Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DARREN Aronofsky’nin bu hafta vizyona giren filmi “anne!” daha adından kendini beğenmişliğini belli ediyor. Neden filmin adı küçük harfle yazılıyor ve sonunda bir ünlem var? Güya izleyicileri yaşayacakları şoka hazırlamak içinmiş ünlem. Çünkü hakikaten de filmin son 20-30 dakikası mide bulandırıcı, hatta yer yer ahlaken sorgulanası iğrenç bir ayine dönüşüyor.

        Küçük harf de filmin iddiasının altında ezilmesinin küçüklüğü mü acaba? Keşke kendisine dışarıdan bakabilen birinin elinden çıksaydı film, o zaman izlediğimiz bu beyazperde rezaleti olmazdı.

        Yönetmen kariyerini geçmiş filmlerinde şifreleri biraraya getirmeye, izleyiciye fazladan mesai harcatma üzerine inşa etmişti. Hep bir oyun, hep tuzaklı bir anlatım. Ama bu sefer dozu da kaçırmış, abartmış da.

        KAHKAHA DOLU

        Bir umut, belki bir “camp” klasiği olarak yıllar sonra gece yarısı gösterimlerinde insanları salonlara çeker ve kahkahalara boğar. Zira New York Times sinema eleştirmeni baştan sona gülerek izlemiş, filmin de gülerek izlenmesi gerektiğini yazmış. Birkaç arkadaşım ikinci saatinde gülmeden duramamış. Ben ilk başlarda filmin kasten güldürmeye çalıştığı sahnelere güldüm, ikinci bölümde ise yönetmenin zekâmla alay etmesine küfrediyordum. Filmi kasıtlı olarak komedi olarak çekmediği ortada; kasten komik sahneleri var, ama tamamı kendini epey ciddiye alıyor.

        Birkaç açıdan problemli “anne!” Öncelikle alegori üzerine inşa ettiği hikâye bir yerden sonra kontrolden çıkıyor, yönetmenin de ne yapacağını bilemediği hissi veriyor. Yapmak istediği şey, yapabildiğinin çok çok üstünde ne yazık ki ve tam da bu yetersizliğinden dolayı gülünç duruma düşüyor.

        İNCİL’DEN UYARLA

        Filmin temel sorunlarından biri birçok romancının ve sinemacının da düştüğü ortak hata... Her türlü hikâyenin, simgenin ardında bir anlam olduğuna inanılması: Edebiyatta da, filmde de bazen arka planda koşarak geçen bir at sadece arka planda koşarak geçen bir attır oysa. Bob Dylan’ın ömrü her satırında (ve her davranışında) aşırı anlam arayan kriptolojistlere “Altında sandığınız gibi bir şey yok” demekle geçti ve çoğu zaman da takıntılı hayranlarını ikna edemedi.

        Asıl ustalık derdini yalın bir şekilde anlatmak. Oysa Aronofsky her satıra, her sahneye, her diyaloğa anlam yükleyip filmi metaforlara boğmaktan sakınmamış. Bu da en çok fazla azimli bir edebiyat öğrencisinin amatör hezeyanlarına tekabül ediyor.

        İşin daha da kötüsü, filmin Wikipedia ara başlıklarından öğrenilmiş din bilgileriyle yapılan göndermelerle dünyanın en bilinen (ve ilk) öyküsünü yeniden yorumlamaya çalışmaktaki cüreti.

        **************

        #İzlemediysenizOkumayın

        FİLMİN ŞİFRELERİ

        - Javier Bardem’in isimsiz karakteri erkek O (Him) besbelli Tanrı, Jennifer Lawrence’ın isimsiz dişi O (Her) karakteri de toprak ana. Hikâyemiz Altıncı Gün’de başlıyor.

        - Film, Eski Ahit’in ilk kitabı Yaradılış’ı kendine göre yorumluyor.

        - Yerle bir olan ev Cennet’te; dünya defalarca yıkılıp defalarca yeniden yapıldığı için önce evin yıkık dökük halini, sonra da kendini toparlayıp işlevsel hale geldiğini görüyoruz.

        - İsimsiz ana karakterlerin yanı sıra bir erkek ve bir kadın ziyaretlerine geliyor. Ed Harris ve Michelle Pfeiffer’ın oynadığı çift Adem ve Havva. Yasak elmayı yemeleri gibi erkek O’nun herkesten sakladığı kristali kırıveriyorlar.

        - Adem ve Havva olur da çocukları filme girmez mi? Habil ve Kabil de anne ve babalarının önünde kavga ediyor, bir kardeş diğerini oracıkta öldürüyor. Kim hangisi, tahmin edin...

        - Kör gözün parmağına mı? Daha bitmedi. İncil’de Tanrı’nın kendini tarif ettiği “Ben benim” cümlesi Javier Bardem’in O’sunun ağzından çıkıveriyor. Bir başka yerde “kıyamet” vurgusu yapılıyor.

        - Filmde yok yok, Nuh Tufanı bile var... Bu sefer su borularının patlamasıyla sembolize ediliyor.

        - Sadece evrenin yaratılışı değil, semavi dinlerin doğuşu da filmin süresi içine sıkıştırılıyor. O’nu takip eden kitleler evine akın ediyor, kıyamet de böyle kopuyor zaten.

        - Tanrı her şeyi paylaşın dediği için cemaat de evi (dünyayı) yağmalıyor, hatta doğan bebeği bile yiyorlar. Bu iğrenç sahnenin anlatıma nasıl bir katkısı var bilinmez ama birçok midenin kaldırmayacağı kesin.

        - En önemli alegoriyi unutmayayım: Javier Bardem şair, yazdığı şiir uzun bir tıkanma sürecinin sonunda ona “iniyor”, elbette parşömene yazılıyor ve kitleleri peşinden sürüklüyor.

        - İnsanın azgınlığı sonucu kıyamet kopuyor ve dünya yıkılıyor, ama sonra yeniden doğuyor.

        EN BÜYÜK SIR

        FİLMDE Jennifer Lawrence sürekli bir kavanozdan turuncu bir tozu suyla karıştırıp içiyor. Bu iksirin ne olduğunu hiç anlamıyoruz. Yönetmen Darren Aronofsky bu sırrın kendisiyle mezara gideceğini söylüyor. Kendisi de ne olduğunu çözmemiş olmasın?

        **************

        ZARARI KÜLTÜRE

        HOLLYWOOD stüdyo sistemi belli bir ticari başarı sağlayan sanatçılara kendi istediğini yapmaları için zaman zaman açık çek veriyor.

        Darren Aronofsky de kendisine verilen açık çekleri birkaç sefer fena harcadı, ama sisteme kendini kabul ettirmek için bir yolunu yine buldu. “Black Swan” ve “The Wrestler” ödül süreçlerinde kendilerinden söz ettirmeseydi “anne!” de raftaki bir proje olarak kalırdı.

        Filmin ne büyük bir absürtlük olduğunu fark eden Paramount önce yanıltıcı bir fragmanla seyirci çekmeye çalıştı. Bu ucuz taktik tutmayınca bu sefer filmin kötülüğü üzerine kampanya yapıp kayıtsız kalınamayacağı üzerinde durdular. Filmin başarısızlığını da, günahıyla sevabıyla (işte dini gönderme) sahiplendiler.

        Oysa asıl mesele şu...

        Kendilerine verilen bu açık çekleri böyle saçıp savuran yönetmenler en büyük zararı sinemaya vermiyor mu? Zaten süper kahramanların etkisinde çok az bağımsız film sıyrılabiliyor, bu birkaç alan da böyle uyduruk filmlerle doldurulunca gerçekten iyi bir iş yapmak isteyenlerin önü tıkanacak ileride.

        Diğer Yazılar