Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yaşı 70’in üzerindekilerin severek okuduğu Oksijen gazetesinde—bir sağlıklı yaşam haberi daha görmeye tahammülüm kalmadı—depremin hemen ertesinde yapılan bir haber epey tepki çekti. Yaşı 70’ler arasında değil, sosyal medyada tabii ki. Gazete çoğu B-list olan yazarlara depremden fotoğraf karelerini yorumlatmış. Yetmemiş deprem travmasında okunacak kitaplar, dinlenecek podcast’ler listesi de önermiş. Gazete bu tepkiler üzerine haksız yere eleştirildiğini düşünerek sadece abonelerin erişebildiği içeriğini herkese açtı.

        Yarısı çeviri, diğer yarısı da haftalık bir gazete için panik anında yapılabilecek gayet dolu bir içerik. Bu edebiyatçılara fotoğraf yazdırma işi de biraz sosyal medya abartması. Evet, yazılar berbat ama gazeteyi iptal etmeye zemin hazırlayacak kadar değil. Şuursuzluk değil ama vasat bir yaratıcılık girişimi, modası geçmiş klişe romantizmle sayfa doldurma çabası. Oksijen’de vahim olan birinci sayfanın altında hiç düşünülmeden yazılmış cehalet kokan bir cümle: “Fotoğrafların dili yoktur.” Fotoğrafların dili olmadığını düşünen kimse gidip süpermarket tezgahında çalışsın, topluma daha fazla katkısı olur. Fotoğrafın dili olmadığını söylemek gazeteciliği, görme biçimlerini bilmemektir. Bunu bilmeyen bir gazete yaptığı işgüzarlığın neden tepki gördüğünü de anlayamaz.

        MODASI GEÇMİŞ FİKİRLER

        Normal şartlarda herhangi bir trajediden fotoğraf karelerini edebiyatçılara yazdırmak herhangi yazı işleri masasındaki editörün ilk aklına gelecek fikir. Amerika’yı yeniden keşfetmek değil, orijinal bir fikir hiç değil. New York Times da dahil pek çok gazetede benzer işler yaptı. Ama felaketin tam ortasında, üzerinden hiç vakit geçmeden bunu yapmak acelecilik. Dahası muazzam bir kolaycılık, sorumluluktan kaçmak.

        Bir de içeriğin niteliği sorunu var. Okura ufuk açacak ve bakamayacağı yerden bakacak bir Baudrillard, Zižek yazsa anlarım da hiç kimsenin bu felaketin ne manaya geldiğini Şebnem İşigüzel’den dinleme beklentilerinin olduğunu zannetmiyorum. Sulu göz, ezber ifadeler, boş laflarla, adeta depremi acı pornosuna döndüren edebiyatçıların çalakalem yazıları en az bu fikir kadar zorlama.

        Gazete okuru değişiyor, gazeteciliğin de buna göre şekillenmesi gerek. Herhangi bir yayın organından ilk beklenen elbette haberi aktarması. Haftalık gazeteler, Pazar ekleri ya da—artık kalmadı ya gerçi—dergiler biraz daha dışarıdan bakabilme, resmin tamamını görebilme lüksüne sahip. Buralarda da gündelik haber akışının ötesine taşınan birtakım derinlikli analizlerin yer alması zorunlu. İzleyicide böyle bir talep olduğu belli: İnsanlar bilgi edinebildikleri için gözünü kırpmadan “Teke Tek” izliyor.

        Benim şaşırdığım bir masa etrafına toplanmış bu kadar tecrübeli—ve hepsi erkek—gazetecinin bunu hala görememesi. Ama boşuna gazeteyi sadece 70’in üstünde insanlar beğenmiyor.

        Oksijen’in bir başka çağda donup kalmış anlayışıyla Nobel ödüllü tek Türk yazarın zamanın ruhunu okuyamaması da benzer. Orhan Pamuk’un New York Times’a yazdığı yazı tam bir formül ürünü. Yazar belli ki uluslararası arenada fırsat bu fırsat deyip söz almak istemiş, konu gündemden düşmeden ilk aklına gelenleri fazla üzerinde düşünmeden attırıvermiş. (Çevirisi de kötü.)

        Türkiye’nin en ünlü yazarının söyleyeceği söz televizyondan veya sosyal medyadan izlediği bir görüntünün kendisinde yarattığı duyguları anlatmak mı? Başkalarının acısına uzaktan bakıp bir de buradan kendine duyarlılık çıkarmak buram buram iki yüzlülük kokuyor, fazlasıyla zorlama. Bu ton Arabesk filmlerinde olur, ayaklarımızın altından kayıp giden bir ülkede “Ah vah çok üzüldüm,” demekten öte birkaç söz söylemek şarttır. Edebiyatçı içinse illa söz almak istiyorsa bu bir zorunluluktur.

        ÖFKENİN DİLİ

        Gazetelerimizi hislerimizi paylaşmak için çıkarmıyoruz. Her insanın kendine özgü duygusal bir tepkisi var zaten, hangi olay konusunda ne hissedeceğini bir başkasının söylemesine gerek yok. Okurun ya da televizyon izleyicisinin felaket anında ilk beklentisi olan biteni olabildiğince yansıtmak, orada olmayan insanların önüne ortamı en geniş açıyla getirebilmek. İmar affı, inşaata dayalı ekonomi, rant kültürü, siyasi popülizm gibi ana başlıklar üzerine günlerce, haftalarca gazete çıkarılabilir. Akıllı şehir anlayışı, kentsel dönüşümün bedeli ve nasıl olması gerektiği, altyapı, mimari ve binaların mühendisliği gibi başlıklar da önümüzdeki günlerde tartışmamız, medyanın bize yol göstermesi gereken konulardan sadece birkaçı olmalı.

        Pek çoğumuz, özellikle de karmaşık konularda, derinlemesine bilgiye sahip değiliz. Medyanın öncelikli işlevlerinden biri bu açığı doldurması, biz sıradan insanları bilgilendirmesi. Ama hepsinden önemlisi sokağın sesini duymak. Özellikle bu dönemde önceliğimiz sokaktaki öfkeyi yansıtmak olmalı. Bu öfkenin somut nedenlerini ortaya koymaya mecburuz. Daha da önemlisi Türkiye’nin kendine özgü şartlarından dolayı özellikle de bu depremde hem bölgede yaşayanlar, hem olan biteni uzaktan izleyenler gerçek hislerini dillendiremiyor. Pek çok kişi haklı olarak korkuyor. Yapılamıyorsa, yazamadığımızı yazmak da haberdir. Asıl görülmesi ve üzerine yazı yazılması gereken fotoğraf bu.

        İki Michelin yıldızlı tarhanamız az önce bitti

        İki Michelin yıldızlı tarhanamız az önce bitti
        0:00 / 0:00

        Hiç kimsenin deprem bölgesine kendi imkanları doğrultusunda yaptığı yardımı sorgulamak istemiyorum ama Türkiye’nin ünlü şeflerinin gidip yemek pişirmeleri üzerinde bir çift söz söylemek zorundayım. Sosyal medyadan harekete geçildi, önce endüstriyel mutfak çağrısı yapıldı, ardından iş adamlarından ihtiyaçlar temin edildi, şefler bölgeye ulaştı ve yemek pişirip halka dağıttı.

        Sonra ne oldu biliyor musunuz? Pazartesi günü “Şimdilik işimiz bu kadar,” deyip gittiler. E bu kadar mıydı?

        Proje başından yanlıştı. Amerika hemen Jose Andres’i yolladı, çünkü ünlü şef yıllardır kriz bölgelerine anında gidip yemek pişiriyor ama kurduğu mutfak kalıcı oluyor. Ülkedeki pek çok restoran gelirlerinin bir kısmını düzenli olarak onun vakfına böyle zamanlar için bağışlıyor. Andres şu anda Ukrayna’da olmayabilir, ama hala tenceresi kaynıyor. Şefler de böyle bir işe kalkışırken kalıcı, en azından uzun vadeli bir girişimde bulunmalıydı.

        Birkaç ünlü aşçının gitmesi ve bir hafta sonra da dönmesi ister istemez kendi markalarına katkı sağlıyor sadece. Yapılması gereken milyonlarca cirosu olan yemek şirketlerini harekete geçirmek, orada uzun vadeli bir geçici yemekhane açmaktı. İki Michelin’li şef gidip aylarca orada yemek yapsın demiyorum, ama birkaç gün yemek yapıp iki story attıktan sonra da dönmesin. Samimi bir girişimse somut bir çözümün parçası olsun. Çünkü depremin sonuçları bir hafta iki hafta sürmüyor. Bazen yıllarca unutulmuyor. Haiti’de yığınlar dört sene sonra bile hala kaldırılamamıştı.

        Diğer Yazılar