Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yarın doğum günüm. Bugün hayatta olmayabilirdim.

        Dün bisikletle eve dönerken bana minibüs çarptı. Karşıdan karşıya geçmeye çalışırken karşıdan gelen ve sola dönüş yapmaya çalışan aracın neredeyse altında kaldım. Hızlı değildi neyse ki ve hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktım.

        İlk refleksim aynen eve dönmekti. Amerika’da acil durumlarda ambülans çağırıp sonra varını yoğunu sisteme kaybeden hastaların kabus hikayeleri bilinç altıma işlemiş. Kalp krizi sırasında faturayı ödeyemeyeceğini bildiği için ambülans çağırmakta tereddüt edip taksiyle hastaneye, ama sigortasının kabul ettiği 45 dakika uzaklıktaki tek hastaneye gidenlerin hikayeleri yalan değil.

        Bir-iki dakika içinde olay yerine gelen polis ve itfaiye ekiplerine de eve yürüyebileceğimi söyledim. Eve gelebilecek binlerce dolar faturaya karşı daha mantıklı bir çözüm gibi göründü o an. Ancak sağlık ekibinin ısrarı ve iknasıyla, prosedürün nasıl işlediğini teker teker anlatması ve masrafların karşı taraf tarafından karşılanacağını söylemesiyle hastaneye gidebildim. Diaspora hayatı güzel, New York da dünyanın en güzel şehri. Ama işte bir an insanın çok uzaklarda ve yalnız olduğu gerçeği böyle gelip vurabiliyor. İnsanın sistemin karşısında ezildiğini hissettiği bazı anlar var, bu da onlardan biriydi.

        Bir ara acil servisin ortasında bütün sinirlerim boşaldı, kendimi tutamadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Telefonumun pili bitmişti, tek başımaydım ve o an konuşacak hiç kimsem yoktu. İyi olduğumu biliyordum, birazdan hastaneden çıkacağımdan da emindim. Ama koridordan evsiz bir kadın çığlıklar atıyordu. Oğlunu elinden aldıklarını söylüyordu (herhalde öldürüldüğünü kastediyordu), New York’ta neden tutunamadığına isyan ediyordu, “Neden evsizim ben” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Onu yatıştırmaya gelen hemşireden tek ricası ağrı kesiciydi. Ve bir de psikiyatristi görmek istiyordu. Kaldığı evsizler yurdunda ona çok kötü davranmışlar. Bunu anlatırken olabildiğince kibardı. Öyle böyle değil, bir aristokrat kibarlığındaydı adeta. O da sistem altında ezilmişti. Kendime değil, ona ağladım. Biraz da kendi derdimin başkaları karşısında ne kadar önemsiz olduğunu görüp utandım.

        Acil serviste beklediğim odada hayatım boyunca hiç unutmayacağımı düşündüğüm bir koku hafızama kazındı. Ölü insan kokusu muydu, çürüyen bir yiyecek mi, yoksa perdenin arkasında bekleyen hasta o an orada altına mı yapmıştı bilmiyorum. Belki de hepsinin karışımıydı. Bir süre sonra hemşireler de daha fazla bu kokuya dayanamayacaklarını, o hastayı başka bir yere alacağını söyledi. “Kokuyu gidermek için elimizden geleni yaptık, ama ancak bu kadar gitti” dedi. Burnuma gelen belleğime kazınan koku hafızası mıydı yoksa gerçekten hiç gitmeyecek şekilde o odada izini bırakmış mıydı… Hiç unutmayacağım.

        Perde açıldığında aynı hastanın kolunda dev bir mermi yarası vardı. Ya da son bir ölüm şırıngasının iziydi. Kim bilir, belki de ikisi birdendi. Ben beklerken doktora bu gece hastanede kalıp kalamayacağını söylüyordu. Belli ki gidecek yeri yoktu, pek çokları gibi.

        Ekranda astım, yüksek ateş gibi şikayetlerle gelen hastalarla beraber aşırı doz gibi daha uç vak’alar da vardı. Brooklyn’de, tam “ghetto”nun ortasında bir hastaneydi burası. Ama yine de beklediğimden daha iyi işliyordu.

        Diğerlerinin yanında benimki basit bir burun kanaması bile değildi. Ne görünür bir yara var, ne kırılan veya çatlayan bir kemik çıktı röntgenden. Bisikletimi orada bir demire kilitledim, belki yarın gidip almaya kalktığımda orada bulamayacağım. Ama umurumda değil. Bundan sonra New York’ta bisiklete binmeyi bırakacak mıyım, bilmiyorum. En azından bu yenilgiyi kabul etmek istemiyorum.

        Röntgenlere göre bedenimde bir hasar yok; çatlak bile yok, Hulk gibi işlememiş arabanın çarpması. Ama travmayı, kurtulmuş olabilmeyi atlatabildim mi emin değilim. Aslında ölümden döndüğümü bile hala tam olarak idrak edemiyorum.

        Açıkçası, köşe yazarlarının kendi kişisel meselelerini -çocuğum oldu, evlendim, sevgilimin kulağını yaladım, hastalandım, ocakta yemeğim var- kamuoyuyla paylaşmalarından hep nefret ettim ve zorlama buldum. Niyetim de bu tuzağa düşmeden basit bir “izin notu” yazmaktı. Ama kendimi tutamadım. Bunu da dikkat çekmek, ilgi toplamak için yapmıyorum. Sadece, bildim bileli tek varoluş şeklim yazı yazmak. Birkaç gün izne çıkıp iyileşmeyi beklemektense yazı yazarak travmamı atlatmak daha doğru geliyor. Ve o acil serviste yalnız insanların çaresizliğini de yaşadım. Biz yazı yazabilenlerin tek ayrıcalığı kendi yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi başkalarıyla, hiç tanımadığımız o başkalarıyla da paylaşabilmemiz.

        Minibüsün bana çaptığı an saniyenin binde biri kadar bir sürede aklımdan ilk geçen “Buraya kadarmış,” oldu. Birkaç saat sonra, ambülans, acil servis, röntgen, hiçbir işe yaramayan ağrı kesici ve elimdeki reçeteler, sağlık raporlarından sonra, telefonumun pili bittiği için araba çağıramadığımdan, hiç kimseye “Beni gel al,” diye ulaşamadığımdan, yoldan geçen otobüsün üzerinde “servis dışı” yazdığından, iki kilometreyi yürürken ancak “Buraya kadar değilmiş demek ki,” diyebildim kendi kendime. Tarif etmesi çok zor, ama bu da bir tür hayal kırıklığı oldu.

        Diğer Yazılar