Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Erkekler evin salonundan mobilyaları bahçeye taşıyorlar, bir yandan da müzik sistemini kuruyorlar. Kadınlar mutfakta yaptıkları keçi etinden yahni için soğan doğruyor, ellerinde keskin bıçak bir yandan da şarkı söylüyorlar. Başka bir yerde, başka bir evde iki genç kadın en güzel kıyafetlerini – kilise kıyafetlerini – giyip geceye hazırlanıyor. Genç erkeklerin şıklığının onlardan kalan yanı yok, saçlar kabartılıyor, dax’lanıyor, giriş parasını denkleştirip bu Cumartesi gecesine hazırlanıyorlar.

        Yıl 1980, yer Londra’nın –Hugh Grant ve Julia Roberts öncesi– Notting Hill semti. Tam konum belirtmek gerekirse Ladbroke Road’da bir malikane. Ama bu gece o ev gece kulübünün yerini tutuyor çoğunluğu Jamaika kökenli Karayipli göçmenler için. Beyazların sahibi olduğu, hakim olduğu gece kulüplerine alınmayan siyahlar bu evde “blues partisi” verip bir araya geliyorlar. Gece ilerledikçe erkekler kızlarla tanışıyor, kız dans ederken erkeğe biraz daha yaklaşıyor, erkek ellerini belden yavaş yavaş kızın kalçalarına doğru indiriyor. Bu arada müzik hiç durmuyor; belki çok azını daha önce duyduğumuz, çoğunluğunu ilk kez dinlediğimiz şarkılarla insanlar müziğe teslim oluyorlar. Arada DJ bir siyasi slogan, maçta bir tezahürat gibi “Mercury Sound” diyor. Bir isyan, bir başkaldırma gibi. Zaten bu parti başlı başına bir isyanın ürünü.

        Giderek evin içi ısınıyor. Red Stripe ve litrelerce rom kana karışıyor, elden ele dolaştırılan sarma sigarayla kafalar iyice iyi oluyor. Kadınlar bir köşeye çekiliyor, piste erkekler çıkıyor ve “Kunta Kinte Dub” eşliğinde bir yandan tepiniyorlar, bir yandan üzerlerini çıkarıyor. Onların dans ettikçe, onlara bakarak biz de kendimizden geçiyoruz, terliyoruz, tepiniyoruz, yeniden ilk aşkın tadını alıyoruz. Akdeniz’in tuzu gibi.

        Sabahın ışıklarına kadar öyle bir kendinden geçme ki “Silly Games” –hani kadınların yemek pişirirken kendi kendilerine söyledikleri o şarkı– bittikten sonra DJ yeni şarkıya başlamıyor, çünkü kalabalık kendi kendine şarkıyı söylemeye devam ediyor. Tam 11 dakika boyunca.

        NE FİLM NE DİZİ

        Steve McQueen iyi ki kaydı durdurmuyor o sırada, filmin kadrosu tıpkı filmi izleyenler gibi partiye kendilerini kaptırdıklarından senaryoda olmamasına rağmen şarkıyı söylemeye devam ediyorlar. Bu sayede kesinlikle 2020’nin en unutulmaz, ileride de sinema tarihine geçecek o sahne çekiliyor.

        Ama ufak bir sorun var.

        Yılın en iyi filmi bir sinema filmi değil. Evde oturmakla evden çalışmanın, sosyalleşmeyle mesafe korumanın birbirine karıştığı böylesi bir senede yılın en iyi filminin gireceği kategori bulmamak kendi kendine bir espri gibi. Saygın bir video sanatçısı olarak adını duyuran, daha sonra sinema yönetmenliğine geçen, hatta Oscar bile kazanan Steve McQueen’in adını göçmenlerin yaptığı bir reggae türünden alan “Lovers Rock” adlı “eseri” BBC ve Amazon için yaptığı beş bölümlük bir “televizyon dizisi”nin 70 dakikalık ikinci bölümü aslında. Hepsini tırnak içinde yazıyorum, çünkü bu bir televizyon dizisi de değil aslında, “Lovers Rock” da süreleri bir saatten iki saate değişen beş ayrı filmden oluşan antolojinin alışıldık bir dizi bölümü hiç değil.

        Los Angeles film eleştirmenleri McQueen’in bu beş filmden oluşan “Small Axe” –adı Bob Marley şarkısından– serisini toplu halde “Yılın filmi” seçti. Ama McQueen filmlerini Emmy’de “En iyi mini dizi” kategorisinde yarışa soktu. Oscar’da yarışmayacak olsalar da beşlemenin bazı bölümleri dünyanın çeşitli sinema festivallerinde gösterildi. Her şeyin anlamını kaybettiği bir çağda dizi mi film mi tartışması da bir başka yüzyılın meselesi gibi sanki. Ama sinema hayatın ta kendisiyse, bir misyonu bizi bilmediğimiz, kendi kendimize gidemediğimiz bambaşka dünyalara taşımaksa asla davet edilmeyeceğimiz bu ev partisiyle “Lovers Rock” bu beklentiyi fazlasıyla karşılıyor.

        GÖZLE DEĞİL KALPLE İZLENİR

        Konu ve kadro olarak birbirinden bağımsız ve istenilen sırada izlenebilecek bu beş filmi birbirine bağlayan aslında leitmotif; İngiltere’deki Karayipli göçmenlerin daha önce hemen hemen hiç işlenmemiş hayatı. Diğer dört film baskın sistemin savunmasız insanı nasıl ezdiği üzerine bir trajedi, “Lovers Rock” ise doğrudan insanın duygularına dokunan, bu en mutsuz yıllarımızın birinde hala hissedebildiğimizi gösteren bir sanat eseri.

        “Küçük Prens” sadece insanın gözüyle değil kalbiyle daha net görebileceğini söyler ya, “Lovers Rock”ı dinlemek, ne dediğini anlamaya çalışmak –ki altyazıyla bile çok mümkün değil bu– gereksiz bir çaba. İnsanın kendisini ve kalbini teslim etmesi gerekiyor. Rastgele “sanat eseri” demiyorum “Lovers Rock” için şimdi, bu filmi 10 günde üçüncü kez izlerken.

        Bir müzede defalarca ziyaret ettiğim bir video enstalasyon gibi “Lovers Rock.” Ancak bir sanat eseri her bakıldığında farklı veya benzer duygular oluşturabilir, her seferinde kendisine baktırmayı başarabilir. Aynı dili konuşmamıza rağmen ne dediklerini anlamadığımız –Patois!– başkalarının hayatı, müziği, kültürü, aşkları nasıl bizim de hayatımız olabiliyor. Tamamı toz pembe bir aşk masalı değil bu 70 dakikanın; işin içine şiddet, moda tabirle “eril faillik,” erkeğin iğrençliği giriyor. Ama güneş ertesi gün yine doğuyor. Sabah aynı kıyafetlerle kiliseye gidilecek, akşam da telefon kulübesinde onun araması beklenecek.

        Diğer Yazılar