Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yasemin’in öğretmeni ödev vermiş. Anne-babanıza mektup yazın demiş. Artık unuttuk ama bilgisayar sayfasına değil, kağıda mektup.

        Ben de bunun üzerine yıllardır yapmadığım bir şeyi yapmak, mektup kağıdı almak için çocukları kırtasiyeye götürdüm. Benim için nostalji, bizim bıdıklar için hayatlarında bir ilk…

        Bu vesileyle hafızamda, üzeri kat kat örtülerle örtülüp gizlenmiş ‘mektup’ çekmecesi bir anda açılıverdi…

        Bundan yaklaşık 30 yıl önce -yazarken bile insan kendine yabancılaşıyor- 30 yıl!- 14-15 yaşlarındayken hayatımda mektup diye bir kavram vardı. Mektup yazmak ve mektup almak başlı başına bir işti.

        Şimdilerde 30 yaşında olanlar bile artık bilmez ama biz 40 yaşın üzerindekiler mektup arkadaşları olan insanlardık. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken arkadaşlarla aramızda müthiş bir rekabet vardı. Daha çok mektup arkadaşı edinme rekabeti…

        Ben genellikle birinciliği kaptırmazdım. Çoğu Almanya’dan, bir kısmı Avusturya’dan onlarca gençle mektup arkadaşıydım. Hatta hatırlıyorum İngilizce yazıştığım İsveç’in Linköping adlı şehrinden de bir arkadaşım vardı. İsmi Sophie miydi, Marie mi… Şimdi bilemedim…

        Mektup arkadaşlığı dediğiniz şey bizim gibi anadolu lisesi ya da kolejde okuyan gençler için yabancı dili ilerletme yolu olarak görülürdü o yıllar.

        İki tip mektup arkadaşı vardı.

        Birincisi hiç karşılaşmadıklarımız.

        İkincisi Türkiye-Almanya arası değiş-tokuş programlarında tanışıp arkadaş olduklarımız.

        İlkini ya Alman öğretmenlerimizden ya da dergilerden bulurduk.

        Ben Almanya’nın meşhur gençlik dergisi Bravo’nun çok sıkı takipçisiydim. O yıllarda bizde de Blue Jean çıkardı. İki dergiyi kıyaslar, farkları günlüğüme yazardım.

        Blue Jean’in şöyle bir avantajı vardı: İçinden çıkan küçük boy posterleri mektup arkadaşlarıma gönderir, onlardan da karşılık olarak benim bulamadığım Alman dergilerden edindikleri posterleri alırdım.

        Bir de bizim okulun ‘Austausch’ yani değişim programı sayesinde tanıştığımız arkadaşlarımız vardı.

        Her yıl birkaç kez Almanya’daki kardeş okullardan bir grup öğrenci gelir, gönüllü olanların evlerinde misafir edilirdi. Sonra da misafir olanlar evlerinde kaldıkları çocukları Almanya’da kendi evlerinde ağırlarlardı.

        Bizim eve bu yolla bir çok öğrenci gelip gitmiştir. Ben ve kardeşim Lalehan da, Köln’de, Essen’de, Frankfurt’ta gidip o ailelerde kalmışızdır.

        Herhalde kültürlerarası farkları, benzerlikleri, ‘yabancı’ olanı tanımayı ve kabul etmeyi bundan daha iyi öğreten çok az deneyim vardır.

        Hepsiyle sonrasında mektup arkadaşı olduk. Hatta bazıları ile üniversite yıllarında dahi yazışmaya devam ettik. Hala arada sırada aklıma gelince o dönemden tanıdıklarım şimdi ne yapıyorlar diye google’larım.

        Yıllar geçtikçe geçmişte hayatımıza değmiş, aşinalığımız olan ama sonrasında aramızdaki bağ kopmuş insanların bugün kim oldukları, nereye sürüklendikleri, nasıl bir insana evrildikleri hep ilgimi çekmiştir.

        Hayatın bilinmez ve dönüştürücü bir yolculuk olduğunu hatırlamanın en iyi yolu geçmişinize ait ama bugününüzde olmayan insanların bugünlerine bakmaktır gibi gelir.

        Her neyse…

        O günlerde, onlarca mektup arkadaşına sahip olduğumuz heyecanlı ve güzel günlerde, hayatımızda bir de mektup kutusu olgusu vardı.

        Okuldan dönüşte en büyük heyecanımız o mektup kutusuna koşmaktı. Hep aynı merakı taşırdık: Acaba içinde bana gelen bir şey var mı?

        Bazen üst üste 3-5 mektup gelir, bazen günlerce yaprak kımıldamazdı.

        Mektupların da içi dolu, uzun ve renkli olanları ve çalakalem yazılmış kısa ve özensizleri vardı. İkinci gruptakiler ile bir süre sonra yazışmalar da biterdi. Onların yerine yazmaya ve dünyanın bambaşka bir köşesinden hayatını paylaşmaya hevesli başkaları bulunurdu.

        İçi dolu bir mektup almak o yıllarda benim için en büyük mutluluklardan biriydi. İçi dolu demek sayfalarca yazılmış bir mektup, posterler, mektubu yazana ait son günlerde gittiği bir konser ya da sinemaya dair bilet vs demekti.

        Bunların hepsini biriktirir, gelene göre gruplardım. Bugün hala bu mektupların önemli bir kısmı arşivimde duruyor.

        Ben mektup arkadaşlarım sayesinde daha internet yokken Almanya’nın, Avusturya’nın, İsveç’in küçücük bir kasabası ya da bir köyündeki gencin mutluluklarını ve üzüntülerini paylaştım. Onlara kendimi ve ailemi anlattım. Bazen aramızdaki farklara şaşıp kaldım. Bana ve bizim yaşantımıza çok uzak yaşamlar ve tercihler gördüm. Bazen de bize çok uzak gibi görünen hayatların aslında ne kadar yakın olduğunu fark ettim.

        Nereden nereye… Yasemin’in öğretmeni mektubun ne demek olduğunu öğrenmeleri için mükemmel bir ödev vermiş ama bugünkü kuşakların yukarıdaki deneyimleri yaşamaları imkansız… Hayatlarında kağıt üzerinde aldıkları ve saklayabildikleri metinler olmayacak… Geçmişlerine ve gençliklerine dair her şey bir telefonun ömrü kadar olacak.

        Bu Pazar canım biraz 90’lara dönmek istedi. Müziklerin en güzellerinin yapıldığı, Beyoğlu’nun zirve yıllarının yaşandığı, Kadıköy Karga’nın tadına doyulmadığı, AKM’nin önünde buluşmanın bir kanun sayıldığı, Levis 501’i olanın havasından yanına varılmadığı o yıllar…

        Nereden çıktı bu nostalji? Yasemin’in öğretmeninin verdiği mektup ödevi mi götürdü beni 90’lara?

        Yoksa memleketin havası mı?

        Kim bilir…

        Diğer Yazılar