Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD’de George Floyd’un öldürülmesinden sonra ülkenin dört bir yanını saran protestoların önceliği suçlu polislerin tutuklanıp ceza alması, uzun vadeli talepse güvenlik güçlerinin sahip olduğu abartılı yetkiler. İlk kez bir polis masum bir siyahı öldürmüyor kuşkusuz, ama ilk kez bu cinayetin ardından polisin toplumdaki rolü ve etkisi üzerinde ciddi bir sorgulama başlıyor gibi.

        Minneapolis belediye meclisi üyeleri kentin emniyet müdürlüğünü parçalara ayırıp polis hizmetlerinin temelden başlayarak yeniden tasarlanmasını öneriyor. Los Angeles’ın belediye başkanı şehrin polise ayırdığı bütçeden 150 milyon dolar kesmeyi taahhüt ediyor. Gerçi LA’de polisin bütçesi 1.8 milyar dolar, ama daha fenası da var. Ülkenin en büyük polis gücü New York’ta ve 6 milyar dolarlık bir bütçeyle yönetiliyor. Sırf bu sene 700 milyon dolarlık ek mesai ücreti var New York polisinin.

        Protestoların sayesinde atılan ilk olumlu adım şehirlerin polis bütçelerini ve polisin rolünü yeniden gözden geçirmeleri bugünlerde. Yıllardır eğitim, sanat ve gençlik programlarında kısıtlamaya giden belediyeler polisin bütçesine dokunamıyordu. Hele hele bu sene 40 milyon işsizin olduğu ABD’de belediyelerin vergi gelirinde de ciddi bir düşüş oldu ama yine de bu protestolara kadar kimsenin aklının ucundan polisin bütçesini azaltmak geçmiyordu. Tıpkı ABD’nin askeri harcamalara servet ayırması gibi kent düzeyinde de polisin diğer kamu hizmetlerine kıyasla finansal üstünlüğü bulunuyor.

        REKLAM

        KÜLTÜR DEĞİŞMEDİKÇE

        Paranın sözünün geçtiği bir ülkede polisin bütçesini kısıtlamak görevi suiistimal konusunda epey önemli bir adım. Zira yıllar boyunca polis sendikalarının kent yöneticileriyle yaptığı sıkı pazarlıklar hem bütçelerine dokunulmasını engelliyor hem de polisin işlediği suçu yanına kar bırakıyor.

        Kuşkusuz bu yokuş yukarı bir mücadele olacak. Gerçekten nitelikli bir değişim olup olmayacağı da tartışılır. Zira protesto gösterilerinde polisin insanların maskelerini indirerek yüzlerine gaz sıktığını, 75 yaşındaki bir adamı yere ittiğini (ve adamın kafatasının çatladığını), Louisville’de bir göstericiyi öldürdüğünü görüyoruz. Politikacılar, hatta polis müdürleri değişimden bahsediyor ama memurlar arasında pek bir şey değişmiyor. Çoğu zaman değişim vaatleri polislerin bir kulağından girip diğerinden çıkıyor.

        O kadar ki, New York’un belediye başkanı kendi polis müdürlüğüne sözünü geçiremiyor. Polis sendikası, protestolarda tutuklanan başkanın kızının kaydını sosyal medyada paylaşmaktan çekinmiyor. Göreve geldiğinde polis reformu vaat eden başkan şimdi emniyetin tepkisinden çekindiği için polis şiddetine kılıf uydurmaya çalışıyor, şehrin polisinin göstericilere karşı şiddetli tepkisinin önüne geçemiyor. Çünkü polis muazzam bir özgüvenle kendisini kanunun uygulayıcı değil, kanunun üzerinde görüyor ve bağlı bulunduğu belediye başkanını veya valiyi bile hiçe sayabiliyor.

        BOĞMAK YASAKLANIYOR

        George Floyd’un öldürülmesinin Minneapolis için ilk etkisi polisin zanlıları boynundan dirsekle sıkarak ya da diz bastırarak pasifize etme yöntemi olarak bilinen “chokehold” uygulamasına son verilmesi. ABD’deki kimi eyaletlerde polisin bu yöntemi kullanması zaten yasak.

        “Chokehold” yönteminin yıllardır yasak olduğu eyaletlerden biri de New York. 2014’te bir polisin boğazını sıktığı ve 11 kere “I can’t breathe,” (Nefes alamıyorum) diyerek bir amatör kameranın ölümünü çektiği Eric Garner’ın yaşadığı New York. Garner’ı boğarak öldüren polise yönelik açılan dava da Adalet Bakanı William Barr tarafından düşürüldü. Barr, geçtiğimiz hafta Donald Trump’ın kilise önünde İncil’le fotoğraf çektirmesi için Beyaz Saray önünde toplanan barışçıl protestocuların üzerine gaz sıkılması ve plastik mermi atılması emrini veren kişiydi.

        Kanunlar, yönetmelikler, vaatler ve tasarılar her zaman iyidir. Ama uygulanmadıktan sonra tek başına hiçbir anlam ifade etmez. O yüzden bugünlerde Amerika’da gösterilerin ardından bir şeylerin değişeceği, bu protestolardan sonuç alınacağı söylenirken bir türlü iyimser olamıyorum.

        Bugünleri anlatan film

        Brooklyn’de yazın en sıcak günü, bir şeylerin karışacağı belli ve Bed-Stuy semtindeki bir pizzacıda başlayan tartışma günün sonunda semtin ayaklanmasına, pizzacının yakılmasına, polisin siyahları tartaklamasına varıyor. Kısacası kıyamet kopuyor.

        Brooklyn’de herhangi bir yaz günü de denebilir bu anlattığıma. Ya da Spike Lee’nin 1989 tarihli başyapıtı “Do the Right Thing”in kısa bir özeti.

        Sinema tarihinde her dönem geçerliliğini koruyan ve sözü kuşaktan kuşağa aktarıldıkça eskimeyen pek az klasik var, “Do the Right Thing” bunlardan biri. 1983 yılında polis şiddetinden hayatını kaybeden bir siyah hakkında okuduğu haber üzerine yazıyor bu filmi Spike Lee. Vizyona girdikten birkaç sene önce Los Angeles ayaklanmaları oluyor, hatta bu filmin isyanı tetiklediği söyleniyor.

        Bugünlerde bu film yeniden gündeme geldi. Amerika’da ırkçılık olduğunu fark eden siyahlar birbirlerine Google docs üzerinden “bilinçlenme listeleri” yolluyorlar, okunacak kitaplar ve izlenecekler filmleri sıralıyorlar. Bu zorlama bilinçlenme listesinde mutlaka “Do the Right Thing” yer alıyor.

        Film hala geçerliliği koruyor zira üzerinden yıllar geçmesine rağmen filmde anlatılan Amerika gerçeği hiç değişmiyor. O gün filmde anlatılan isyanın nedenleri bugün de aynen geçerli. Bugün de polis şiddeti aynen devam ediyor; bugün de filmdeki çözüm önerisinin kararsızlığı üzerine uzun uzun tartışabiliriz.

        “Do the Right Thing” kusursuz bir film ama benim için hala en çarpıcı kısmı filmin kapanış jeneriğinden hemen önce beliren Malcolm X ve Martin Luther King, Jr’dan birbiriyle çelişen iki alıntı. Filmi izleyip kendinizce bir yargıya ulaştığınızda düşündüğünüz ne varsa yerle bir edip yöntem ve sonuç ilişkisini sorgulamanıza neden oluyor. Filmi izledikten sonra sabaha kadar kitaplardan Spike Lee’nin aslında ne demek istediğini okuduğumu hatırlıyorum. Bu sorgulamanın hala bugün de sürdüğü söylenebilir. O gün de tıpkı bugün olduğu gibi çözüme giden tek bir yol olmadığını, farklı yöntemlerin farklı dönemlerde işe yaradığını düşünmüştüm. Filmi izleyenler ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaktır kuşkusuz.

        Amerika’yı gerçekten anlamak için birkaç film varsa, “Do theRight Thing” en başlara gelir.

        Diğer Yazılar