Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Son 5 aydır teorik yoğun yazılara girdiğimden bu yana yazılarımda değindiğim konular ve vurguladığım isimler çoğunlukla 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyılın başı dönemine aitler. 20’nci yüzyılın romantik ve önemli olduğunu düşünürüm ama bu başka bir şey. Bu dönemsel yoğunlaşmam kişisel tercihim olması nedeniyle değil.

        19’uncu yüzyıldan çıkılıp 20’nci yüzyıla girildiğinde kolektif bilinçaltında insanların önemli bir değişime hazır olduğu işaretleri gelmeye başladı. Bu değişim beklentisi sadece siyasi ve ekonomik de değildi.

        Görsel sanatlarda, bu yıllardaki dönemde yeni ortaya çıkan fotoğraf dalında, müzikte, kültürde önemli yeniliklerin olacağının işaretleri 19’uncu yüzyılın son 10 yılından itibaren gelmekteydi.

        Nitekim bu beklentinin yeni yüzyılda gerçekleşeceğinin garantisi 20’nci yüzyılın ilk 10 yılında alındı. Bu 10 yılın içinde hangi devrimci dönüm noktalarının gerçekleştiğini şöyle bir hatırlarsak demek istediğim daha net anlaşılacak sanıyorum.

        Yüzyılın bu ilk 10 yılı içinde:

        1900 yılında Sigmund Freud bir süredir beklenilen ‘Rüyaların Yorumu’ çalışmasını yayınladı.

        REKLAM

        Aynı yıl Max Planck, kuantum teorisini bilim alemine sundu.

        Albert Einstein ise 1905 yılında görelilik teorisini Planck’ın denklemlerini de kullanarak daha ileri, bir üst düzeye taşıdı.

        1903 yılında Wright Kardeşler ilk kez uçakla uçmayı başardılar.

        1910 yılında Vasily Kandinsky resimde bir paradigmatik kopuşun haberini veren eserlerini ortaya çıkardı.

        Arnold Schoenberg klasik müzikte atonal ilk bestesini 1908 yılında sundu.

        Ben yukarda verdiğim listede bir tek Kandisky’nin resmi için paradigmatik kopuş yorumunu yaptım ama aslında müzikte, kültürde, fizikte, bilimde olan tüm yeniliklerin hepsi kendi alanlarında bir paradigmatik kopuş sinyali veriyorlardı, düşünen dünya artık yeniye, farklı olana hazırdı.

        Ve bu talebi karşılamaya yönelik çalışmalar hayatın her alanında müzikte, resimde, psikolojide, kültürde, fizikte her alanda yapılıyordu.

        AYNI ŞEHİR BENZER HİKAYE

        Bu müthiş dönüşüm yıllarında öne çıkan iki merkez bulunuyordu: Paris ve Viyana.

        Özelikle Paris dünyanın kültür ve sanat merkezi gibiydi.

        Yeni oluşmakta olan Amerika’dan, entelektüellerin ve sanatçıların bir süre yerleşmek için Paris’e akması normaldi yani o dönemde. Amerika’nın Paris’e göçmesine dair daha sonra bir yazı düşünüyorum.

        Dünyada yeni nelerin olduğunu öğrenmek ve modernin nasıl tanımlanmakta olduğunu anlamak için Paris'e gitmekten başka çare yoktu.

        Bahsettiğim dönemde Paris’te empresyonistler Monet’in başlattığı yolda ilerleyip dünyadaki resim ideolojisini yeniden tanımlıyorlardı ve aynı zamanda geleceğin kübistleri ilerdeki devrimleri için de çalışmaktaydılar.

        REKLAM

        Viyana’da da çok canlı bir düşünce zenginliği ortamı vardı. Şehir daima yeni olana ve moderne açıktı. Ve tabii ki Viyana yüksek kültür diye tanımlayabileceğimiz kültürün daima merkeziydi. Yüksek kültür denilince tabii ki Viyana klasik müziğin daima tartışılmaz hakimiydi. 18'inci yüzyılın sonu ile 19’uncu yüzyıl başlarında Viyana nasıl ki Birinci Viyana okulu ile klasik müzik dünyasında hakimiyetini ilan etmişse şimdi de 19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyılın başlarında klasik müzikteki bazı paradigmalar zorlanırken Viyana yine İkinci Viyana Okulu ile hakimiyetini sürdürmek için atılım yapmıştı.

        Bu okulların önemini vurgulamak açısından içinde yer alan isimleri yazmalıyım.

        Birinci Viyana okulunda Joseph Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, Ludwig van Beethoven vardı, bilmem anlatabiliyor muyum önemini.

        İkinci Viyana Okulu’nda ise Schoenberg, Berg ve Webern yer alıyordu bilmem yine önem konusunda aynı vurgulamayı tekrar yapmama gerek var mı?

        Tabii insan psikolojisinin anlaşılmasında paradigmatik dönüşümü yapmaya girişen Freud’un da Viyana’da olduğunu unutmamamız gerekiyor.

        Dönemde Paris ve Viyana’nın kültür ve sanat hayatı üzerine yapılmış birçok çalışma var. Bunların önemli olduğuna inandıklarım kütüphanemde de bulunuyor. Yani arzu edilirse sıraladığım örnekleri hiç zorlamadan daha da artırabilirdim. Bunu isteyen ve bilgiye ihtiyacı olan herkes basit bir aramayla kendisi de yapabilir.

        Benim bu yazıdaki esas amacım bir popüler kültür çalışması yaparak bu iki şehrin kültür ve sanatta neden öne çıkmış olduğunu açıklayacak bir yaklaşım geliştirmek.

        KAFE KÜLTÜRÜNÜN ÖNEMİ

        Biliyorsunuz ki her iki şehirde de çok hakim bir kafe kültürü var. Hem Paris’te hem Viyana’da ressamların, şairlerin, entelektüellerin bir kafede buluşup uzun saatler birlikte oturma adetleri var. Bu uzun oturmalar ve yenilen içilenler eşliğinde daima yeni fikirler ve teorik konular üzerine fikir alışverişi yapılırdı.

        Viyana’da kafe şairi diye bilinen ve kafeden kafeye dolaşıp şiirini yazan şairler vardı.

        REKLAM

        Dönemin meşhur mizahçısı Karl Kraus da bu kafe ortamında yetişmişti.

        Paris’te resimdeki devrim kafelerde yaşanan bu fikir tartışmaları olmasaydı bu kadar kararlı yapılmazdı diye düşünüyorum. Paris kafelerindeki yoğun felsefi tartışma ortamı daha sonra içinden Varoluşçuluğu, Yapısalcılığı da çıkardı.

        Ben kafelerin medeniyete katkısına kararımı vermiş durumdayım ama bence tercihan 'Annales' ekolundan bir tarihçinin bu konuyu kendine dert ederek kafelerin dünya medeniyetine katkısını daha bilimsel daha kaynaklara inerek ortaya çıkarmasına bence acil ihtiyaç da var. Genelde böyle bir ihtiyaç bulunmuyor diyorsanız peki o zaman buna benim ihtiyacım var diye düzeltiyorum bitirirken.

        Önceki paragrafı tamamlarken bitiriyorum dedim ama maalesef sizin de kafanıza takılmış olması gereken soru benim de kafama takıldı.

        Bu şehirlerde kafelere giden vatandaşların ülkeleri kahveyi Osmanlı'dan 17’nci yüzyılda öğrenmişti. Hatta kıraathane kültürümüzün batının kafe kültürünün de temeli olduğu söylenir.

        Peki bu kültürü Osmanlı’dan aldılarsa biz onların kafede yaptığını, yani kafeleri bir fikir ve felsefe üretme merkezi haline neden dönüştüremedik. Bu sorunun cevabını bulduğumuz takdirde sonuçta üstüne bir fincan acı kahve içmemiz gerekse bile bunu düşünmek zorundayız.

        Bizde kahve, çay içmek için buluşulan mekanlardan neden felsefi düşünce, neden moderne ait yeni düşünceler fazla çıkmıyor. Neden paradigmatik kopuş yaratan ve kökeni kafelerdeki sohbetler olan düşünceler Osmanlı'da fazla olmadı.

        REKLAM

        Bu konu benim bilgi birikimimi aşan bir konu ama biraz bakınca meseleye bizim kafelerimize 'oyun kültürünün' hakim olmasının temeldeki neden olduğu söylenebilir bence.

        Yıllar içinde oluşan alışkanlıklar ve bu yüzden bir türlü oluşamayan yeni alışkanlıklar nedeniyle insanlar bizde kafeye düşünmek ve fikir tartışmasına girmek için değil gündelik olaylar hakkında oyun oynarken dertleşmek için gidiyorlar.

        YOKSA GERÇEK SORUMLU ÇİN Mİ?

        Bu sonuca varınca bir ara bizim bütün geri kalmışlığımızın sorumlusu acaba 'Okey' oyunu mu ki sorusu kafamı meşgul etmeye başladı. Oyunun bir kökeni de Çinlilerin 'mahjong' oyununda olduğundan Batı'yla karşılaştırıldığında durumumuzun asıl sorumlusu acaba Çin midir diye bile düşünmeye başladım. Çok okumaktan zaten delireceğimi düşünüyorum bir de bu konuyu da kafaya takarsam, bunu incelemek için de okursam delireceğim günü daha da öne çekeceğim diye korktuğumdan konuyu burada kesiyorum.

        Diğer Yazılar