, ekmek yüzüne hasret kaldık. Bunlar ekmek nedir, onu da bilmiyorlar, efen­dim. Yufka yiyorlar. Hali vakti yerinde olanlar, bazlama dedikleri hamuru yutarlar. Allah inan­dırsın beyefendi, bendeniz harp içinde yediği­miz vesika ekmeğine bile hasret kaldım. Böy­le olduğunu bilseydim, buralara gelir miydim?”

        REKLAM

        *

        Yakup Kadri, böyle bir “yerin” farkına varan ilk münevverlerdendir. Yeni rejime toplumsal bir taban aranacaksa, bu kalabalık, dağınık, çoğu dağ başında, yolun gitmediği yerlerde yaşayan köylüler arasında aranmalıydı. Şehir nüfusu azdı, “orada bir köy vardı uzakta”, oraya gideceğiz ve o köylülerden yeni rejime sıkı sıkıya sarılacak bir “milliyetçi kitle” yaratacağız. Peki bunu kim yapacak? Kuşkusuz aydınlar yapacak!

        Yakup Kadri’nin “Yaban”ı aydınlara bir çağrıdır. Yüzünüzü köye ve köy meselelerine çevirin! Aradığınız taze kan, gitmediğiniz o ücra köylerin izbe evlerinde yaşayan köylülerde mevcuttur.

        Roman yayınlanır yayınlanmaz köye muazzam bir ilgi doğdu. İstanbul aydını aniden Anadolu köylüsünü adeta yeniden keşfetti.

        Artık “köylü milletin efendisi”dir!

        *

        Yeni kurulmuş olan “ulus devlete” bir “ulus” lazımdı. İlk etapta bu “ulus” yoktu, yetmiş yedi milletten oluşan “ümmet” vardı. Hepsini birleştiren yegâne şey İslam’dı. Yüzlerce yıl İslami değerlere göre yaşamış, ona göre yatıp kalkmış Anadolu’nun Müslüman ahalisinin (Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler vb) yani köylülerin zihinlerine girip kafalarının içinde asırlardan beri yer etmiş olan “İslami kimliğini” çıkarıp yerine, “yeni Türk milliyetçiliği fikrini” yerleştirmek bir hayli güç bir işti. Köylüler milliyetçi değil dindardı. Kafalarının içi bir yığın hurafeyle dolu, batıl itikatla beslenmiş, şeyhe, hacıya, hocaya inanan, hastalandığında muskacıya, yatıra koşan bir güruhtu.

        REKLAM

        Yakup Kadri, onların bu halini anlamakta güçlük çekiyor, hatta romanında yer yer bu duruma öfkeleniyor, onları anlama zahmetine katlanmıyor. Romanın bir yerinde köye bir tarikat şeyhi gelir, bütün köylüler korku derecesinde bir saygı gösterirler ona, bu durum romanın kahramanı Ahmet Celal’i çılgına çevirir. Köylüler cahil oldukları için bu yobazlara böylesine bir ilgi gösteriyordu. Gel de bu “koyun sürüsüne” Cumhuriyet değerlerini, çağdaşlığı, “Türklük” kavramını benimset. Bu hayli güç bir işti. Bunları milliyetçi yapmak, deveye hendek atlatmaktan zordu.

        Romanın kahramanı Ahmet Celal, Osmanlı’nın “bozgun ordusunda” askerlik yapmış Bekir Çavuş’la tartışır. Kurtuluş savaşı yıllarıdır, düşman karşı tepeleri tutmuş, köylüye yeni bir heyecan aşılamak bir hayli zor. Gerisi şöyle:

        “Bekir Çavuş:

        Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

        Onlar kim?

        Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar ...

        ‘İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşadan olmaz?

        ‘Biz Türk değiliz ki, beyim.”

        ‘Ya nesiniz?

        ‘Biz İslamız, elhamdülillah. O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.

        Bekir Çavuş'la artık daha ziyade konuşmağa mecalim yok. Asılmış bir adam gibi başım göğsüme düşüyor. Bunalıp kalıyorum. Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O he­nüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağa­lar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir.(Yaban, s. 173)”

        Yeni bir “millet”, yekpare bir “ulus” yapmak da “yaptım” demekle olmuyor işte. Aydın vakti zamanında asıl görevini yapmış olsaydı, bu “ulus olmaya” direnç gösteren güruhu yeterince “aydınlatsaydı” işimiz bugün bu kadar zor olmazdı.

        REKLAM

        Yakup Kadri, mesajını şu pasajla belirginleştirir:

        “Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hak­kını kendinde buluyorsun.

        Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyeme­din. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ek­tin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”

        Yakup Kadri’ye göre aydın ile köylü arasında derin bir uçurum var. O uçurumu şöyle anlatır:

        “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk ‘entelektül’i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir.

        Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin di­bine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissedi­yor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve iti­ci hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.

        REKLAM

        Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi ara­sında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat oku­muş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz’le bir Pencap’lı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.

        Bunu yazarken, elim titriyor.”

        *

        Yakup Kadri’ye göre aydın akıl, köylü güçtür. Aydınlar milliyetçi, köylüler ümmetçidir. Köylüleri hurafelerden koparıp özgürleştirmek, aydınlatmak, aralarındaki uçurumu yok etmek, onları gerçek bir Türk milliyetçisi yapmak, böylece yeni Cumhuriyeti yüceltmelerini sağlamak aydının görevidir. Aydın köylünün “doğayı fethetmesine” yardım edecek, köylü de toprağı modern tekniklerle işletip ürettikleriyle memleketi refaha kavuşturacak.

        Türk milliyetçiliğinin geleceği, milliyetçilik ideolojisiyle hemhal kılınmış Türk köylüsünün dönüşümünden geçer. Ama o aydın yok mu, o aydın; hem sorun hem de çözümdür.

        *

        Kemalistler, Yakup Kadri’nin bu fikri doğrultusunda hızlıca işe giriştiler. Köylülere “İslami” kimliğinden sıyırıp yerine “Türk” kimliğini benimsetmek için kolları sıvadılar. Anadolu’nun Müslüman ahalisinin “kutsal bildiği” her şeye savaş açtılar, ezanı Türkçeleştirdiler, çocuklara her sabah “Türküm doğruyum” diye başlayan bir ant içirmeye başladılar, Kürtçeyi yasakladılar, köylünün inandığı şeyle hurafe deyip yerine kendi bildikleri “çağdaş değerleri” ikame etmeye çalıştılar. Bütün bunları yapa yapa köylüden modern, milliyetçi bir toplum yaratacaklarını sandılar. Ruhunu, düşünüş biçimini, köylünün anladığı milliyetçilikten zerre kadar anlamadılar. Böyle yaparak kısa sürede köylüleri kendilerine düşman yaptılar. Aralarındaki husumet o gün bugün devam ediyor.

        REKLAM

        *

        Çehov, Rus aydınlarının yücelttiği köylü mitini, şehirden köyüne dönmek zorunda kalan hasta bir uşağın yaşadıklarıyla yerle bir ederek Rusların oluşturmaya çalıştıkları “köylü kimliğinin” sakatlığını göstermeye çalışırken Yakup Kadri; bir Türk aydınını köye göndererek, bir şehir ideolojisi olan milliyetçiliği köylülere bulaştırmanın yolunu aradı…. Ne Çehov’un istediği oldu Rusya’da ne de Yakup Kadri’nin Türkiye’de. Ruslar dikine gidip Bolşevizm duvarın çarptılar. Yakup Kadri’nin aydınları ise, köylünün okuduğu kitabı elinden alıp yerine “dünya klasiklerini” koyunca meselenin hal olacağını sandılar. Bu yüzden de her seçimden sonra hayretler içinde kalıp duruyorlar.

        Diğer Yazılar