Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son dönemde bu sütunda yayınladığım iki yazı beklediğimin üzerinde yankı yarattı. Siz sevgili okurlarımdan da çok sayıda mektup aldım.

        Birincisi 14 Nisan’da yayınlanan 'Umutsuzluk' başlıklı yazı, ikincisi ise 24 Nisan'da yayınlanan '100 yıl sonra 23 Nisan' başlıklı yazı.

        Habertürk, toplumun tüm kesimlerine hitap eden gerçek anaakım medya olduğu için her görüşten okurun perspektifini görebiliyorum bu mektuplarda.

        İçlerinden çok farklı dünya görüşlerine sahip iki mektup seçtim. İsimler bende saklı… Mektupları buraya alıp ardından da kendi değerlendirmelerimi yazacağım.

        2 FARKLI MEKTUP

        İlki şöyle:

        “Sayın Nagehan Alçı,

        23 Nisan ile ilgili yazınızla ezber bozdunuz. Hem beni hem arkadaşlarımı şaşırttınız ve memnun ettiniz. Pek güzel yazmışsınız. Bizim whatsapp gruplarımızda yazınız çok paylaşıldı. Gerçi yine bir hesap vardır bu yazıda diyenler de oldu ama ben olumlu bakıyorum. Son dönemde sizde bir değişim başladı. Hükümetin ne çoğulcu ne katılımcı ne özgürlükçü olan tavrı sizi de artık bunalttı herhalde. Yeter demeye başladınız. Hele şükür acaba içinden geldiğiniz ailenizin öz değerlerine mi döndünüz? Keşke öyle yapsanız ve bu yolda devam etseniz. Bu yazıda olduğu gibi Cumhuriyet Aydınlanmasını savunsanız.

        Gerçi daha önce de Atamıza saçma sapan laflar eden bir çocuğu savundunuz. Kusura bakmayın ister komedyen olsun ne olursa olsun herkes ettiği lafın cezasını çekmeli. Bu konularda gevşek ola ola bugünlere gelmedik mi zaten…”

        İkinci mektup ise bambaşka bir perspektifle yazılmış:

        “Nagehan Hanım,

        Son yazınızı okudum. Tamam ama bardağın sadece dolu tarafını görüp övgüler yağdırmışsınız. Evet 1920-23 arası mecliste herkes çatır çatır tenkitlerini yaptı ama sonra o tenkitleri yapanların başına ne geldi? Neden bunu yazmadınız? O tenkit edenlerin 1924'ten itibaren anasından emdiği süt burnundan geldi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey öldürüldü. Milli Mücadele kahramanları

        Halide Edip ve Adnan Adıvar bile sürgüne gönderildi. Daha ne örnekler var. Sizin bunları bilmemeniz mümkün mü? Neden böyle çifte standartlı davrandınız?

        Bir de şu an dört yandan kuşatılmış durumdaki devletimize o dönemin erdemlerini örnek gösteriyorsunuz. Bu dönem hangi muhalif milletvekili öldürülmüş? Yani 1920'ler çok harikaydı şimdi öyle değil mi? Size hiç yakıştıramadım. Yazıyı bir an Yılmaz Özdil ya da Fatih Portakal mı yazdı acaba diye düşündüm. Bunlar da böyle şeyler geveliyorlar…’

        İKİ FARKLI KANAT NEREDE BİRLEŞİYOR?

        Aslında bu iki mektup Türkiye'nin çoğunluğunun zihin haritasını çift taraflı güzel örnekliyor. Ülkemizin kahir ekseriyetini oluşturan iki kanat bu.

        İlk okurum şu anki hükümeti özgürlükçü-çoğulcu açıdan tenkit etmemi teşvik ediyor. 23 Nisan 1920 ruhunu anlatmamdan da çok memnun ama konu Atatürk ile ilgili espriler yapan bir stand-up'çıya gelince birden öfkeleniyor. Temel insan hakları kavramını unutuyor. Kendisinin sevdikleri tutuklanınca kızdığı, belki de ‘AKP yargısı’ dediği yargının bu komedyeni tutuklamasını destekliyor. Bana da orada kızıyor.

        Diğer okurum ise benim tüm 1920'leri övdüğümü zannederek tepki gösteriyor. İlk meclisin kapatılmasından sonra yaşananları aktarıp, “Neden hikayenin diğer yarısını yazmadın?” diyor. Hatta Özdil'e benzetiyor beni.

        Gerçi Yılmaz Özdil hiçbir zaman 1920-23 döneminin özgürlükçü meclis ortamından övgüyle söz etmez. O yönetimi tenkit edenlerin vatan haini olarak görüldüğü 'Takrir-i Sükun' dönemini över. Fatih Portakal da aynı kafada.

        İKİLİ KISKAÇ

        Fakat diğer yandan bu okurum o eleştirdiği Takrir-i Sükun şimdi ilan edilse “Kuşatma altında olduğumuz için” böyle bir totaliter kanunu destekleyecek bir portre çiziyor. Yani eleştirdiği Yılmaz Özdil ve Fatih Portakal'dan aslında pek farkı yok…

        Zaten bizi toplum olarak cenderesine alan da bu ikili kıskaç değil mi?

        Bir türlü çoğulcu-katılımcı-özgürlükçü hukuk devleti haline gelemememizin baş sebebi bu değil mi?

        Bir taraf ait olduğu toplumsal-siyasal kesime yönelik insan hakları ihlallerine ve tutuklamalara haklı olarak karşı çıkarak hükümeti tenkit ediyor ama geçmişte kendi ideolojisi adına yaşanan baskılar söz konusu oldu mu bunları gururla savunuyor.

        Ya da 70 yaşına basan ve bu korona salgınında hapishanede adeta ölüme terk edilen Ahmet Altan söz konusu olunca da ‘AKP yargısı’ dedikleri sistemi alkışlıyor, Altan'ın içeride çürümesini istiyor.

        KUŞAKLARDIR YAŞADIĞIMIZ ‘İSTİSNA HALİ’

        Diğer taraf ise eski militarist vesayet rejiminin geçmişte yaptığı zulümlere haklı olarak tepki gösteriyor.

        O yapılan zulümleri açıklamak için öne sürülen 'istisna hali' argümanlarını kabul etmiyor ama söz konusu şimdi yaşanan insan hakları ihlallerine geldiği zaman da bu sefer bu kesim 'istisna hali' argümanlarını öne sürüyor.

        İtalyan siyaset filozofu Giorgio Agamben'in eleştirel bir dille yazdığı ve Kovid-19 meselesiyle yeniden gündeme gelen 'İstisna Hali' teorisini biz zaten kuşaklar boyudur yaşamaya devam ediyoruz.

        Birinci tarafın Atatürkçülük-laiklik adına koyduğu istisna halleri…

        Öbür tarafın İslamcılık-muhafazakarlık adına koyduğu istisna halleri...

        Her iki tarafın da ulusalcılık ya da milliyetçilik diyerek üzerinde genelde uzlaştıkları istisna halleri derken geriye ne özgürlükçülük ne çoğulculuk ne katılımcılık ne insan hakları ne de hukuk devleti kalıyor. Sadece seçimli bir otoriterlik döngüsü yaşanıyor.

        Aslında her iki taraf da kendini hukuken emniyette hissetmiyor.

        Bir gece yarısı alınıp götürülmekten endişe ediyor. İki taraf da kendi ailelerinin ileride baskı ve zorbalıkla karşılaşma ihtimalinden ürküyor ama mesele karşı tarafı ezme isteği oldu mu orada da kimse frene basamıyor…

        Nasıl ki 23 Nisan 1920 ruhu ilk meclis dağıtılıp tek sesli ikinci meclisle beraber yok olup gittiyse, zaman zaman çoğulculuk-katılımcılık adına yeşeren umutlar da sönüp gitti 100 yıl boyunca.

        Türkiye'nin bir asırlık trajedi döngüsü…

        Ya da Barış Bıçakçı'nın romanının başlığı gibi.

        Bizim Büyük Çaresizliğimiz...

        Diğer Yazılar