Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Aslında amacım İsmet İnönü’nün meşhur sözünü bugüne uyarlayıp Suriye operasyonu sonrası Ortadoğu’da oluşan ittifaka dikkat çekmekti. Hakikaten de yeni bir dünya kuruluyor, Türkiye de burada yerini alıyor mu? Ama daha yazıya başlamadan önce aklıma takıldı: İsmet Paşa bu sözü hangi vesileyle söylemişti?

        Hepimizin bildiği, hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz bilgi bu sözün Johnson mektubuna tepki olarak söylendiği. Bugünlerde Trump mektubuyla yeniden hatırlanan mektubunda Amerikan Başkanı Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesi olursa Amerikan silahlarının kullanılmasına izin vermeyeceğini, bu harekatı desteklemeyeceğini söylüyor.

        Bize ezberletilene göre İsmet Paşa bu mektuba çok sert tepki veriyor: “Yeni bir dünya düzeni kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini bulur,” diyor.

        Ancak tarihin akışı bu meydan okuyan cümlenin aksine işliyor. Yeni bir dünya düzeni kurulmuyor, Türkiye de bu dünyada yerini almıyor. Hatta Kıbrıs’a müdahale bile etmiyor bu mektuptan sonra İsmet Paşa ve ABD’ye gidiyor.

        DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR

        Çok güvenilir kaynaklarda meşhur sözün mektuba karşılık olduğu yazıldığı için hiç sorgulamadan böyle girişecektim yazıya. Yine emin olmak istedim.

        En güvenilir iki kaynağı söyleyeyim mesela: Cumhuriyet’te Alev Coşkun veya Hürriyet’te İlber Ortaylı.

        Başka yerlerdeyse bu cümlenin Johnson mektubundan önce söylendiği de yazılıydı. Ek$iSözlük’te bile aksi söyleniyor; İlber Ortaylı’dan daha mı iyi bilecek sanki rumuzlu sözlük yazarı?

        Bazen aynı gazetenin farklı yazarları bile anlaşamıyor bu konuda. Aydınlık’ta Mehmet Ali Güller yaygın olarak bilineni tekrarlıyor mesela. Ama Rafet Ballı demecin Time dergisine mektuptan bir buçuk ay önce söylendiğini yazıyor. Konu yine Kıbrıs davası ve Batı’nın sıkıştırması, ama zamanlaması mektuptan önce. Bir de İlnur Çevik gibi 1964’te yazılan mektubun 1967’de gönderildiğini yazanlar var, bir şey demiyorum artık.

        Kısaca iş başa düştü ve asıl yazacağım yazıyı bırakıp cümlenin izini sürdüm.

        Kesin olan bilgi Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin 5 Haziran 1964’te İsmet İnönü’ye mektubu teslim ettiği. Büyükelçilik’ten Dışişleri’ne yollanan kablolarda da bu bilgi var. Mektup 6 Haziran 1964 tarihinde New York Times’ın birinci sayfasından da “Johnson Kıbrıs Konusunda İnönü’yü uyarıyor” başlığıyla yer alıyor. Haberde iki liderin karşılıklı “mesajlaştığı” (SMS değil tabii ki) yazılıyor, ancak tam metin yer almıyor.

        Epey bir zaman sonra, 13 Ocak 1966 tarihinde Cüneyt Arcayürek imzasıyla Hürriyet’te mektubun tam metni yayınlanıyor. Ertesi günkü Milliyet’te ise mektuba cevaben İnönü’nün “Mektubunuz hayal kırıcı olmuş, önemli görüş ayrılıkları belirmiştir,” demeci manşette yer alıyor. O günkü gazetelerde “Yeni bir dünya düzeni kurulur” cümlesi yok. Çünkü İnönü yaygın kanının aksine o cümleyi Johnson mektubuna tepki olarak söylemiyor.

        İŞİN ASLI ŞU

        Aradığım cümle New York Times’ın 17 Nisan 1964 tarihli sayısında karşıma çıkıyor. Onlar da Londra merkezli The Times’dan almışlar haberi: “Başbakan İsmet İnönü’nün bugünkü Milliyet’te yer alan Time’ın bir temsilcisiyle yaptığı söyleşi…” İyice karmaşık değil mi? NYT, The Times’tan, The Times ise Milliyet’ten alıyormuş haberi, Milliyet’in kaynağı ise Time. Ama sonuçta haberin içinde “Eğer müttefiklerimiz tavırlarını değiştirmezse Batı ittifakı bozulur,” ve “Böylece yeni bir dünya düzeni kurulur, bu yeni dünyada da Türkiye yerini alır,” cümleleri var.

        Bitmedi… Bu sefer de Time arşivine bakıyorum ve bu ifadeyi bulamıyorum. Bu sefer acaba böyle bir cümle hiç söylenmedi mi diye iyice kafam karışıyor.

        Meşhur cümle 16 Nisan 1964 tarihinde, mektubun gönderilmesinden ve sızdırılmasından çok önce Milliyet’in manşetinde yer alıyor. Haberi yazan kişi o sıralar Time dergisinin Türkiye muhabiri olarak görev yapan Mehmet Ali Kışlalı.

        “Kışlalı, Johnson mektubu, İnönü” diye basit bir aramayla birkaç sene önce onun Radikal’e olayın birinci tanığı olarak işin aslını yazdığı hemen karşıma çıkıyor.

        Meğerse Kıbrıs kapağı yapmaya hazırlanan Time son anda vazgeçiyor, Kışlalı da siyasetçilerin dış basına farklı Türk basınına farklı konuştuklarını görüp beş bin kelimelik mülakatından notlarını Milliyet’e yazıyor. Ertesi gün yer yerinden oynayınca, “Milliyet’in manşeti doğru mu?” diye soranlara İsmet Paşa eliyle Kışlalı’yı işaret ederek “Ona sorun, ona,” diyor.

        “Çok uzun okumadım” diyenlere özet: İsmet Paşa’nın sözünün Johnson mektubuyla ilgisi yok.

        *

        Bu yazıyı neden yazdım

        Tarihçi değilim, bu konular da uzmanlık alanım değil. Ama tarihe not düşmek için yazdım, çünkü onca hatalı bilgi içinde belki ileride birine lazım olur diye düşündüm.

        Batı gazetelerinde bu gibi bilgilerin doğrulunu teyit eden mekanizmalar var, çünkü gazeteci gündeliğin koşuşturması içinde yanlış yapabilir, eksik hatırlayabilir, hatalı bilgi verebilir. Bu gibi hataların asgariye inmesi için çalışır perde arkasındaki “fact checker” gazeteciler. Yine bir hata yapıldıysa da düzeltme yayımlanır; ne kadar eski, ne kadar unutulmuş gibi gözükse de. Bir gün birine lazım olur çünkü.

        Dahası, arşiv gazetecinin de en iyi arkadaşıdır. Eskiden ne kadar kıymetli insanlar vardı gazetelerin arşivlerinde. Milliyet’te, Sabah’ta, Hürriyet’te konu başlıkları ve kişiler hakkında dosyalar tutulur, kupürler saklanır, içine dalan gazeteciye de hazine değerinde malzemeler çıkardı. Gazeteler el değiştirdi, taşındı durdu, arşivler yok oldu. Dijital arşivler bile yok ortada. Benim gibi birçok köşe yazarının arşivi uçtu.

        Birkaç sene önce Milliyet çok önemli bir kamu hizmeti yaparak bütün arşivini dijitale aktardı, ama o bile unutuldu. Site işlemiyor, bir şeylere ulaşmak zar zor mümkün ama okumak imkansız. Milliyet’in şimdi sahibinin, yöneticilerinin bu siteden haberleri var mı, ondan bile emin değilim.

        Zaten gazeteleri kaç kişi çıkartıyor, arşive ya da bilgi doğrulatma servisine bütçe mi kaldı? Türk basınında gazeteci kendi kendisinin editörü, düzeltmeni, yer yer sayfa sekreteridir de. E böyle olunca da bir yanlış kendi kendine çoğalarak ilerliyor, birden gerçeğe dönüşüyor.

        DOĞRUSU YİNE ORTAYA ÇIKMAZDI

        Gerçi bu yazıyı yazarken düşündüm de… Bizdeki gazetelerde bilgi doğrulayıcı ekipler olsa bile yine İsmet İnönü’nün o cümleyi hangi vesileyle söylediğine dair yanlış bilginin önüne geçilmeyecekti. Doğrulama yapmak isteyen büyük ihtimalle güvenilir kaynak olarak İlber Ortalı’ya bakacak, “O böyle yazmışsa tamamdır,” diyerek doğru kabul edecekti. Ne yazık ki bizde akademi de medya gibi yalapşap işliyor. İlber Ortaylı gibi uzman bir ismin yanlış bilmesinin özrü yok; hani herkes hata yapar da o yapınca affedilmez. Özellikle gazetelere yazan uzman isimler tıpkı akademik makalelerde olduğu gibi köşe yazılarına da titizlenmeliler.

        Çıkartılacak ders şu: Gazetecinin duyduğu her bilgiden, okuduğu her satırdan kuşku duyması hayati öne taşır. Kimse hatasız değil işte. Şüphelenmek, izini sürmek, sorgulamak bu işin olmazsa olmazıdır.

        Bir de günah çıkarma: Radikal’de yazarken tek bir yazısını okumadan Mehmet Ali Kışlalı’dan nefret eder, atılmasını isterdim. Çünkü o yıllarda hepimiz liberaldik ve onu soyadından dolayı “askerci” bulurduk. Kısacası genç ve okumadan hüküm veren bütün liberaller gibi salaktım özetle. Oysa görüşleri ne olursa olsun duayen gazetelerin gazetelerde yer almaları gerekiyor. Bazen ağabey olarak, bazen tarihe not düşmek adına. İşte, bir gün birine lazım oluyormuş.

        *

        Bir gazetecilik sorusu daha

        Hakan Atilla’nın Borsa İstanbul’a genel müdür olduğunu biliyoruz. Peki Borsa İstanbul’un genel müdürünün ne iş yaptığını biliyor muyuz? Herhangi bir yerde Atilla’nın atanması haberlerinde bu bilgiyi görmedim. Sorumluluğu nedir, ne kadar önemli bir görev bu, ne anlama geliyor atama? Olması gereken temel bilgiler değil mi? Ekonomi gazetecileri Borsa İstanbul’un ne olduğunu, bu göreve gelen kişinin ne yapacağını biliyor olabilir.

        Ama okurların çoğunluğu borsanın nasıl işlediğini bile bilmez. Ancak Hakan Atilla’nın adını duymuşlardır kuşkusuz. Gazeteciliğin en basit kurallarından biri Atatürk resmi koyunca altına Atatürk diye adını yazmaktır, çünkü herkesin her şeyi bildiğini varsayamayız. En basit konuda bile.

        Borsa genel müdürlüğü de böyle… Hakan Atilla tam olarak ne iş yapacak, nedir bu genel müdürlük?

        Daha da önemlisi, bu görevlendirme ona bir ödül mü, terfi mi, kızak mı, jest mi… Bu soruların da yanıtının verilmesi gerek.

        *

        ÇUO

        Son yıllarda ABD’deki yayın organlarında sık sık kullanılan bir kısaltma var, “TL;DR.” Yazıların sonunda yer alıyor ve “Too long; didn’t read” anlamına geliyor. Yani okumayan tembel okura işin özetini veriyor.

        Türk basını da “Çok uzundu okumadım” diyen okura “ÇUO” kısaltmasını sunsa mı?

        Bugünkü yazım için ÇUO: Gazetecilik bitmiş arkadaş.

        Neyse, amma meslek dersi verdim bugün. İyice Hıncal Uluç olmadan bana müsaade.

        Diğer Yazılar