Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “İktidarı öveyim, iktidarın ürettiği ve beslediği sosyolojinin sırtını sıvazlayayım da hem param, nüfuzum artsın hem de popülizmle feleği şaşırtılmış taban beni çok sevsin” kaygısı bazı resmi-yarı resmi devlet yazarlarını ve akademisyenlerini iyiden iyiye şaşırtıyor.

        Son baktığımda bazıları “AK Parti’yi ve yaptıklarını eleştirmek muhafazakarlara özgü bir aşağılık kompleksidir”, “karşı mahalleden aferin almak için güzel devletimizi ve güzel sosyolojimizi eleştiriyorlar” gibi şeyler geveliyorlardı.

        Mesele, üç beş lümpenin ve birkaç zevzek başörtülü kızcağızın videoları üzerinden bütün bir kesimi genelleme hatası yapanlar ise bu kadar söylenmeye gerek yok. Kim söz konusuysa ya hadsizlik yapmış ya yanlış anlaşılmış. Nokta.

        Ama yok, asıl olarak kendilerini, stratejilerini, 31 Mart gecesi ve devamında sergiledikleri hokkabazlıkları yandaşlığı nadanlığa ve hoyratlığa yapıştıran hallerini beğenmeyenlere kızgınlar.

        AK Parti’yi de, AK Parti’nin aynı zamanda eşittir devlet olduğu yeni sistem üzerinden devleti ve kurumları da bu tür bir “kutsallaştırma”, “dokunulmaz kılma” hevesiyle çürüttüler.

        Ama insan merak ediyor, kendi geçmişleri de bilinirken sağa sola “muhafazakar ezik” diye yargı dağıtanlar gündemi takip etmiyor mu? Misal kendileri gibi herkesin sürekli övmesini ve ayılıp bayılmasını istedikleri sularda sergilenen “aşağılık kompleksine” söyleyecek bir lafları neden yok? Korkuyorlar mı? Neden susuyorlar?

        Malum yakınlarda gerçekleşen olay az buz bir şey değildi.

        Binali Yıldırım - Ekrem İmamoğlu ortak yayını için, Uğur Dündar ismi, kibar tabirle “öne çıktı”.

        Şimdi, millete ve özellikle sivil gazeteci ve yazarlara “Aşağılık kompleksiniz var” diyenlerden hiçbiri de çıkıp “Neden Uğur Dündar? Memlekette moderatör mü kalmadı?” demedi. Demezlerdi, çünkü verdiklerinin gerçek bir savaş olmadığını bildiklerinden olsa gerek, öteden beri asıl dertleri özellikle benzerlerini, özellikle geçmişlerini bilenleri nefes alamaz hale getirmek, güçleri yetse diri diri gömmek.

        O halde biz diyelim…

        Bu yayını yapmak istediği çok açık olan Didem Arslan Yılmaz’ın nesi eksikti? Neden Uğur Dündar?

        “Uğur Dündar” 28 Şubat’ın en önemli ve “müşahhas” aktörlerinden değil miydi? Öyle demiyor muydunuz?

        Uğur Dündar lanetli bir şey olarak anmaya alıştığımız “Eski Türkiye”nin sembolü değil miydi? Öyle demiyor muydunuz?

        Ayrıca siz değil miydiniz, 24 Haziran öncesinde, 24 Nisan 2018’de, geçen yıl yani, Erbakan ödülleri törenini Uğur Dündar sundu diye o törene katılan Temel Karamollaoğlu’nu ve Abdullah Gül’ü ilişkili olduğunuz bütün gazetelerde linç ettiren? “Erbakan’ın kemikleri sızladı” diye manşetler attıran?

        Türkiye’nin beklediği ve her tarafça önemli görülen bir yayın için neden Uğur Dündar ismi zikredildi ve ilginçtir arayış hep "o" karşı mahalleden oldu , buna yapıştıracak bir yaftanız yok mu?

        Sebep “karşı mahalleden aferin alma arzusu” olabilir mi?

        O halde sormak farz olmadı mı?

        Binali Yıldırım’ın kulağına “Uğur Dündar olsun” cümlesini fısıldayan “ezikler” kim?

        Bu tercih, hükümete yakın gazetecilerin bıyık altından küçümsenmesine "Önemli olan Yıldırım'ın yandaş kesimden bir isim bulup da önerememesi!" gibi yorumlar yapılmasına neden oldu neden gıkınız çıkamadı.

        İşi gücü bir kenara bırakıp “Pastam artsın, parsam çoğalsın” diyerek kendisine kendi mahallesini hoyratça ayrıştırma görevi ihdas edenler mutlu mu?

        Uğur Dündar teklifi reddetti ve madem Eski Türkiye kıymete bindi, soralım, “Acı var mı?”

        Ya da güncelleyerek soralım: “Kına var, alır mıydınız?”

        BUNLAR EZİKLİK DEĞİLSE, BAŞKA HİÇBİR ŞEY DE DEĞİLDİR…

        Gece gündüz “ABD 15 Temmuz darbe girişimini destekledi” deyip, sonra Trump “ilişkilerimiz hiç olmadığı kadar iyi” deyince sevinç naraları atmak…

        Sırf İsrail ile iyi ticari ilişkiler kurulacak diye Mavi Marmara davasına davacıların itirazlarına rağmen son verdirtmek…

        31 Mart yerel seçim öncesi İzmir’i şarapçılığın adresi haline getirmeyi vadetmek…

        İmamoğlu’nu vurmaya çalışırken ortaya çıkan gerçek gösteriyor ki, her dem “Gezicilere” kucak açtığı hatırlatılıp sopa gösterilen Koç’tan uçak helikopter kiralamaktan geri duramamak…

        Beyaz Saray’da Trump’la görüşmeyi “Oval Ofis’te samimi toplantı” diye tatlı tatlı muştulamak…

        İslami bir camianın hacısı hocası bilinmek ama daha birkaç gün önce yeminli cemaat düşmanı Doğu Perinçek’e iltifatlar yağdırmak ve karşılığında da ala ala “Bu sözler kendimize güvenimizi arttırıyor”dan fazla bir şey duyamamak…

        Çağdaşlık kelimesini ağzından düşürmemek, ülkeye bütün belaların İslam’dan, tarikatlardan, cemaatlerden geldiğini düşünmek ama yanmaz kefen tüccarları hocalarla cilveleşmek…

        Binali Yıldırım’ı “Uğur Dündar” ismine ikna eden aklı evvellerden olmak ya da bu aklıevvellerin fikrini alkışlamaya kalkışmak…

        REKLAM

        ***

        TEVAZU ŞATAFATI

        Bu yılki Ramazan ayı nahoş geçti. Allah’ın nasip ettiği oruç sabrında eksilme yoktu; dostlarla iftarlar, sahurlar boldu. Ama inziva kısmı sorunlu, manevi hazzı azdı desem yalan olmaz. Herhalde en temel nedeni, hemen her köşeden Ramazan ayını siyaset için, daha açık ifadeyle 23 Haziran İstanbul seçimleri için araçsallaştıran manzaraların fırlaması, bir “tevazu şatafatının” sahne almasıydı.

        Mübarek günler devam ederken yazmak istemedim. Ama şimdi, söyleyebilirim.

        2019 yılının Ramazan ayından aklımda kalan iki görüntü var.

        Biri Yenikapı miting meydanında kılınan dev katılımlı teravih namazı.

        Diğeri, pahalı takım elbiseli kravatlı siyaset eşrafının yer sofrasında bağdaş kurup iftar yapma enstantaneleri…

        Elbette İstanbul Müftülüğü'nün fethin 566. yıl dönümü dolayısıyla düzenlediği Enderun Teravihi namazının gerçekleştiği mekandaki dev katılım bir gurur nişanesi olabilirdi; devletin zirvesinin milleti ile; yani 313 bin kişi ile aynı anda ve gerçekten saf tuttuğu bir namaz söz konusu olabilseydi... Zira basına yansıyan bazı görüntüler son derece haşmetli olsa da gerçek tam olarak bu değildi: Devlet ricali için belirlenen “protokol” sırası, arkadaki 313 bin kişiden demir bariyerlerle ayrılmıştı.

        Bu fikir kime aitti bilmiyorum ama iyi bir fikir değildi.

        Zira devletin başı ile halkın beraber toplu kılınacak bir namazı eda etmesinin esprisi sahiden beraber saf tutmaktır. Hatta safları sık tutmaktır. Çünkü mesele, eşitlenmektir; Allah önünde herkesin eşit olduğu, kardeş olduğu duygusunu tecessüm ettirmektir.

        Bir siyasal enstrüman olarak siyasetçi iftarlarına gelince…

        Bu manzaraların bazıları hoş ve sıcaktı. Ama bazıları tatsız…

        Otantikliği ve yoksulluğu “çalışılmış” iftar sofraları vardı çünkü.

        Bir tahta kaşık eksikti.

        Köşede duran ve fotoğraf karesinin içinden gülümseyen yemek masasına rağmen, her nedense yere kurulmuş o sofra tuhaftı. “En yoksul insanlarla bile eşitleniyoruz bakın” diyebilmek için, aileyi olduğundan daha yoksul göstermeye kilitlenmiş bir sofra projesiydi çünkü. Tam manasıyla bir tevazu şatafatıydı.

        Öyle, çünkü mevzubahis İstanbul olduğunda “yer sofrası” kültürel değil, sınıfsaldır. Yoksulluğu ima eder.

        Halkın hiçbir şeyi olmayan yoksul tabakasının evine misafir olunduğunda, rahatça yer sofrasına oturabilmek, “Ay ayağım uyuştu” filan yapmamak, güzeldir. Şimdi bir iddiası olan siyasetçinin, yokluğu da bildiğini; bildiği şeye bigane kalmayacağını hissettirir.

        Ama yemek masası olan bir eve konuk olup yer sofrasında görüntü vermek, o aileyi “hiçbir şeyi olmayan insanlarla” aynı yoksunluk düzeyine ışınlamak ve bundan bir tevazu ambiyansı sağmaktan başka bir şey değil.

        Kim yaparsa yapsın hoş değil.

        Diğer Yazılar