Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        'Altın’ı petrol olarak da okuyabilirsiniz. Para olarak da. Nüfuz ya da strateji olarak da. Cemal Kaşıkçı cinayetindeki Veliaht Prens imzası CIA tarafından önüne konan Trump’ın verdiği karar gösterdi ki, yasaların, ahlakın, evrensel vicdanın bulanık ve ıssız denizini dahi mumla arayacağımız günlere gelmişiz.

        Trump’ın Muhammed Bin Selman’ı muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın vahşice öldürülmesi suçundan aklamaya yönelik pespaye açıklaması şu cümleyle başlıyordu: "Trajik olayla ilgili Veliaht Prens bilgi sahibi olmuş olabilir, belki oldu, belki olmadı."

        ABD tarihinin "Kaz gelen yere tavuk feda edilir" alçaklığını eveleyip gevelemeden masaya koyan en şeffaf başkanı ağzındaki baklayı çok ıslatma taraftarı değildi. Devamında söyledikleri te’vile izin vermeyecek kadar açıktı zaten: “ABD’den sonra Suudi Arabistan en fazla petrol ihraç eden ülke. Bizimle yakın bir şekilde çalıştılar ve petrol fiyatlarını düşük tutmaları yönündeki isteğime karşılık verdiler, bu dünya adına önemliydi. ABD Başkanı olarak bu çok tehlikeli dünyada Amerika’nın ulusal güvenliğini sağlamaya ve bize zarar vermek isteyen ülkelere karşı durmak niyetim var. En basit şekilde söylemek gerekirse, ilk önce Amerika."

        Özetle ABD, Suudi Arabistan’la sarsılmaz partnerliğini devam ettirmek ister, mesele ABD’in çıkarları ise, muhalif bir gazetecinin vahşice öldürülmesi teferruattır deniliyor.

        ABD’nin ‘ileri demokrasi’ değerlerini ancak kendisi için ‘maymuncuk’ görevi görüyorsa benimsediği bir sır değil. Her zaman öncelikli olarak kendi çıkarlarına ağırlık verdiği de. Ancak Suudi Veliaht Prensine yalandan da olsa gürlememek, kerhen de olsa esip yağmamak; Trump’ın ‘küreselleşme karşıtı’ pozisyonu için bile şaşırtıcı.

        BUNDAN SONRA HER YER ‘GOTHAM’…

        Çünkü bu tutumuyla Trump, hangi pozisyonu alırsa alsın tutumu dünya için örnek alınan ya da belirleyici olan Amerika gibi bir ülkenin tek değer ölçüsünün ‘parayla ölçülebilirlik’, tek kaygısının ise ‘bencil güvenlikçi tutum’ olduğunu ilan etmiş oldu.

        Yeterince güçlü olan bir egemen otoritenin her suçu işleyebileceğini ve eğer ABD ile arası iyiyse, burnundaki kılı bile feda etmeden yırtabileceğini ilan etmiş oldu.

        Yasalar, tarih ve kamuoyu vicdanı karşısından sınanmak, hesap vermek durumunda olanların sadece sıradan insanlar olduğunu ilan etmiş oldu.

        Devletlerin ve milletlerin yaşayakalmak için gereksindiği en temel unsurun ‘meşruiyet’ olduğu önkabulünü tanımadıklarını ilan etmiş oldu.

        Dili, bayrağı, ırkı, tarihi ne olursa olsun, bütün dünya milletlerinin ve onları yönetenlerin aynı anda, aynı düzeyde bağlı kalmaları gereken siyasetüstü kurallar olduğu gerçeğini inkar etmiş oldu.

        Bundan sonra dünyanın şöyle bir yere gideceği hemen hemen kesin gibidir:

        Ahlaki duruşlar, değerler, Amerika adına çiğnenebilir oluyorsa başka ülkeler için de çiğnenebilir olacaktır. En azından o ülkeleri yönetenler, ellerine geçirdikleri her güç kırıntısını ya da kozu bu yönde kullanmaya cesaret edebilecektir. Muhammed Bin Selman konusunda Trump gibi davranan bir başka büyük ülkenin, ‘muhalif’ (gazeteci ya da değil) ölümlerine sık rastlanan Rusya olması bize yeterince çok şey söylüyordur diye düşünüyorum. Nitekim daha Skripal vakasının dumanı bile soğumamıştır.

        Trump, kararının gerekçesini anlatırken "…bu çok tehlikeli dünyada" gibi bir ifade kullandı. Doğru, bu tehlikeli bir dünya, ama Trump gibi değerler sistemi olmayan, kısa vadeli kâr ve güvenlik beklentisi adına uzun vadeli yıkımı garantileyen adamlar sayesinde tehlikeli olmakla kalmayacak, kabusa dönüşecek.

        ***

        Anadolu Kültür AŞ gözaltıları ve bir soru: Değdi mi?

        Türkiye, memleketini yönetenler tarafından vahşice infaz edilen Suudi Arabistanlı muhalif yazar Cemal Kaşıkçı’ya sahip çıkarak son derece ‘yakışıklı’ bir iş yaptı. Kaşıkçı davasının peşini bırakmayacağını ifade eden Erdoğan, hem hakkın hatırını gözetti hem de siyasi bağlamda Türkiye’nin alnını ağartan bir duruşa imza atmış oldu.

        Kısa bir süre sonra, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “beyin göçünü tersine çevirmek” için yurt dışındaki Türk araştırmacıları geri çağırdı. Olumlu bir gelişmeydi. Gideni getirmek için adım atılıyorsa, gideni gitmeye teşvik eden vasattaki buzların kırılması, iklimin yumuşaması ve temenni edilen ‘normalleşme’ için de zemin oluşturma yolunda en azından bir niyet var demekti. Bu yolda merakla beklenen başka bir adım daha vardı: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 22 Kasım’da, AB Dış Politika ve Güvenlik Politikalarından sorumlu yöneticisi Federica Mogherini ve Genişleme Sorumlusu Johannes Hahn’ı Ankara’da ağırlamaya hazırlanıyordu.

        Sonra bir şey oldu. Türkiye bir devleti karşısına alma pahasına muhalif bir gazeteciye sahip çıkmamış gibi, yurtdışındaki eğitimciler, araştırmacılar çağrılmamış gibi bir şey: 13 akademisyen ve aktivist gözaltına alındı.

        Tutuklu insan hakları eylemcisi iş adamı Osman Kavala'nın başkanı olduğu Anadolu Kültür AŞ'ye yönelik soruşturma kapsamında gerçekleştirilen operasyon, saatler içinde bir kişinin tutuklandığı, 12 kişinin ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldığı bir noktaya evrildi. Yani Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi çalışanı Yiğit Aksakoğlu tutuklanırken, Prof. Dr. Turgut Tarhanlı, Asena Günal, Hande Özhabeş, Meltem Aslan Çelikkan, Prof. Dr. Betül Tanbay, Bora Sarı, Yusuf Cıvır, Ayşegül Güzel, Yiğit Emekçi, Hakan Altınay, Çiğdem Mater ve Filiz Telek ise serbest bırakıldı.

        Cezaevinde bir yıldır tutuklu bulunan Kavala için bir iddianame yazılamamış olmasının baskısı baskın gelmişti herhalde. Kavala’nın etrafındaki kişileri alıp konuşturulmaları denendi belli ki. Ama hayli tuhaf oldu. Türkiye lehine esmeye başlayan meltemler hem de hiç gerek yokken yeniden poyraza döndü.

        Gözaltına alınan isimlerin biri hariç hepsinin serbest bırakılması olumlu bir gelişmeydi ama şu da rahatlıkla sorulabilirdi: Madem bırakalacaklardı, onca toz neden kaldırıldı?

        Sabahın köründe evlere dalan polis marifetiyle evlerin aranmasına, yüreklerin hoplatılmasına ve bu yolla insanların tariz ve taciz altında hissetmesine sebep olmanın gereği var mıydı? Zira Ceza Muhakemesi kanununa göre, tutuklama için gereken her şey var ama hakim kararı elde edilemiyorsa yakalama ya da gözaltı kararı verilebilirdi. Ya da suçüstü varsa. Oysa suçüstü hali yoktu, çünkü soruşturma tarihi 2014’tü.

        Gözaltı işlemini yapanlara göre bütün bunlara gerek vardı: Çünkü onlar, "Gezi eylemlerini derinleştirmek ve yaygınlaştırmak" amacıyla Kavala ile hiyerarşik bir düzen içinde çalışmışlardı.

        Gezinin ilk günlerini, bir semtin ahalisi o semtte olup bitenler hakkında söz söyleme, verilen kararlara karşı toplantı ve gösteri düzenleme hakkına sahiptir diye düşündüğüm için gayet normal bulmuştum. Nitekim öyle olmasa pek çok AK Partili ailenin hatta tanınmış kişinin çoluğu çocuğu eylemlerin ilk günlerinde Taksim meydanına akmazdı. Ayrıca benim ne düşündüğümün de önemi yoktu, bu hak anayasal güvence altında. Sonra olanlar, ilk günlerde olanın göründüğü kadar naif olmadığını ortaya çıkardı. Ve elbette bazıları o eylemler zincirinin dönemin başbakanını devirmesini istedi. Hatta bazı liberal aydınlar ‘No Pasaran’ gibi yazılarla hükümetin ölüm saatini ilan etme noktasında hayli gayretkeş davranışlar içine girdiler. Kendilerini eleştirdim, o günlerde yazıp çizdiklerim yüzünden sayısız linç tufanına maruz kaldım.

        Ancak bütün bunlar 2013’te oldu. Türkiye’yi sarsan o olayın üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçti. O beş yılın içinde Gezi’den çok daha önemli, çok daha örgütlü, çok daha kötü saldırılar yaşadık.

        Düşünüyorum, darbe girişimine uğramış, sokaklarına tanklar çıkmış ve 250 vatandaşını şehit vermiş ve o hain girişimi atlatmış bir ülkenin devleti, bu tarihten çok daha önce gerçekleşmiş bir sokak hareketini 2018 yılında neden yeni operasyonların konusu haline getirir, anlamlı bir cevap veremiyorum.

        Zira bakıyorsunuz, Gezi’yi kriminal boyuta taşıyanların değil, demokratik bir sivil itaatsizlik eylemi olarak kurgulayanların peşine düşülüyor. Yani duvarlara Erdoğan ve ailesi hakkında küfürlü yazılar yazanlar değil, o yazıları "Bu eyleme gölge düşürüyorlar" diye sildirenler soruşturuluyor. Sağdan soldan geçen başörtülüleri "Daha durun, sıra size de gelecek" diye tehdit edenlerin değil, bazı başörtülü kadınlara hakaret ve tacizler yapıldığı iddiası ortaya çıkınca yürüyüş düzenleyerek bu eylemleri kınayan frekans hedef tahtası oluyor. Polis şiddeti ile artan gerginlik sonrası meydana üşüşen ve gelişmelerin rengini değiştiren "Mustafa Kemal’in askerleriyiz!" ekürisi değil, "kırmızı giysili kadın", "piyano çalan adam" gibi Gezi’yi ‘Batı’da da konuşturtacak, gündem haline getirecek ‘taktikler’ cezalandırılıyor.

        ‘Taktikler’i tamamen masum görüp, bağrımıza mı basacağız? Elbete hayır. Gezi mazeretli sokak hareketinin sebep olduğu sonuçları daha pek çok kez masaya yatırabilir ve bu ülkeye kaybettirdiği şeyleri (misal, çözüm süreci) ele alabilir ve sorumlularını, katkı verenlerini suçlayabiliriz. Ama bu suçlama siyasetin, politikanın, analizin, eleştirinin konusu olabilir. Hukukun böyle suçlamalar yapması, takdir edersiniz ki, ancak ‘somut delil’ ile, kişi, olay ve sonuç arasında illiyet bağı kurulabilmesi ile olur. Aksi takdirde bir dava sebebi teşekkül etmez. Kuramadığınız illiyet bağı üzerinden "Kırmızı giysili kadın eylemci ithal ettiler" gibi sebeplerle dava oluşturmaya kalkışılırsa da elalem konuşur. Hem de söyleyecek hiç sözü olmaması gereken, Kaşıkçı’yı öldürenleri aklayarak gelmiş geçmiş en karanlık dönemin startını veren ABD gibileri konuşur. Ama onlar konuştuğu için bir şey olmaz; olan, bir muhalif yazarın öldürülmesine karşı uluslararsı ölçekte duyarlılık oluşmasını sağlamış Türkiye’nin, elde ettiği taze prestije olur. Nitekim öyle de oldu ve yazık oldu.

        Diğer Yazılar