Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        College de France’da profesörlüğe atandığında kendisine ‘Düşünce Sistemleri Tarihi' profesörlüğü unvanını seçen Michel Foucault’a belki de çok özendiğimden ve onun çalışmalarını daima tutkuyla okumakta olduğumdan özellikle bu tür yazılara başladığım 8 aydır zaman zaman kendimi tarihteki düşünce sistemlerinin arkeolojisini yapan bir yazar olarak hayal ediyorum. Özellikle sosyal medyada bu tür konularda hemen cevap yetiştirmeye eğilimli birçok insan olduğundan baştan söyleyeyim hayır kendimi incelemeye ve anlatmaya çalıştığım düşünürlerle eşit düzeyde filan katiyen görmüyorum. Aksine incelediğim insanlar beni çok daha tevazu içinde olmaya itiyor da diyebilirim. Ancak hayatın ağır yükleri bizlerin hayal kurmadan yaşamamıza izin vermiyor. Yeter ki kurduğumuz hayaller bizlerin insanın kendi kendisine zarar verme potansiyelini ortaya koyan Don Kişot türü hayaller olmasın. Bu nedenle kendimi arada bir düşünce sistemleri tarihinin bir arkeoloğu olarak hayal etmemin ne kendime ne de başka bir insana zararı olmayacağını düşündüğümden had sınırlarımı aşmadan konuları yazmayı sürdürmeye çalışıyorum.

        Geçmişin çeşitli dönemlerindeki düşünce sistemlerine bakarken beni çok rahatsız eden bir konuyu da gördüm. Ben de dahil çoğumuz geçmişin önemli düşünürlerini, sanatçılarını değerlendirirken siyasi tavırları da işin içine sokmak eğilimindeyiz. Bu belki de şu anda yaşamakta oluğumuz siyasi travmaların bizleri daima siyasi tavırlar almaya iten sağlıksız ortamının sonucu olabilir.

        REKLAM

        Bunu bir dereceye kadar anlamakla birlikte uzun yıllar önce yaşamış ve önemleri nedeniyle bugün hala daha araştırmaların konusu olabilecek düzeydeki düşünür ve sanatçıları hiçbir siyasi gözlük kullanmadan değerlendirmeye çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sanatçıyı veya düşünürü tamamen kendi içinde, sadece onun kendisine koymuş olduğu varsayımlarla ve bunlara bağlı vardığı sonuçlar içerisinde kalarak değerlendirmediğimiz, yani yapılan işi her şeyden bağımsız kendi içinde ele alıp düşünmediğimiz ve siyasi akımları da işin içine katmaya çalıştığımız takdirde yanlışlar yapıldığını gördüm.

        Bu yanlışlara örnekleri tabii ki vereceğim ama ilk önce genel bir gözlem yapayım.

        Yeni bir fikir yeni bir felsefe üretmeye girişmiş düşünürler veya sanatında yenilik yapmaya uğraşan yaratıcılar benim gördüğüm kadarıyla çoğunlukla egoist oluyorlar. Yani kendi giriştikleri iş dışında gözleri hiçbir şey gömemeye başlayabiliyor. Bu belki de yaratıcı zekanın yaşaması gereken doğal bir durum olabilir de. Girişilen iş o kadar yeni, o kadar düşünce sistemlerini ve algıları değiştirecek bir iş olabilir ki yaratıcının kendi düşünce sistemi içine hapis olmaktan başka çaresi kalmıyor olabilir.

        Bu tür bazı insanların dönemlerindeki siyasi ve sosyal haksızlıklara ve daha kötüsü belki insanlık suçlarına karşı dahi duyarsız kaldıkları eleştirisi sıkça yönlendirilebiliyor. Eleştirenler sadece bununla kalsalar iyi o kişinin ürettiği düşünce ve sanatı da o eleştiri bağlamında değerlendirmeye giriştiklerinde işler yanlış yöne gidiyor ve geçmişin düşünce sistemlerinin düzgün bir arkeolojisini yapabilmek işin içine sokulan bu dışsal siyasi tavır nedeniyle imkansız olabiliyor.

        Bu konuyu yazma gereğini birbirinden tamamen farklı iki olay nedeniyle düşündüm.

        Bir tanesi ‘Doğaçlama yaşayan filozof çölde’ yazımı yazarken bunu düşündüm diye kendimi eleştirdiğim bir konuydu.

        Diğeri ise düşünce sistematiğine ve teoriye ciddi yaklaşımına güvendiğim bir kadın arkadaşım ile mesajlaşmamda bana söylediği bir söz nedeniyle oldu.

        İlk önce kendi yazımı yazarken yaşadıklarımı anlatayım da sonra mesajlaşma sürecinde olanları da anlatırım.

        REKLAM

        Çöldeyken Michel Foucault’un hangi müziği dinlediğini irdeleyen yazımı yazarken onun Strauss’un ‘Four Last Songs’ operasını dinledikten sonra duygusallıktan gözlerinin yaşlara boğulduğunu öğrenmiştim. Düşünme hayatı boyunca ölüm olgusu üzerine düşünmüş ve bunun düşünce sistemleri tarihinde ele alınış biçimleri üzerine kafa yormuş bir insanın Strauss’un ölüm konulu operasını çölün insana hiçlik duygusu veren ortamında dinlerken ağlaması tabii ki doğaldı.

        Ama Focault’un aynı zamanda operayı Elisabeth Scwarzkopf’un söylüyor olmasıyla da duygusallığının arttığına eminim ben.

        Bu detayı kafamın bir yerine not ettikten sonra ünlü şair Rilke üzerine bir değerlendirmesini okurken Clive James’in (Cultural Amnesia kitabında sayfa 612-24 arasında) Scwarzkopf’un Nazi Almanya’sındaki operalarda da bu operayı seslendirdiğini okuyunca, kafamda elimde olmadan faşizm ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını bildiğim Foucault hakkında bile bu kuşkular doğabildi. Acaba düşünürün o gün çölde bu müziği duyunca duygusallığa düşmesinde siyasi düşünceler de rol oynamış olabilir mi diye düşündüm ve kendimden utandım. Utandım çünkü yaratıcı bir beyni, bir sanatçıyı bu kadar yüzeysel siyasi bağlantılarla harcamış olmak kimseye yakışmazdı.

        Ama bu maalesef hep yapılıyor. Nietsche’nin felsefesinin muhatap edildiği eleştirilere bir bakar mısınız! Özgün düşünce sistematiğini oluştururken kafası hayli karışık olan ve bu kafa karışıklığından sadece ortaya attığı yeni kavramlar ile değil, olağanüstü güçlü olan yazı yazma becerisiyle çıkmış olan Nietsche kendisinin efendisi olabilecek üst insana özgü güç istenci gibi kavramlarla çalıştığından hiç alakası olmadığı halde daha sonra Naziler tarafından sahip çıkılmış ve bu da ona Nazi damgası vurulmasına neden olmuştur.

        Kadın arkadaşım ile Nietsche üzerine mesajlaşıyorduk. Ben bir ara onun için hayatta çektiği çileleri düşünerek ‘Zavallı adam’ deyimini kullanınca arkadaşım bana ‘Senin dışında Nietzche’ye zavallı adam diyebilecek bir başka kişi herhalde yoktur’ diye yazınca onun gibi düşünmeyi ve okumayı seven bir insanın bile Nietzsche hakkında oluşturulmuş o siyasi haksız yargının mahkumu olduğunu gördüm ve ondan sonra Nietzsche ve Scwarzkopf gibi insanların siyasi yanlışları varsa dahi bunun göz ardı edilmesi gerektiğini ve onları anlayıp değerlendirmeyi siyasetten tamamen arınarak yapmamız gerektiğini daha kesin düşünmeye başladım.

        REKLAM

        Girişte de söylediğim gibi bu tür insanlar fikirlerinin veya sanatlarının içine hapis olmuşlardır ve onun dışında her şeyi önemsiz gördüklerinden hayli egoistlerdir. Çoğu da kendilerinden güçlü olan faktörlerle mücadeleye giremeyecek kadar güçsüz ve korkaktırlar da. Hemen hepsi üzerinde çalıştığım düşünce ve sanat üretimi bir sonuca varsın da ne olursa olsun tavrıyla dönemlerindeki aynı fikirde olmadıkları siyasi hakim güçler ile uzlaşmışlardır da. Ben bu tür dehanın sınırlarındaki insanların bu konularda getirilebilecek eleştirilerin dışında bırakılmasını düşünüyorum ve bu konuda bana da gelebilecek siyasi duyarsızlık eleştirisini de kolaylıkla karşılamaya da hazırım.

        Sanatçıda olabilecek bu son anlattığım tavırların bir örneği olarak Strauss’u anlatarak yazıyı bitirmek istiyorum.

        Madem Strauss’un ‘Last Four Songs’unu anlattık ve madem Strauss’un Nietzsche bağlantısı da var o zaman biraz önce dediklerimin örneğini Srauss'tan verip konuyu kapamak uygun olabilir.

        Strauss, Nietsche’nin felsefi romanı olan 'Thus Spake Zarathustra’yı besteledi. Bu müziğinin insanda yarattığı büyüklük, yücelik duygusunu Naziler üstlendiğinden bestesini yaparken bunlarla hiçbir alakası bulunmayan Strauss’u da damgalama yolunda ilk adım atılmıştır.

        Daha sonra Naziler iktidara gelince kendisi ‘apolitik’ olduğundan ve her şeyin dışında kalıp sadece müziğini yapmak istediğinden Nazi Almanya’sında kalmayı tercih etmiştir. Naziler güçlendikçe ve onun sanatını yapabilmesi eğer uzlaşmazsa imkansız hale gelince uzlaşma yolunu da seçmiştir. Bayreuth festivalinin baş yönetmeni olmuştu, bu görevi Arturo Toscanini Nazileri protesto için istifa etmesinden sonra onun yerine atanınca alabilmişti.

        Ona bu işlerden sonra Nazilerle işbirliği yaptığı suçlamaları getirildi ama kendi kızı bir Yahudi ile evliydi ve onu Nazilerden korumak için bu işbirliğini yaptığı söyleniyordu. Operalarının sözlerini yazan Stefan Zweig (evet o meşhur Stefan) da Yahudi'ydi ve onu da koruyabildiği kadarıyla korumuştu.

        Bütün bu davranışlar Strauss gibi büyük bir sanatçıya yakışan işler miydi tabii ki hayır ama belki de onun bu büyük işleri başarabilmesi de kendini bu şekilde koruyabilmesi ile mümkün olabilmiştir.

        Siyasi hataları bu insanların bize bırakmış oldukları güzelliklerin üstünü karartmaya ve bizlerin onları doğru öğrenme şevkimizi öldürmeye yetmemelidir.

        Diğer Yazılar