Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Önceki gün Brezilya’nın eski Devlet Başkanı Lula da Silva’nın 18 aydır tutuklu bulunduğu hapishaneden salıverildiği haberini duyunca aklıma Netflix’in ‘The Edge of Democracy’ (Demokrasinin Sınırı) adlı belgeseli geldi.

        Bu yapımı muhakkak izlemenizi tavsiye ederim sevgili okurlar. Lula’yı cezaevine, ülkeyi de kaosa sürükleyen süreci adım adım anlatıyor. İzlediğinizde bize çok uzak bir Latin Amerika ülkesi olan Brezilya ve Türkiye arasında çok şaşırtıcı benzerlikler bulacaksınız.

        Lula da Silva
        Lula da Silva

        Maalesef hukuk devleti olmayı hiçbir zaman başaramamış, yargının siyasetin üzerinde bir sopa olarak kullanıldığı iki ülke Brezilya ve Türkiye.

        Bizim yaşadıklarımız ve orada yaşananlar arasında çok şaşırtıcı paralellikleri belgeseli izleyince çok daha net görüyorsunuz.

        Hatırlarsanız Gezi olayları başladığı sıralarda Brezilya’da da artan otobüs bilet fiyatları üzerinden protestolar yaşanıyordu.

        Ancak sonrasında orada olaylar çok farklı gelişti. Car Wash (Araba Yıkama) operasyonu adı altında başlayan süreç 1980’lerin başında serbest seçimlere kavuşabilmiş Brezilya’da seçilmişlerin cadı avına dönüştü.

        Hem Lula, hem de halefi Dilma Roussef büyük karalama kampanyalarının hedefleri oldular, adım adım çevrelendiler ve sonunda Roussef koltuğunu kaybetti, Da Silva ise tamamen uyduruk bir yargılama sonucu demir parmaklıkların arkasına girdi. Onun tutuklama sürecini izlerken Yassıada, Zincirbozan ve 17-25 Aralık dönemlerini hatırlıyorsunuz.

        Dilma Roussef
        Dilma Roussef

        Kazanan Brezilya’daki diktatör rejim temsilcileri ve derin devlet unsurları oldu. Bolsonaro adlı faşist bir emekli subay bu sürecin sonunda devlet başkanı seçildi. Yoksullar, işçi sınıfları yine ezilmeye, yok sayılmaya başlandı. Ayrımcı söylemler tavan yaptı.

        Ta ki iki gün önceye kadar. Yani Lula da Silva’nın özgürlüğüne kavuştuğu güne…

        *

        Bir toplum karpuz gibi ikiye ayrılırsa kaybeden kim olur?

        Lula da Silva siyasette bir uzun koşu maratoncusu gibi. 70’lerin sonunda çelik işçisi olarak sendikada sivriliyor ve 1979’da 450 üyeli Kongre’nin 2 işçi üyesinden biri oluyor.

        Brezilya 21 yıl askeri diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülke. Silva’nın siyasi hayatı neredeyse Brezilya’nın serbest seçim tarihine paralel.

        1980’de kurduğu İşçi Partisi’nin adayı olarak 1989’da Başkanlık seçimlerine giriyor. Kaybediyor.

        1994’ye yine giriyor. Yine kaybediyor.

        1998’de yine giriyor. Yine kaybediyor.

        2002’de, aday olduğu 3. seçimde şeytanın bacağını kırıyor ve Brezilya’nın ilk İşçi kökenli Devlet Başkanı oluyor. Da Silva yalnızca Başkan değil, bir efsane.

        Yoksul halk yığınlarının yegane umudu.

        Ama diğer yandan da ülkenin imtiyazlı kesimleri için bir nefret objesi. Hatta imtiyazlı Beyazlar Da Silva’nın ülkenin Siyah kesimi lehine ırkçılık yaptığı suçlamasında bulunuyorlar.

        Ve sonuç: Karpuz gibi ikiye ayrılmış, birbirinden ayrışmış bir toplum. Uç derecede kutuplaşma. Bir tarafın kahraman gördüğünü diğer taraf zindanlarda çürüsün istiyor.

        Aşina geldi mi?

        *

        Kendimle ilgili bir not

        Esasen ben bir liberal demokrat olarak da Silva gibi sol popülistlere karşı hep eleştirel durdum. Nitekim bu bakış Brezilya ekonomisini zora soktu fakat Brezilyalı bir aydın olsaydım tartışmasız olarak da Silva ve Roussef’in yanında yer alırdım. Zira bunlar demokratik olarak seçilmiş liderler. Meşru bir yönetimi gayri meşru kumpas yöntemleri ile devirmeye kalkanlar olursa siyasi fikir ayrılıklarının bir önemi kalmaz.

        Nitekim bu kavgada olan Brezilya’ya oldu…

        *

        Başkanlık koltuğundan inse de esas Başkan Silva idi

        2010 yılına gelindiğinde da Silva ikinci dönemini bitirmişti ve yerine kendisi gibi eski bir direnişçi olan, kendisine çok yakın bir isim Dilma Roussef’i gösterdi.

        Dilma cetin ceviz bir kadın. Cezaevinde askerler tarafından ağır işkenceler görmüş. Çekirdekten örgütçü.

        2010 yılında sandıktan o çıkınca Silva’nın iktidarı devam etti. Ancak koalisyon yapmak zorunda kaldığı establishmentın temsilcisi PMDB partisinden Michel Temer’i mecburen yardımcısı konumuna getirdi.

        Yani esasen statükonun temsilcileri, Silva ve Roussef’i baştan kuşatarak yola çıktılar.

        *

        6 yıllık parantez kapanıyor mu?

        Da Silva’nın önceki gün hapisten çıkması sadece deneyimli siyasetçinin özgürlüğüne kavuşması anlamına gelmiyor.

        Çıkar çıkmaz dev kalabalıklar karşıladı eski başkanı. O da şimdiden 2022 seçimlerine aday olduğunu açıkladı.

        Ancak hakkında 2 hüküm olan siyasetçi Brezilya’da seçimlere giremiyor. O hükümlerin düşmesi gerekiyor. Bu arada da Silva’yı tamamen gayri hukuki sebeplerle içeri atan savcı da şu an faşist Bolsonaro hükümetinin Adalet Bakanı.

        Jair Bolsonaro
        Jair Bolsonaro

        Işte böyle bir tabloda ülkedeki demokratik unsurlarının birleşip oligarşik juristokrasiyi yenmeleri gerek.

        Bu tablo hepimize düşündürmeli… Türkiye’de önemli olan demokrasi ittifakında birleşmek. Siyasi fikir ayrılıklarında birbirimizi yiyerek demokrasi dışı güçlere enerji depolatmamalıyız.

        Bakın Brezilya 2013’ten beri büyük bir türbülansın içinde. Yargı bir sopa ve istismar aracı olarak kullanıldı ve böylelikle eski rejimin unsurları iktidara geldi.

        Şayet da Silva seçime girebilirse seçilme olasılığı çok yüksek. Ancak sistem öyle bir şekilde kurulmuş ki demokrasinin önünde bir subap oluşturabiliyor.

        *

        Gerçek demokrasiler ve diğerleri

        Brezilya örneği aklıma bir fotoğrafı da getirdi. Lula da Silva’nın Bolsa Familia programı ile popülerliğinin tavan yaptığı 2009 yılında G20 Zirvesinde dönemin ABD Başkanı Obama O’nun için ‘gezegenin en popüler politikacısı’ demişti.

        Şimdi durup ikisinin akıbetine bakın…

        Önce gerçek demokrasileri düşünün. Siyasetçinin iktidardan indikten sonra ölüm ya da hapis korkusu yaşamadığı ülkeleri…

        Sonra da siyasetin ölüm-kalım meselesi haline geldiği coğrafyaları…

        Otoriterleşme, özeleştiri eksikliği gibi olgular doğal olarak bu ikinci ortamdan besleniyor.

        Biz Türkiye’de demokrasinin önünü açmak istiyorsak siyasetin üzerindeki bu korku bulutunu ve rövanşizm kültürünü yenmek zorundayız.

        Aksi takdirde aynı döngü devam edip gidiyor...

        Diğer Yazılar