Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dünyanın dört bir yanında herkesin aynı anda sosyal mesafeden bahsettiği, maske takmaya başladığı, mRNA, COVID-19, PCR gibi kısaltmaları ezberlediği, hemen herkesin öksürmekten çekindiği, virüs aşağı virüs yukarı başka hiçbir şey konuşulmadığı bir senede yılın olayı olarak Donald Trump’ı seçeni döverler normalde. Ama bir dakika kulak verin: Virüs de dahil olmak üzere 2020’de ne olduysa, bundan sonra da dünyada ne olacaksa ucu Donald Trump’a dayanıyor.

        Trump daha ABD’de ilk vakadan önce COVID-19 tehlikesini biliyordu. “Öyle dokunarak bulaşan cinsten de değil, öyle olsa dokunmazsın olur biter,” dediği aylar sonra ortaya çıktı. “Basbayağı havadan bulaşıyor bu virüs ve öldürüyor.” Ama basın toplantılarında virüsün kısa sürede yok olacağını, basit bir gribe dönüşeceğini, Nisan ayındaki Paskalya hafta sonunda kiliseleri tıklım tıklım görmek istediğini anlatıyordu. “60-70 bin ölümde” bitecekti bu iş. Bir ölüm bile fazla ama her yıl zaten gripten, zatürreeden ya da trafik kazasından daha fazla insan ölmüyor muydu?

        Şu an itibarıyla ABD’de toplam vaka sayısı 18 milyonu aştı, ölü sayısı da 319 binin üstünde. Dünyada 77.3 milyon vaka ve 1.7 milyon ölü var.

        REKLAM

        Ve Trump hala Başkan.

        AMERİKA MARKASINA ZARAR VERDİ

        Salgın bu yılın bir meselesi, bir de dünyanın dört bir yanından insanlar sokağa yine Trump kaynaklı döküldü. Minneapolis’te polis tarafından öldürülen George Floyd video’sunu Konya’dan Accra’ya izlemeyen kalmadı. Burada başlayan protestolar New York, Los Angeles’a, Berlin’e, Londra’ya, hatta Lagos’a bile uzandı. Trump bütün bu süreçte “Bana polis cinayet işletiyor dedirtemezsiniz,” noktasındaydı. Barışçıl protestocuların üzerine polisin daha fazla gitmesini isteyen oydu, Beyaz Saray’ın önünde toplanan kalabalığı biber gazlarıyla yarıp uyduruk bir İncil şov yapan da.

        Trump bu sene en büyük zararı ABD “markasına” verdi. Ülkenin en büyük ihraç ürünü demokrasiyi ayaklar altına almış, koca Amerika’yı üçüncü dünya diktatörü gibi yönetmeye kalkıp yargıdan polise bütün kurumların çürümesine yol açmıştı. Sırf bu yüzden gitmesi gerekiyordu. Ve sırf bu yüzden bütün dünyada gidip gitmeyeceği büyük bir takıntıya dönüştü.

        Siz hiçbir Amerikan seçiminin bu seneki gibi ayrıntılı bir şekilde Türk televizyonlarında işlendiğini gördünüz mü? Sadece bizde değil, Fransa’da, Belçika’da, İngiltere’de de kanallar özel yayınlar yaptı Amerikan seçimleri için. Çünkü aslında tartışılan ABD’nin çöküp çökmeyeceğiydi.

        Şimdilik ağır yaralı ayakta kalmışa benziyor. Küreselcilere yönelik komplo teorilerine girmiyorum, ama ABD’nin bütün etkili kurumlarının Trump gitsin diye canla başla çalıştığını görmemek için kör olmak gerekiyordu. Medya, iş dünyası, hatta aşıyı Trump’ın seçimi kaybettiği belli olduktan sonra açıklayan ilaç firmaları el birliğiyle varlarını yoklarını seçime adadı. Hiçbir Amerikan seçiminde bu kadar yoğun “Oy kullan” baskısı yapılmamıştı mesela.

        REKLAM

        Basit bir matematik bu : Oy kullanımı arttıkça Trump’ın gitmesi de kolaylaşacaktı.

        TÜRKİYE’NİN TRUMP TAKINTISI

        Gel de bunu Türkiye’ye anlat ama.

        Ankara’nın Donald Trump sevdasını anlaşılır bir taktik. Amerikalı gazetecilerin yazdığından aktarayım, Trump düpedüz Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan çekiniyor, onunla telefonda konuştuktan sonra ne isterse yapmak zorunda kalıyordu. Böylece Ankara başka kurumları es geçip doğrudan Başkan’la işlerini yürütüyordu. Gerçi Trump’a kadar hiçbir Amerikan Başkanı da “Ekonominizi çökertirim,” diye tehdit etmemişti Türkiye’yi.

        Türkiye’deki Trump hayranlığı Ankara’daki siyasi hesapların ötesinde bir takıntı. Amerika’da sayıları azımsanmayacak bir kesim dünyayı “Kürelselci” bir çetenin yönettiğini, Trump’ın da bu çeteyle mücadele edebilecek seçilmiş bir figür olduğunu düşünüyor. Trump giderek ve küreselcilerin alt kolu pedofil, satanist, egzistansiyalist çeteyi yerle bir edecek onlara göre. Bu sene mobilya sitesinden çocuk ticareti yapıldığı haberi de Trump’ın bu müritlerinin uydurmasıydı.

        Hayret ettiğim, Amerika’nın tamamen içişleriyle ilgili bu komplo teorilerinin neden Türkiye’de bu kadar alıcısı olduğu. Normal tepkim “Sana ne” olur, ama bu konuyu derinlemesine inceleyen Türk “uzmanlar” bile çıktı. Soros, Yahudiler, Satanistler, ne ararsanız var.

        Televizyondan beyni yıkanan epey sayıda Türk bu komplo teorilerine inanıyor, takıntılı bir şekilde Trump’ı merak ve takip ediyor. Seçimi kaybetti diye onu unutacaklar, kendilerine yeni bir eğlence bulacaklar mı göreceğiz. Ama hiçbiri Trump kaybetti diye bir anda yok olmayacak, belki dört seneliğine gözümüzün önünden kaybolup yeraltına saklanacaklar.

        REKLAM

        Ya sonra?

        Virüs konuşa konuşa bu sene bazı hastalıkların bedende kalıcı hasar bıraktığını, virüsten kurtulsak bile yan etkilerini uzun süre hissedebileceğimizi, üstelik bu yan etkilerin herkeste farklı tepkiye neden olabileceğini öğrendik. DONALD-19 virüsüne karşı aşıyı henüz bulamadık.

        Bir tatlı su faşistinin ardından

        Bir tatlı su faşistinin ardından
        0:00 / 0:00

        2020’de kaybettiklerimiz

        Burhan Ayeri’nin ölüm haberini aldığımda 2004 yılının sonbaharına, Hilton Oteli’nin lobisinde başlayan Akşam gazetesi macerama döndüm. ABD’den yeni dönen Serdar Turgut gazetenin başına geçmiş, ilk olarak yanına beni çağırmış ve o sırada kaldığı otelin lobisinde birlikte Akşam’ı nasıl yapacağımızı tartışıyorduk.

        Devraldığı tam anlamıyla bir enkazdı. Turkcell, Superonline, Digiturk gibi çok kaliteli şirketlerin sahibi olan bir patronun gazetesi grubun genel çıtasının çok altında, yıllar önce bir başka patronun promosyon televizyon skandalının lekesini hala üzerinden atamamış, genellikle polislerin okuduğu döküntü bir gazeteydi. Serdar Turgut’tan beklenen gazeteyi İstanbul’laştırmasıydı.

        Bunun imkansız bir macera olacağını tam olarak ne zaman ikimiz de fark ettik, bilmiyorum. Ama Hilton lobisinde ideallerimiz heyecanlandırıyordu.

        İkimiz de gazetenin hemen hemen bütün yazarlarının atılması konusunda hemfikirdik. Bu kadar büyük yeteneksizlik ordusu nasıl bir araya gelmiş, o yıllarda benim aklım almıyordu. Gazetenin kendi içi de bir tuhaftı: Eski patron Mehmet Ali Ilıcak’ın Fransızca özel ders aldığı hocası genel müdür olarak atanmıştı mesela. İnsan Kaynakları ve Muhasebe müdürlerinin sözü gazetecilerden daha fazla geçiyordu. Topkapı’daki bina asgari insani şartlardan uzak, yemekhanede servis edilen yemeklerse yüzlerce basın emekçisine bir hakaretti. Gazetecilere değer verilmeyen bir yer olduğu için iyi gazete yapmak da mümkün değildi, yine de Serdar Turgut bütün bu imkansızlıklar içinde gazetenin imajını değiştirmeyi, konuşulur, tartışılır bir yayın organı yapmayı başardı. Yazar transferleri, ilginç manşetler ve de tabii ki kendine özgü yaklaşımıyla.

        Huzurlu, sevimli, güle oynaya geçen günler değildi. Bir keresinde odasında şakadan kavga ederken “Senin yüzünden Xanax’a başladım,” diye espri yapmıştım ona. O da bana “Bak benimki de burada,” deyip çekmecesine uzanmıştı.

        DOKUNULMAZ YAZAR

        Bütün yazarları çöpe atma konusunda hemfikirdir ama ikimiz de bir kişiye asla dokunulmaması gerektiğini düşünüyorduk. Beraber çalıştığımız Şebnem İyinam’ın “pilli bebek” diye isim taktığı İnsan Kaynakları Müdürü onun “patron korumasında” olduğunu söylüyordu bazen imayla, bazen açık açık. Ama biz zaten yazılarını okuduğumuz için onu tutmak istiyorduk. Bizim gibi deliydi belli ki, delileri hala seviyoruz.

        O kişi asker-polis gazetesi olarak bilinen Akşam’da “Ekran Polisi” köşesini yazan, bir de hiç utanmadan köşe klişesine cop illüstrasyonu ekleyen Burhan Ayeri’ydi.

        Patronun da isteği Akşam’ı değiştirmekti ama gazeteye çöreklenen eski kuşak önümüze duvar ördü, bizi sabote etmek için elinden geleni yaptı. Ele başı da mutlaka ama mutlaka gazetede kalmasını istediğimiz Burhan Ayeri’ydi. “İç savaş” kamuoyunun önünde de yaşandı. Medya sitelerine sızdırılan haberler bir yana, bir de Ayeri’nin köşesinde “anlayana” imalı dokundurmalarla cephe açılmıştı Serdar Turgut’a ve bana.

        “Gazeteyi kestaneyi çizdirenlere, ampulü patlatanlara bırakmayacağız,” mealinde bir yazı yazmıştı mesela bir keresinde. Kestaneyi çizdiren ben oluyorum herhalde, önemli değil. Ama “ampulü patlatan” diye kastettiği o sırada beyin kanaması geçiren Serdar Turgut’tu. Bir insanın böyle bir cümle yazabilmesi için çok kötü biri olması gerekirdi. Rahmetli da öyleydi, çok ama çok kötü bir insandı. Ama mükemmel bir kalemdi. Ve bir karakterdi.

        BİRBİRİMİZİ SEVERDİK

        Görevi televizyon eleştirmenliğiydi ama o küçücük köşeye her şeyi sıkıştırıyor, televizyon programlarını profesyonel olarak değerlendirmenin yanı sıra bolca MHP propagandası yapıp siyasete, futbola da değiniyordu. Zehir gibi bir beyindi, her şeyi biliyor ve görüyordu. Hiçbir şey gözünden kaçmıyordu. Tam bir polisti, gerektiğinde ihbar da ediyordu. Özellikle özgür düşünce hedefindeydi. Yine de keskin gözlemleri, nokta atışları vardı. İnsanın okumadığında eksikliğini hissedeceği bir kalemdi.

        Sonradan köprünün altından çok sular aktı. Ben onu zaten seviyordum, o da beni sevmeyi öğrendi. Köşelerden karşılıklı cilveleştik, birbirimize küçük jestler yaptık, birbirimizi övdük. Babıali geleneği köşelerinde birbirlerine küfredenlerin akşam meyhane masasında rakı içmeleri değil mi zaten? İşte o geleneğin son temsilcilerindendi Ayeri.

        Üstelik hala kendisini okutmayı başarıyordu. Daha geçtiğimiz aylarda Habertürk TV’de Afşin Yurdakul’un programına katıldıktan sonra köşesinden övmüştü mesela beni. Hala, son ana kadar işini büyük bir titizlikle yapıyor, gözünü televizyondan ayırmıyordu belli ki.

        Yaklaşık bir 10 gün önce hayatını kaybetti Burhan Ayeri. Haberi aldığımdan beri bir eski günler gözümün önüne geliyor, bir de onu bir daha okuyamayacak olmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Onu çok özleyeceğim.

        Diğer Yazılar