Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘Kayıp Kızlar’ filmini hatırlayan var mı?

        Ahu Tuğba, 80’lerin tabiriyle ‘disko’da, beline kadar yırtmaçlı dore payetli giysisi ve yine beline kadar açık göğüs dekoltesi ile ve üstelik Nuri Alço ile tatlımlı cicimli flört eşliğinde dans etmektedir. Nuri Alço tabii ki içeceğine ilaç attıracak, genç kadının mukavemeti düşecek ve sabah ‘her şeyini ama her şeyini’ kaybettiği duygusuyla Atikali camii imamının kızı gibi gözyaşı dökecektir. Evinde gergef yapıp biber kızartırken mutfak penceresinden kaçırılmış gibi haykırır: Bana tuzak kurdun. Kumpas kurdun. Kandırdın. Hain!

        İstanbul Sözleşmesi’ne imza atmakla övünen iktidar partisinin bazı simalarının sergilediği ‘pişmanız’ tutumuna baktıkça aklıma bu sahnedeki tekst-kontekst tutarsızlığı geliyor. Perşembenin gelişi çarşambadan belli ama sonuç hiçbir zaman öngörülemiyor ve dahası sorumluluk alınmıyor. Hep bir ‘pişmanlık’, oyuna getirilmişlik duygusu verilmekte.

        İstanbul Sözleşmesi eleştirilemez değil. Ben kadın erkek fırsat eşitliğini, kadına karşı şiddetin önlenmesini, aile ‘kutsallığı’ adına kadınları şiddetle yaşamaya mahkum eden kafayı gerekirse infaz etmeyi yıllarca savunmama rağmen, bu sözleşmede de geçen ‘toplumsal cinsiyet’ ifadesiyle hiçbir zaman barışamadım mesela. ‘Cinsiyet’in başına getirilen o ‘toplumsal’ niteleyeninin nasıl ‘itikadi sorun’ teşkil ettiğini, dahası kavramın fazla esnek ve akışkan cinsel kimliklere kapı araladığını görmeyen İmam Hatipli AK Parti elitlerini de epeyce zaman anlamadım.

        REKLAM

        Diyeceğim o ki, üzücü olan İstanbul Sözleşmesi’nin eleştirilmesi değil. Aslolan 6284 sayılı yasa. Ama biliyoruz ki, İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısı olarak bu sözleşmeden imza çekmek zamanla 6284 sayılı yasayı da aşındırır.

        YİNE Mİ RİCAT, YİNE Mİ ALDANIŞ?

        Ve yine biliyoruz ki, bu bitmek bilmeyen ‘yanlış anlamaşız’lar, orada değilmiş gibi yapmalar, ricatlar ve her seferinde faturanın bir önceki duruşa, tutuma inanan kesimlerin sırtına yüklenmesi, artık alışkanlık haline geldi.

        Evet, esas üzücü olan bu.

        AB’ye girmek için sergilenen onca aşırılık, hükümetin o günlerdeki politikalarına inanıp destekleyenlerin suçu oldu. ‘Batıcı’ oldular, ‘entegrist’ oldular. Hain oldular.

        Çözüm sürecini başlatan hükümetti, bitiren Kandil ve HDP’ydi. Ama daha sonra bu politikanın her şeye rağmen devam edeceğine inanıp destekleyenler Kandil kadar suçlu sayıldı, kriminalize edildi.

        Türkçe Olimpiyatlarına katılıp Fetullah Gülen için övgü dolu sözler söyleyen siyasetçiler, darbe girişiminden sonra milleten özür dilediler, ‘Allah affetsin’ dediler, ama onların sözlerine inanıp o günkü adıyla ‘cemaat’ ile sohbet, okul bağlamında yakınlaşanlar hain darbe girişimi sonrası ‘Fetöcü’ kabul edildi. Darbe girişiminden bihaber olsalar bile.

        Ayasofya açılsın diyenler azarlanıyordu, “Bunun faturası ağır olur” deniliyor, “Önce Sultanahmet’i doldurun, cami eksiği mi var?” diye meydan okunuyordu. Sonra bunlara “Ha evet mantıklı” diyenler ‘kötü’ oldu, “Kılıç hakkımız ulen” diyenlerden bir sopa yemedikleri kaldı.

        Şimdi İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bir gerginlik, sözleşmeden çekilme eğilimi hissediliyor.

        Dönemin bakanı Fatma Şahin’e edilen laflardan ve kendisinin sessizliğinden anlıyoruz ki, gidişat Sümeyye Erdoğan, Saliha Gümrükçüoğlu, Özlem Zengin gibi etkili profiller tarafından durdurulmazsa, fatura yine başkalarına çıkacak, bazı kadınlar ‘güzide değerlerimize kumpas kurmakla’ suçlanacak.

        REKLAM

        MÜJDELER, ÖVGÜLER, GURURLAR

        Ortada kumpas yok.

        Oyun yok.

        Tuzak yok.

        Hepiniz ordaydınız ve sözleşmenin imzalanıp açıklandığı günün harika bir gün olduğunu düşünüyordunuz.

        Bir kere, İstanbul Sözleşmesi’nin adında İstanbul geçmesi bile bu sözleşmenin AK Parti iktidarı sırasında Türkiye’nin eseri olmasından kaynaklı zaten.

        O günlerde haber bültenleri şöyleydi: “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, kadına yönelik şiddetin önlenmesiyle ilgili İstanbul Sözleşmesi’nin Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldığı ve yakında Meclis’e geleceği müjdesini verdi.”

        Meclis Başkanı Cemil Çiçek “Şahsi kanaatim, sözleşmenin bir an evvel Genel Kurul’dan geçmesi. Bu nedenle Sayın Şahin’i de arayıp ‘Bana düşen ne varsa sonuna kadar destek veririm’ dedim. Hükümet, sivil toplum, muhalefet, hep birlikte çalışalım ve bu işin yasal düzenlemesini yapalım” diyordu.

        Nurettin Canikli, Türkiye’nin sözleşmenin hazırlanmasına ve sonuçlandırılmasına öncülük ettiğini ve bu başarıdan onur duyduğunu söylüyordu.

        Nitekim 11 Kasım 2011 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla TBMM’ye sevk edildi, 24 Kasım 2011 tarihinde de TBMM’de görüşülerek AK Parti, CHP, MHP ve BDP’nin ‘oybirliğiyle’ onaylandı.

        Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olduğu için Türkiye adına imza atan da o oldu. Davutoğlu da süreci şahsen takip ettiğini ve meseleyi çok önemsediğini ifade ediyordu.

        Yani bu sözleşme bize ‘dışardan’ dayatılmadı. Bilakis, Türkiye bu sözleşmeyi hem yaptı hem diğer ülkelerin imzasına sundu.

        REKLAM

        2014’te yürürlüğe girdiğinde imzalamayan ülkelere bakıp “Heh hee, kim Avrupalıymış kim değilmiş, anladınız mı şimdi?” diye hava atılıyordu.

        Çünkü şiddet gören kadınları korumayı uluslararası düzeyde vadetmekle kalmıyor, diğer ülkeleri de buna imza atmaya çağırıyordu bu sözleşme.

        Çünkü kadınlar öldüresiye dövülüyor, öldürülüyordu ülkede. Sözleşme ve sözleşmenin gereği olarak yapılan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun bu yüzden çıktı. Yasa maddeleri şiddet gören kadını koruduğu kadar, erkeği ve çocuğu da koruyordu.

        DIŞARDAN DAYATILMADI AMA TÜMÜYLE ‘İÇERDEN’ DE DEĞİL

        İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’ye dayatılmış, dışardan gelmiş değil.

        Haa, ama kavramlar ‘dışarlıklı’ olabilir, bakın onu tartışabiliriz.

        ‘Cinsel yönelim’ gibi ibareler bile sonraki iş. Daha en başta ‘toplumsal cinsiyet’ kavramını referans alan çalışmaların hemence, hiç sorgulanmadan temellük edilmesi, kadına yönelik şiddeti bu toplumun kendi iç dinamikleri, dili ve bilişsel/sezgisel kodlarına uygun bir tutumla mahkum edebilen yasaları çıkarıp doğru pratiği geliştiremiyor olmamızla ilgili bir zaaftan kaynaklanıyordu.

        Ne çare, bu ‘olduğundan başka bir şeymiş gibi davranma’ tutumuyla girişilen, ancak uzun vadede emekle sebatla ve tamir ede ede ilerleyecek işlere ‘oy kaygısı’, ‘seçmen tepkisi’ gibi faktörlerin karışması şimdi iyi kötü alınan mesafeyi tehdit ediyor.

        Mesele oy kaygısı, seçmen kaybetmeme endişesi olunca ortalama birden “Nafaka ödememek için karımı öldüreceğim, azmettiricim İstanbul Sözleşmesi” diyen lümpen takımı ile Özlem Zengin’in dediği gibi toplumdaki bütün sapmaların, savrulmaların, kötülüklerin kaynağını İstanbul Sözleşmesi olarak görenler zaviyesine iniyor. Genelde ortalama 237 TL olarak hükmedilen yoksulluk nafakası dünyanın en büyük sorunu oluveriyor.

        İstanbul Sözleşmesi’ne abartılı bir öfke ile karşı çıkanların esasında 6284 sayılı yasaya da göz dikmiş durumdalar. Mahkemelerin yalan yanlış ve adaletsiz sonuç doğuran “Üç ay evli kaldı, ömür boyu nafaka ödeyecek” kararlarını, haberlerini sürekli olarak gözümüze sokmaları bundan.

        ‘Toplumsal cinsiyet’, ‘cinsel yönelim’ kavramlarının aralıklarında meşrulaşan ve sadece Türkiye’de değil, tüm dünyadaki muhafazakarları dehşete düşüren ‘cinsel kimlik enflasyonunun’ bedeli, kadınların elde ettiği kazanımlara fatura edilirse sahiden çok yazık ve çok yanlış olacak.

        Diğer Yazılar