Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yaklaşık iki senelik aranın sonunda İstanbul’dayım. Önceki gün Hilton’un terasından şehre baktığımda sadece bir açıdan, bu otelin konumundan bakıldığında İstanbul’un dünyanın en güzel şehri olduğunu düşündüm. Yerimden kımıldamadan şehre sadece buradan bakmak istiyorum. Dünyanın en yeşil şehriymiş gibi gözüküyor. Sağlı sollu zengin bir yeşil alan var. Karşı kıtadaki yapılaşma denizin yansımasından göze batmıyor bile. İstanbul Boğazı’nın girişindeki ufuk çizgisi bu şehrin insanlarının hayallerinin mümkün olabileceğini düşündürüyor. Tabii ki bütün bunların birer yanılsama olduğunu biliyorum, sonuçta burası benim şehrim ve köküne kadar tanıyorum. Ama dışarıdan gelen birisi için tek bir noktadan durup bakıldığında göz kamaştırıcı olmadığını kimse iddia edemez. Ben de bu aralar dışarıdan gelen birisi sayılırım, çünkü İstanbul’a hayatında ilk kez gelen bir Amerikalı arkadaşımı gezdiriyorum. Onu kendi geçmişimin geçtiği sokaklarda – burada sarhoş olmuştum, burada iş görüşmesi yaptım, burada kalbim kırıldı – gezdirirken bir yandan İstanbul’u anlatıyorum, İstanbul’u tanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gidiyor.

        Oysa gelmeden önce herkes bana İstanbul’un ne kadar kalabalık olduğunu, mülteci sorununu, Arap turist yoğunluğunu, sokaklarda hemen hemen hiç Türkçe duyulmadığını, neredeyse bütün dükkan tabelalarının Arapça yazıldığını, Taksim’e artık hiç kimsenin çıkmadığını, hatta evden bile çıkılmadığını anlatıyorlardı. Turist olarak bakıldığında bütün bunlar göze çarpmıyor. Ama biliyorum ki tek başıma kaldığımda bu şehrin nasıl dönüştürüldüğünü hissedeceğim.

        REKLAM

        Şimdilik sadece İstanbul’un büyüsünü yaşıyorum, sarhoş gibiyim. Yine de, bu sarhoşluğu andıran ruh halime rağmen beni takıntılı derecede rahatsız eden bir-iki şey oldu. İstanbul’un simgesi ne zaman fallik bir obje oldu, mesela. Uğramadığım yıllar içinde dünyanın en çirkin sivriltisi dikilmiş ve görmemek mümkün değil. Birbirinden özel binaların olduğu bir şehirde her yerden bakıldığında görülen ve göze ilk çarpan bu fallik televizyon kulesinin mantığını anlamaya çalışıyorum. Türkiye’nin estetikle ilişkisi tamamen bitti mi? Vapurla karşı tarafa geçiyoruz, orada. Camdan bakıyorum orada. Sokakta yürüyorum orada. Şehirde bu kuleyi görmeden sığınabileceğim tek bir güvenli alan kalmamış gibi. Kendimi Eyfel Kulesi’ni görmemek için her gün Eyfel’e çay içmeye gitmek zorunda hisseden Parisli gibi hissediyorum.

        Bir diğer mesele taksi konusu. Über’i iptal eden, şık ve temiz araçlarla istediğimiz yere gitmemize izin vermeyen sistem sayesinde bir yerden bir yere gitmek tamamen imkansızlaştı. New York gibi 24 saat toplu taşımanın olduğu bir şehir olsa taksi sıkıntısı anlaşılır, ama önceki gün gece yarısı Bebek Otel’den çıkarken eve gitmek için adeta ağlayacaktım. Onlarca insan taksi bekliyordu. Sistemin yok ettiği ama sadece sarı taksi çağırmasına izin vererek geri davet ettiği Über’deki sarı taksi şoförleri gelmeyi kabul ettiklerinde önce nereye gittiğimizi soruyorlar, sonra da taksimetredeki fiyatın beş-altı katını şart koşuyorlar. Arap turistleri böyle kandırıyorlarmış. Turizmci bir arkadaşım “Taksi sıkıntısı varmış,” diyenlere “Hayır yok, çünkü taksi diye bir şey yok,” yanıtını veriyor. Bebek’ten Taksim’e gece yarısı gitmenin mümkün olmadığı bir şehir olmuş İstanbul. Neden arkadaşlarımın hiç evden çıkmadığını, hiç kimsenin kendi mahallesinin dışında bir yerde buluşmadığını şimdi daha iyi anlıyorum.

        Neyse bu konularda çok doluyum. Birkaç gün daha turist gezdiriyorum, bu arada ben de turist hayatı yaşıyorum. Tur bitince görüşmek üzere.

        Diğer Yazılar