Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Joan Didion’un dediği gibi "Bizler yaşamak için kendimize hikayeler anlatırız." Farkında olunsa da olunmasa da bu her insan için geçerli bir ruh halidir. Belki de hayatın üzerlerimize yüklediği ağırlıkları, getirdiği darbeleri karşılayıp yaşayabilmek belki de kendimize böyle hikayeler anlatma yeteneğimiz sayesinde olabiliyordur.

        Kendimiz hakkında kendimize hikayeler anlatmak yalan söylemektir de. Eğer kendimiz hakkında söylediğimiz bu yalanlar Don Kişot’ta olduğu gibi insanın kendisine zarar verme kapasitesinin sınırlarında dolaşmadığı sürece bu yalanların zararı da yoktur. Hayatı dayanılır kılmak yaşamayı sürdürebilmek için bu hikayelere hepimizin ihtiyacı var.

        Benim kendim hakkında kendime anlattığım hikaye ise şu: Yazılarımla düşünce sistemleri tarihinin bir arkeolojisini yapmaya çalıştığımı hayal ediyorum. Bu bilgi arkeolojisi, tespit edilen düşünce sisteminin veya önemli düşünürün fikirlerinin diğer düşünürlerin üstüne etkilerini veya sanatın çeşitli dallarında o düşüncenin yansımasının sonuçlarını bulup takip etmeyi içeriyor. Bilgi birikimimi, kapasitemi aşan bir uğraş mı bu? Büyük ihtimalle evet ama bu zamanlarda yaşayabilmem, yazabilmem için bu bilgi arkeoloğu olmak hikayesini kendime anlatmak ve buna inanmak zorundayım. Bunun kendime zarar veren bir hikaye olmadığına eminim. Sadece çok daha fazla okumak araştırmak gerektiriyor. Bundan şikayetçi değilim aksine hikayem hayatıma anlam katıyormuş gibi de hissediyorum. Yani Don Kişot ekolünden bir kendime zarar söz konusu değil. Bunun başkalarına da zararı yok çünkü amaçladığımı yapabilirsem bilgiye ulaşma arkeolojisini düzgün yapabilirsem ortaya okunurken hem zevk alınırken hem de bilgilenilecek metinler ortaya çıkması ihtimali var.

        REKLAM

        Bu bilgi arkeolojisi çalışması çok ilginç bir süreç, her an tetikte ve dikkatli olmanız gerekiyor. Çünkü tamamen farklı bir konuda okurken satır aralarında bazen bir kelimeyle bazen de bir cümleyle gelen yeni bir yol yeni bir fikir olabiliyor. Bu da beni çok heyecanlandırıyor.

        Örneğin daha önce de yazdım benim sürekli fotoğraflara bakmak adetim var. Bunun bilgi arkeolojisi çalışmasının önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Çünkü her fotoğraf John Berger’in dediği gibi yeterince uzun bakarsanız size bir süre sonra konuşur. İlk bakışta göremediğiniz yeni ögeleri yeni bağlantıları görmeye başlarsınız fotoğraflara bakarken.

        Fotoğraf teknolojisinin yeni bulunduğu günlerde çekilmiş olan fotoğraflara bakarsanız hemen hepsinde kendi çerçevesini kırıp çıkmak arzusu varmış gibi hissedersiniz. Çünkü o fotoğrafı çeken sanatçı elinde o anda bulunan makinenin daha büyük potansiyelleri olacağını çok daha farklı sanat ürünlerini çekebileceğini hissetmektedir ama bu o andaki teknoloji ile henüz mümkün değildir. Dönemde çekilmiş olan her fotoğrafta ben var olan potansiyelin bir gün yakalanacağı beklentisini, o anda mecburen duruş halinde olan, patlamaya hazır enerjiyi hissediyorum.

        Yaratıcı beyinler fotoğrafın ilk çıkmasının başından itibaren çekilen fotoğrafların aslında hareket halinde birbirine bağlı fotoğraflar olacağını yani filmin geleceğini hissediyorlardı. Bunu jaluzili penceresinden bahçesindeki el arabasına bakarken Peter Mark Roget da hissetmişti. O ilk Thesarus of English Words and Phrases çalışmasını 1852 yılında yayınlayan kişiydi, yani fotoğrafla ilgisi hiç yoktu ama bir gün penceresinden jaluzinin arasından bakarken jaluzinin her parçasında gözünü hızla soldan sağa kaydırdığında bahçedeki el arabasının sanki hareket ediyormuş gibi göründüğünü fark etti. Thesarus’u yaratmasından da belli olduğu üzere yaratıcı beyni olduğundan bu gördüğünü teoriye dönüştürdü. ‘Persistence of Vision Regarding Moving Objects’ adlı bir bilimsel çalışma yaptı ve bence fotoğraftan filme geçişin yol taşlarından bir tanesini de oluşturdu. Bu arada fotoğrafın sınırlarını aşıp hareket halindeki fotoğraflar oluşturmak yolunda birçok çalışma Kodak’ın kurucusu George Eastman’ın laboratuvarında ve başka yerlerde de yapılıyordu.

        REKLAM

        İlk denemeler tiyatrolardaki piyeslerde çekilen fotoğrafların birbirine bir hikayeyle eklemlenmeleriyle yeni bir anlatım tarzı oluşturmak üzerine yapılan çalışmalardı.

        Yani çok yakında gelecek yeni teknoloji olan sinema dilini oluşturma çalışmaları başlamıştı bile.

        Paris’te Lumiere Kardeşler işten sonra fabrikadan çıkmakta olan işçileri ve istasyona yanaşan treni gösterdikleri filmleri ile toplumda heyecan yaratmışlardı.

        Film tarihinin yazılmaya başlandığı Paris'te o gün seyirciler arasında bir sihirbaz olan George Melies (1861-1938) de vardı. Melies sinemanın bir sihirbaz için büyük fırsatlar yarattığını gördü. Sinemanın yeni sihirler yaratma potansiyeli vardı ona göre.

        Melies de filmler yapmaya başladı ve hatta 1902 de ‘Aya Seyahat’ adlı bir film dahi çekti.

        Melies iyi bir sihirbazdı ama sinema sanatına uygun anlatım dili üzerine fazla kafa yormamıştı. ‘Aya Seyahat’ filminde dahi sabit bir kameradan çekilmiş görüntülerle olay anlatılmaya çalışılıyordu.

        Dönemde herkes yeni sinema sanatının büyük potansiyeli olduğunu görüyordu ama bu yeni sanata özgü anlatım dilinin bulunmadığı takdirde bu potansiyelin ortaya çıkabilmesinin kolay olmadığı da görülüyordu.

        Edwin Porter (1870-1941) ‘The Great Train Robbery’ adlı 12 dakikalık filmiyle sinema tarihinde kendine yer edindi. Çünkü bu kısa filminde Porter üzerinde fazla teori yapmadan film için yeni bir dil oluşturulması için ilk adımları atmıştı. Filmde 14 ayrı sahne arasında bağlantılar olmadan kullanılmış ve seyircilerin bağlantıları kendi kurmalarının yolu açılmıştı. Yani örneğin ateş açıldığı sahnenin hemen ardından yerde ölülerin yattığı sahneye atlanıldığında seyircinin arada çıkan savaşta ölenleri düşüneceği öngörülmüştü. Bu şimdi bize basit gibi gelebilir ama hatırlayalım ki yepyeni bir teknoloji ve sanat dalından bahsediliyor burada o günlerde henüz her şey sürecin başındaydı.

        REKLAM

        Yeni bir sanat dalı olacağı belli olan sinema kendisine özel anlatım dilini bulmaya çalışıyordu.

        Porter bir sonraki filminde kahramanı oynaması için Kentucky’de bir çiftlikte doğup büyümüş olan David Wark Griffith’i seçti. Griffith bu konuda hiçbir eğitimi olmamasına rağmen kitap okumayı seven ve sinema vizyonu olan bir gençti. Yönetmeninden de çok şey öğrendikten sonra sinema üzerine çalışmaya başladı amacı yönetmen olmaktı. Sinema üzerine birçok teorik çalışma yaptı ve Biograph şirketinde çalışırken 400’e yakın kısa film çekti. Griffith teoriyi pratik ile birleştirme imkanını bulmuştu.

        Sonunda Biograph şirketinden ayrılıp kendi başına büyük filmler yapmaya girişti.

        Sinemaya özgü yeni bir anlatım dili bulduğuna inanıyordu.

        1913 yılında ‘New York Dramatic Mirror’ adlı yayınına bir ilan verdi ve kendi buluşu olduğunu söylediği yeni sinema dilinin ana noktalarını anlattı.

        Yakın çekimler, bir hikayeyi paralel anlatımla çekmek, geriye dönüşler gibi bu tür yeni teknikler anlatılıyordu ilanında.

        Şimdi benim yukarıda bilgi arkeolojisi yapılırken çok dikkatli olunması gerekli dediğim konuya geliyoruz. Griffith bu teorisini ve yeni teknikleri uygulayacağı bir film çekmeye başladı. Yapılan deneme çekimlerinde bir sahne gösterildikten sonra arada hiçbir aşama olmadan bir başka sahneye geçiliyordu. Seyircinin aradaki detay görüntüleri görmeden gerekli bağlantıları yapacağı varsayılıyordu.

        Sahneler çekildikten sonra teknisyenlerden bir tanesi Griffith’e "Ama bunu yapamazsınız" demişti.

        Buna Griffith sonradan tarihe geçen şu cevabı vermişti: "Neden yapılamayacakmış ki! Büyük usta Charles Dickens da romanlarını bu teknikle yazmıyor mu?"

        REKLAM

        Bu tür gelişmeleri okur okumaz benim beynimde bir arkeolojik buluş yapmış insanın o an duyması gereken türde br mutluluk, bir heyecan oluyor.

        Griffith bu lafı söyledikten sonra evine gidince Dickens’in romanlarını yeniden gözden geçirmiş ve ertesi gün kendinden emin film setine dönmüş ve benim dediğim gibi çekilecek film demiş.

        1812-1870 arası yaşamış olan Charles Dickens’ın romanlarında kullandığı anlatım stili ile kullandığı roman teknikleri ile yıllar sonrası gelecek sinema dilini belirleyici olabilmesi bana çok heyecan verdi.

        Büyük Sovyet film yönetmeni ve film teorisyeni Sergei Eisenstein da bu Dickens bağlantısından dolayı heyecanlanmış olsa gerek 1944 yılında yazmış olduğu ‘Dickens, Griffith and Film Today’ başlıklı sonradan dünya ölçeğinde meşhur olan ve film yönetimi eğitimi yapılan önemli okullarda hala daha okutulan makalesinde Dickens’ın romanlarında kullanılan anlatım stilinin film yöneteceklere ne tür dersler içerdiğini ve özelikle Oliver Twist gibi romanlarında kullanılan paralel anlatım tekniklerinin filmin bir sanat olarak oluşumunda nasıl etkili olduğunu gösteriyor.

        Sergei Eisenstein montaj teknikleri üzerine orijinal düşünceleri olan bir film teorisyeniydi ve kökenini Dickens’ın romanlarına borçlu olduğu film teorisi üzerine düşünceleriyle filmin bir sanat olarak gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Tabii filmin bir sanat olarak bu tarihinin başlatıcısı olarak David Griffith’e özel bir saygı göstermek durumundayız. Tabii Griffith film üzerine tüm yeni teorisini yönetimi yaptığı meşhur ‘The Birth of a Nation’ filminde uyguladı. Bu filmin yarattığı tartışma ve sonrasında olanları bir başka yazıda anlatmak üzere...

        Diğer Yazılar