Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Trabzon’daki “Bay Kemal” olayı Türk siyaset tarihine girebilecek kadar komik bir olay. Bir çocuğa “Bay Kemal” diye kimsenin dikte vermesine gerek yok; bütün çocuklar gündemin ve siyaset dilinin hepimizden daha iyi farkında, sünger gibi çekiyorlar, mahallesine göre de söylemin hedefi değişiyor. Ben çok iyi anlıyorum, çünkü ben de her gün Özal’a küfredilen bir evde büyüdüm ve kürsüden bağırmasam bile en azından bir kere bir misafirlikte falan uygusuz bir şekilde “şişko” diye ağzımdan kaçmıştır çocukken herhalde. Ama asıl sorun söylemesi ya da söylettirilmesi değil, çocukla-yetişkin arasında hiçbir mesafenin olmaması.

        Çetin Altan sık sık Türkiye’nin gündemini ülkenin geri kalmışlığına bağlar, geri kalmışlığın gerekçesi olarak da hep aynı örnekleri verirdi. Türkiye’de meslek sahibi insan azlığı bir takıntısıydı. Bir de sık sık matbaanın bu topraklara epey gecikmeli olarak gelmesini vurgulardı. Ömrü “Bay Kemal” diyen adam olarak çocuk video’sunu görmeye yetseydi yine aynı göndermeyi yapar mıydı? Bu örnekte matbaanın gecikmesiyle o çocuğun mikrofonu eline alması birebir örtüşüyor çünkü.

        ÇOCUKLUĞUN İCADI

        REKLAM

        Neil Postman geçmişten günümüze çocuk kavramını incelediği “Çocukluğun Yokoluşu” kitabında Orta Çağ’da çocuk-yetişkin ayrımı olmadığını yazıyor. Çocuk, cinsellik ve savaş dışında hayatın her alanına dahil olan eşit bir ortak. Oyunlarda, hikayelerde ve gündelik işleyişte ayrı tutulmuyor, ondan herhangi bir bilgi gizlenmiyor. Yedi yaşına gelen çocuk tamamen yetişkinin dünyasına kabul ediliyor, kuşaklar arası sırlar yok. Sözlü kültür hakim olduğu için çocuğu yetişkinin dünyasından ayıran eğitim kurumları da yok, her türlü bilgi sözlü aktarılıyor ve çocukla yetişkin aynı bilgi ortamını soluyor.

        Postman’a göre çocukluğun icat edilişi 1450’de matbaanın icadına dayanıyor. Okur-yazarlığın yayılmasıyla birlikte iletişim şekli değişiyor; okuma ve yazma öğrenen yetişkinlerle çocuk arasında uçurum oluşuyor. Okumak yetişkinliğe geçişin ilk adımı oluyor, bunu sağlamak için de okul gibi aracı kurumların geliştirilmesi kaçınılmaz oluyor. Zaman içinde aile kavramı da çocuk ve okul etrafında şekilleniyor; her iki kurum da çocuğun dışarıda ve evdeki davranış biçimlerinin farklı olması dayatıyor, disiplin devreye giriyor, utanç ve ayıp kavramları oluşuyor. Fransız Devrimi çocukla yetişkin arasındaki ayrımı iyice belirginleştiriyor. Bir zamana kadar yetişkinlerle aynı dünyada yaşayan, hatta aynı kıyafetleri giyen çocuk kendi kategorisine sahip oluyor. Çocuk kıyafetleri, çocuk kitapları, çocuk filmleri ve oyuncaklarıyla birlikte dev bir çocuk ekonomisi de doğuyor.

        Kitaba adını veren “Çocukluğun Yokoluşu” ise Postman’ın 80’lerde televizyonun yayılmasından duyduğu endişeye dayanıyor. Daha önce televizyon karşısında kendi kendimizi eğlendirerek ölümü beklediğimizi (“Amusing Ourselves to Death”) yazan Postman bu sefer de televizyon karşısında çocukluğun kaybolduğunu, haftada yedi gün 24 saat yayın yapan ekrana bakan çocuğun bir yetişkinin sahip olabileceği her türlü bilgiye sahip olduğuna dikkat çekiyor. Çocukların küfür öğrenmesi, daha önce sadece yetişkinlere özel seks ya da şiddeti görmesi, utanç ve ayıp kavramlarının yok olması, reklamlarla tüketimi öğrenmeleri, dizilerde cinayete, kıyamete, şehvete tanık olmaları çocukluğun ortadan kalkmasının işaretleri. Benzer şekilde kot pantolon ve spor ayakkabıyla – çocuk kıyafetleriyle – işe giden, çocukların diliyle konuşan ve çocuksu el hareketleri yapan (“Çak abi!”) yetişkinler de ayrımın yok olmasına katkıda bulunuyor. Günümüzde Marvel filmlerinin veya video oyunlarının ciddi bir yetişkin alıcısı olduğunu da buna ekleyebiliriz. Disney parkları gibi yerlere çocuklar kadar yetişkinler de gidiyor.

        REKLAM

        Çocuğunu dış dünyadan korumak isteyen anne-babalar evlatları kapıdan çıktığı anda kontrolü kaybediyor zaten. Okulda, televizyonda, yolda serviste çalan radyoda, ellerindeki telefonda, sınıfta bir arkadaşlarından duydukları cümlede, soğuk ve şehirlerarası otobüslerde şair olmaya özenen birinin beslenme çantasındaki otlu peynir kokusuyla çocuk olmaktan vazgeçiyorlar.

        LOKANTA VE MİTİNG MEYDANI

        Birkaç ay önce Türkiye’de yanıtı çok belli bir “çocuklu restoran” tartışması çıkmıştı. “Babysitter” geleneği olmayan Türkiye’de anne-babalar çocuklarını gece geç saatlere kadar oturdukları lokantalara götürmek istiyor, hem çocuklara hem de diğer müşterilere eziyet ediyorlardı. Bu iş inada bindi, anne-babalar pek çoğumuzun maruz kalmak istemedikleri çocuklarını her yere sokabilme, bağırtabilme, ağlatabilmeyi bir hak olarak kafamıza dayatmaya kalktılar. Hayır yanıtını da kabul etmediler.

        Çocuğun yeri içkili lokanta değil, evidir. Aynı şekilde çocuğun yeri miting meydanı, siyaset kürsüsü de değildir. Bu iki olay birbirinden göründüğü kadar bağımsız değil. Tıpkı Orta Çağ insanı gibi Türkiye hala çocukla yetişkin arasındaki farkı bilmiyor. Beyaz Türk sokağında oturan pek çok anne-baba dahi çocuklarına – özellikle yaz aylarında – net bir uyku saati koyamıyorlar. Çocuklar gece yarılarına kadar yetişkin muhabbetlerinin tam merkezinde yer alıyor. Bazı anne-babalar bu ‘laissez-faire’ çocuk büyütme yaklaşımı kendilerinin liberal duruşuna ve açık fikirliliğine bağlıyorlar. Çocuk o ortamda çocukluğunu unutuyor, çok matahmış gibi “adam olacak çocuk” olmaya eviriliyor, üstelik karşılığında alkış topluyor. Barış Manço dedirtseydi gülerdiniz, Trabzon’da mitingde söylediğinde de bir kitle alkışladı. Aziz Nesin’in “Şimdiki Çocuklar Harika” kitabında mektuplaşan çocukları bile yetişkinlerin dilini konuşuyor, onların sorunlarını tartışıyor, yetişkinlere mesaj veriyordu. Oysa asıl hedef “çocuk olacak çocuk” kalabilmek olmalı.

        Küçük Emrah filmlerinden dansöz olarak oynatılan çocuklara, büyüklerin sofrasında her türlü bel altı espriye maruz kalanlardan erken yaşta çalışmaya zorlanan kadar çocukluğu ellerinden alınan çocuklar asıl tehlike. İbrahim Tatlıses programına çıkardığı bir kız çocuğunu O-kelimesiyle övmüştü kendince; iptal kültürü bir ona işlemiyor hala. Çocuğa çocuk olma fırsatını vermeyen ortam onları saldırıya, sömürüye, tecavüze de açıyor. Son yıllarda çocukların mağduriyeti üzerine haberlerin artması tesadüf değil, bu ülkede çocukluğun yok edildiğine dair tehlike çanları. “Bay Kemal” belki bu yüzden bir fırsat oldu, en azından çocuğun değerini belki biraz hatırladık.

        Diğer Yazılar