Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DEVLET Bahçeli’nin sosyal medyadan yaptığı af önerisini gördünüz mü? Şöyle diyor: “Çocuk istismarcıları, tecavüzcüler, kadın katilleri, PKK’lılar, FETÖ’cüler hariç olmak üzere, demir parmaklıkların gerisinde özgürlük düşü kuran, zindanda gün sayan, dama düşüp sevdiklerinin ve sevenlerinin hasretini çeken kader kurbanlarını afla taltif etmek niye akıllara gelmez?”

        Kadına karşı işlenen suçlar, çocuk istismarcıları, FETÖ’cü ve PKK’lılar dışındaki suçlular oldukça geniş bir yekûn teşkil ediyor. Devlete, kadına ve çocuğa karşı işlenen suçlar dışındaki suçları, yani vatandaşlara karşı işlenen adi suçları affetmekten bahsediyor. Yani kadın değil ama erkek katilleri. Hırsızlar. Dolandırıcılar. Gaspçılar. İçkili araç kullanıp çoluğumuzun çocuğumuzun hayatını yok edenler. Liste uzar gider...

        İmar barışıyla kaçak yapılar affedildi, vergi affıyla vergisini ödemeyenler affedildi; yani kurallara uymayanlar kayırılmış oldu. Bunun dolaylı sonucu hukuka saygılı bireylere “aptal” muamelesi yapılmış olmasıydı. Nitekim bunları yazdım diye 28 Şubat sürecinin kara propaganda sitelerine benzeyen “kendisine Atatürkçü görüntüsü veren ama esası başka olan” sosyal medya hesapları tarafından yalan ve iftiralarla bezeli linç girişimine maruz kaldım. Ama yine de yazmak zorundayım. Seçim sath-ı mailine girer girmez gündeme gelen vergi affı, kaçak yapı sahiplerinin affı derken işin suçluları affetme önerisine kadar gelmesi bambaşka bir düzey-sizlik.

        Seçim ekonomisi diye bir şey var, tamam. Seçim yaklaşıyor diye kesenin ağzı açılır, tamam. Türkiye AK Parti’nin hem haklı hem güçlü olduğu dönemde bu tür şeyleri unutmuştu. Ancak üst üste gelen badireler, dar gelirli için hayatın giderek zorlaşması ve bunu düzeltmenin bugünden yarına mümkün görünmemesi nedeniyle bazı ikramiyeler, maaşlarda yapılan düzeltmeler kabul edilebilir, çünkü dar gelirli vatandaşlarımıza nefes aldıran uygulamalar hangi maksatla olursa olsun kabuldür. Devletler zaman zaman af mekanizmasını da kullanırlar, ona da tamam. Ancak bu uzun soluklu, ince eleyip sık dokunarak yapılacak bir çalışmayla olur. Aksi takdirde “Kimin adına kimi affediyorsun?” diye sorarlar.

        Söz konusu öneri, Devlet Bahçeli’nin “devlet adamı” gibi düşünüp davrandığı şeklindeki hüsnü zannın koskoca bir yanılsama olduğunu düşündürtüyor. Zira devletin meşru yargı ve ceza makamı olmasının nedeni sadece adaleti sağlamak değil, ihkak-ı hak girişimlerini önlemektir. Bıraksan vatandaş da kendisine zarar vereni kendi imkânlarıyla cezalandırmaya girişir, “kendince” adaleti sağlar. Ama “hukuk devleti”nde bu yetki devlet-vatandaş arasındaki zımni bir sözleşme ile devlete verilmiştir. Bu anlaşmanın özü şudur: Vatandaş bir sorun yaşadığında “kafasına göre” yargıç ve infaz makamı gibi davranmayacak, bu işi devlete bırakacak. Devlet de yargıçları eliyle ister mağdur ister fail olsun, etki altında kalmaksızın, duygulara kapılmaksızın, çıkar gözetmeksizin, ayrımcılık ya da imtiyaz temin etmeksizin, “eşitlik” ilkesini gözeterek, hangi suça hangi cezanın verileceğini ihdas eden kanunlara uyarak adaleti tesis edecek.

        Toplumda “Suç cezasız kalmaz” normunun oluşması ancak bu şekilde mümkün olur. Ceza hukuku eliyle, caydırıcı denetleyici kurallar manzumesi ve yargı kararlarının birikimiyle.

        Seçim sath-ı mailinde ortaya çıkıveren bu parlak “suçlu affetme” fikrine meyletmek, devletin suçlulara “rehin” gözüyle baktığı düşüncesine yol açar. Devlet Bey’i dinlersek devletin suç ve ceza hakkında şöyle düşündüğünü kabul etmek zorunda kalırız: “Suç işleyenler devlet ve toplum önünde kendilerini ‘zayıf’ duruma düşürür. Ben de onların zayıf durumunu kullanarak ihtiyacım olan güne kadar kendilerini rehin tutarım.” Böyle bir perspektife savrulmuş devletten devletlik beklenir mi?

        Modern devletin vatandaşla kurduğu ilişki, itaat değil sözleşme temeline yaslanır. Ama bir an Türkiye’nin hâlâ modern bir hukuk devleti olmadığını varsayalım. O durumda bile sürekli olarak “bin yıllık devlet geleneği” diye övünülen geleneksel devletin “tebaa”dan beklediği mutlak itaatin büyük bir bedeli olduğunu hatırlamak zorunda kalırız. O bedel, beklediği itaat kadar mutlak “doğru” olma ve kararlarının meşruiyetine gölge düşürmeme yükümlülüğüdür.

        Diğer Yazılar