Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kadının benliğine sahip çıkıp içindeki yaratıcı gücü sanatta göstermesine erkek egemen kültür ve sosyal normlar nedeniyle izin verilmediği günlerde, 19’uncu yüzyılda, birkaç güçlü kadın özellikle edebiyat dalında ortaya çıkıp zincirlerini kırmaya başladılar. Bu yazı onlara bir selam ve şükran gönderme çabasıdır.

        Çağın başlarında Thomas Carlyle’ın eşi Jane Welsh Carlyle kocasına yazdığı ve "Ben de buradayım" diye bitirdiği mektubunda bana kadınlar açısından zamanın ruhunu çok çarpıcı anlatan bir ilginç kavram kullanıyor.

        Bayan Carlyle mektubunda ‘My I-ity’ diye benim ilk kez gördüğüm ve ancak James Joyce gibi bir yazarın üretebileceği türde orijinal bir kavram oluşturmuş. 'Benim. ben-liğim’ olarak çevirebileceğimiz bu kavram gayet tabii 19’uncu yüzyıl başında sosyal normlar ve erkek egemen kültürün tavrı nedeniyle bunalmış yaratıcı kadının içindeki yaratıcı potansiyeli bir türlü dışa vuramamaktan dolayı duyduğu hüsran ve kızgınlığı yansıtıyor.

        Düşünsenize Charlortte ve Anne Brönte’nin kadına uygun görülen konular dışına çıkıp romanlar yazabilmek için erkek takma isimleri kullandıkları bir dönemden geçilmektedir. Charlotte Brönte’nin 'Jane Eyre' romanı (1847) kadınların okumasına uygun olmayan bir konu üzerinde yazılmış olduğu için sansüre bile uğradı.

        Mary Ann Evans güzel kitaplarını ancak George Eliot takma adını aldıktan sonra yayınlayabildi.

        Pride and Prejudice (1813) ve Emma (1816) romanıyla sosyal normlarla alay eden Jane Austen (1775-1817) erkek egemen kültürün hakim olduğu toplumda kendisinin hayattaki en büyük başarısı olarak komşuları Hampshire Ailesi'nin mirasçısı adam ile evlenmeyi kabul ettikten sonra bir gecede kararını değiştirmesi olarak görebiliyordu.

        Jane Walsh’un "Ben de buradayım" diye biten mektubundan sonra kadının gerçekten de burada olduğunu görülmesi için büyük işler başarmış olan Virginia Woolf’un zamanının gelmesi için (I882-1941) nerdeyse yarım asır geçmesi gerekti.

        A Room of One’s Own (1929) kitabının yazarı Woolf, James Joyce ve Proust gibi iç monologların ve bilinç akışı tekniğiyle yazının büyük ustasıydı. Ama kadın olduğundan nerdeyse tüm toplum onun içindeki benliği ortaya çıkarmasını önlemek ister gibi çalışıyordu.

        "Gerçek şudur ben bir kadınım. Kadın olarak bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak bütün dünya benim ülkemdir" diyen Virginia Woolf bence büyük bir eser olan ‘Orlando’ adlı çalışmasında dönemin İstanbul’una elçi olarak giden Orlando’nun uzun bir uykudan sonra kadına dönüştüğünü ve daha sonra İngiltere’ye dönüş yolculuğunda "İyi ki kadınım" diye bağırdığını anlatır. Orlando döndüğü Londra’da hem kadın hem de erkek gibi yaşamayı sürdürerek iki dünyanın da gerçeklerini görüp eleştirmek imkanını bulur.

        Romanlarını yazmadan önce yarım asır önceki Bayan Carlyle gibi Virrginia Wolf da içindeki duyguları mektuplar ile dışarıya vuruyordu.

        Mektup istediği gibi romanlar yazmasına imkan tanınmayan kadınların bir kurtuluş yolu gibiydi. Bir mektubunda Virginia Woolf "Evdeki melek kadını öldürdüm" demişti. Yani toplumun kendinden beklediği gibi anlayışlı ve melek gibi davranan kadın yoktu artık. Virgina evde kendisine ait bir oda oluşturmuştu ve kadının edebiyat ve diğer sanat alanlarında özgür olması için mücadele edecekti

        Virgina son derce büyük bilgi birikimi olan kültürlü bir kadındı. Bloomsbury grubunun John Maynard Keynes, Lytton Strachey, Clive Bell, E.M.Forster gibi diğer üyelerinin de saygısını ve desteğini kazanmış bir kadındı.

        Ancak bu gücüne rağmen genetik nedenle bozuk durumda olabilecek ruh hali ağır sosyal mücadele ortamından dolayı daha da bozuldu ve biliyor olmalısınız daha çok verimli olabilecek bir yaşta hayatına son verdi. Ama o devrimciliğiyle, korkusuzluğuyla bir yol açmıştı ve o yoldan 20’nici yüzyılda kadınlar yürüyeceklerdi. Ne yürümesi, koşacaklardı. Koşu hala sürüyor...

        Diğer Yazılar