Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ahlak teorisi hayatın bize sunduğu alternatifler arasında doğru seçimler yapmaya çalışmamızı söyler hep.

        Uzun yıllar sürecinde birçok filozof ahlak konusunda düşünmüştür.

        Aristo etik üzerine düşünürken iyi insanın karşısına çıkan her olay hakkında o olayın gerektirdiği derin düşünme gereğini yerine getirip, olaya doğru ve adil bir tepki verebilmek için deneyimlerine ve yaşam pratiğinden gelen bilgeliğiyle düşündükten sonra kararını veren insan olacağını söylemiştir.

        Antik Yunan'da bunu yapabilen insana 'magalopsychos' adı veriliyordu. Megalopsychos gerçekten ilk bakışta ürkütücü bir kavram gibi ama temelde iyi ruhlu insanı anlatıyordu bu. Aristo’nun yazılarının İngilizce çevirisinde bu kavram centilmen olarak verilmişti.

        Bu kullanımda centilmenlik doğuştan sınıfına göre otomatik elde edilen bir durum değildi. Ancak centilmen hayatın büyük problemleri hakkında ahlaklı kararlar alabilmenin hayatın küçük, detay durumlarında dahi görgülü olmaktan geçtiğini, küçük önemsiz gibi görülen konularda görgülü olmadan büyük konular hakkında da ahlaklı karar alınamayacağını bilen insandı. Centilmenin ise ancak bunu başaran görgülü insana denilebileceğini söylüyor bu yaklaşım.

        İnsan hayatının bir aşamasında hayata biraz kafa yormaz, görgü, etik ne demek düşünmez ve en azından biraz felsefe okumayı denemez ise Will Smith gibi centilmenliğin uzağında ve eğer Aristo’nun görüşü de kabul edilecekse sonuç itibariyle ahlaksız da olur.

        Koşullara dayanmak için

        Koşullara dayanmak için
        0:00 / 0:00

        Joan Didion 'Yaşayabilmek için kendimize hikayeler anlatmak zorundayız' diye yazmıştı.

        Türkiye'deki zor koşullar bize daha önce ayakta tutunabilmemiz için kendimize anlattığımız hikayeleri unutturdu.

        Geleceğimiz olacak mı, nasıl geçineceğiz, çocuklar ne yapacak, dayanabilecek miyiz endişeleri içinde kendimize yeni hikayeler de yaratamıyoruz. Açıkçası varoluşsal bir kriz içindeyiz.

        Bu nedenle sıklıkla dayanma gücümüzün tükendiğini hissediyoruz. Ben kendimi sanki devamlı Barber'in 'Yaylı çalgılar için Adagio'sunu beynimde hiç durmadan çalıp duruyormuş gibi hissediyorum. Bu müziğin bana verdiği hüzün ile dolu içim. Umudum her Adagio gibi bunun da bitmesi bir gün

        Dünyada bu durumdaki insanlara yardımcı olmak onların ayakta durmalarını sağlamak için hikayeler oluşturan bir endüstri de gelişti.

        Pozitif olun, pozitif enerji yaratın, bolca gülün gibi absürt önerileri de olabiliyor bu dev tavsiyeler endüstrisinin.

        Bu sektörden katiyen hoşlanmadığım halde durumu benim gibi olduğunu bildiğim herkese biraz yardımcı olabilmek için benim de bir tavsiyem olacak.

        Artık dayanamayacağım dediğim zamanlarda ben Beethoven'ın hayatını okuyorum.

        Biliyorum gülümseyeceksiniz bunu okuduğunuzda ama unutmayın okuduğunuz bir kitap ondaki birkaç cümle bazen hayatınızı bile kurtarabilir.

        Sadece müziği duyarak mutlu olabilen Beethoven sonunda tamamen sağır olduğunda intiharı düşündüğü gün kardeşlerine olağanüstü duygulu bir mektup yazdı. Ruh halini uzun anlattıktan sonra ölmeyi düşündüğünü ama o durumda bile kendi yeniden doğumunu sağlayacağını ve sadece yaratmak için yaşamayı seçtiğini söyledi.

        Bu mektup hiç gönderilmedi. Ama 'Heilengenstadt Vasiyeti' olarak bilinen bu metin insanlığın elinde. Okumanızı hiç tavsiye etmem yazarken ağlayan Beethoven'in hıçkırıklarını bile hissediyorsunuz okurken.

        Kaderimi boynundan tutup onu dize getiriyorum dediğinde Nietzsche'nin anlattığı süpermen olmuştu. Eroica'yı da sonra besteledi.

        Bu önerim size uymuyorsa eminim ki herkesin bir kendisine iyi gelen örnek aldığı bir hayat öyküsü vardır. Bunu okumayacaksınız isterseniz onu okuyun. Bana bu iyi geliyor, tavsiyeyi yapmasam içim rahat etmeyecekti.

        Çevre kirliliği estetiği

        Çevre kirliliği estetiği
        0:00 / 0:00

        İklim değişimi ve bunun toplumların ve birey olarak bizlerin hayatlarında yarattığı sonuçlar çağımızın ana sorunsallarından belki de en önemlilerinden bir tanesi.

        Bunun sorunlarımızın en önemlisi de olması ihtimal dahilinde çünkü tarımsal üretimi direkt etkileyen sonuçları var bunun, dolayısıyla çağımızın geri kalanında hayatta kalmamız için yetecek kadar gıda ürünü olup olmayacağı konusunu belirliyor bu konu.

        İçgüdülerim bana bu konuya yoğun girmemi söylüyor olsa da yeterli bilgim olmadığı için iklim değişimi ve bunun insanlık için sonuçları konusunda laf etmek yerine konunun uzmanlarını dinleyip kendi hayat tarzımı onların dediğine uygun düzenlemek daha doğruymuş gibi geliyor.

        Ben burada konunun sanattaki bir yansımasını ele alacağım

        Ele almaya çalışacağım fotoğraf sanatçısı Edward Burtnsky. 20’nci yüzyılda ekonomik ‘gelişmenin' sonuçlarını ve bunun tabiat üzerindeki yıkıcı sonuçlarını mükemmel bir gözle görmüş ve fotoğraflarını çekmiş olan bir sanatçı bu. Onun fotoğraflarına bakınca insan elinde olmadan bu gelişme denilen ekonomi süreç acaba nereye kadar sürmeli, bunun sonuçlarını daha ne kadar kaldırabiliriz sorularını soruyor.

        İtiraf etmeliyim ki fotoğraflarından bazıları tabiatta inanılmaz bir tahribatı da göstermelerine rağmen bunlar da son derece estetiklerdi. Çevreci arkadaşlarım bana kızacaktır bunu dediğim için ama ben burada o yapılan işi savunmuyorum katiyen aksine ona tamamen karşıyım da ancak Edward Burtnsky bir konuyu çektiği zaman ona kaçınılmaz olarak estetik bir boyut verebilen yetenekli bir sanatçı sadece bunu söylüyorum.

        Bu sanatçı boyutuyla ben Geoff Dyer’in ‘Otherwise Known as The Human Condition’ kitabında yer verdiği ‘Edward Burtnsky' üzerine yazısında dediği gibi onun özellikle çöl üzerine yapmış olduğu Çöl Kantoları fotoğraf dizisiyle tanınan Richard Misrach’a benzediğine katılıyorum.

        Richard Misrach ‘Çanakkale Köprüsü Üzerine’(10.01.22) başlıklı yazımda anlattığım gibi San Fransisco’daki ‘Golden Gate’ köprüsü üzerine yapmış olduğu fotoğraf çalışmasıyla da harikalar yaramış ve belki de bizlere yeni köprümüzü de buna benzer bir çalışmayla sanat haline dönüştürmemizin ipuçlarını vermiş olabilir.

        Edward Burtnsky ‘ekonomik gelişme’ denilen şeyin ister Pakistan’daki nehirde mal taşıma gemilerinin fotoğrafını çekiyor olsun, isterse de Amerika’da bir sanayi tesisinin, dünyamızın coğrafyasını nasıl değiştirmekte olduğunu anlatan kareler çıkarıyor. Bize, bunlar estetik olsa da bu görüntülerle bu iş daha fazla sürmemeli dedirtiyor.

        ‘Oil’ (Petrol) başlığında topladığı fotoğraf çalışmalarında petrol çıkarmanın ve bunun nakliyesinin dünyayı nasıl değiştirdiği ve bunun böyle devam ettiği takdirde nasıl felaketlere yol açabileceğini açıkça görüyorsunuz.

        Bu konularda çalışan ve özellikle çevre duyarlılığı olan bir kişiyseniz Edward Burtnsky’nin ‘Manufactured Landscapes’ adlı çalışmasını mutlaka getirtip kütüphanenizde bulundurun derim.

        Fotoğrafın Ulysses'i

        Fotoğrafın Ulysses'i
        0:00 / 0:00

        Aslında bu yazı bir takıntının deliliğe dönüşme sürecini anlatan bir yazı olarak planlanmıştı. Kendi sanatını, bu bize ne kadar tuhaf gelirse gelsin, takıntıya dönüştüren sanatçıya ben delirdi demeyi reddettiğimden başlığa bunu çıkarmadım. Ama yazacaklarımı okuyunca fotoğraf sanatçısı Eugene Smith’in yaptığı işin de normalin sınırlarını bayağı zorladığını göreceksiniz.

        Eugene Smith (1918-1978) aslında 1955'de Pittsburg şehri hakkında bir fotoğraf çalışması yapması işini aldığında Life dergisi için daha önce yapmış olduğu Country Doctor (Kırsal Alan Doktoru) adlı fotoğraf makalesi türündeki çalışmayla büyük beğeni kazanmış bir sanatçıydı.

        Pittsburg belediyesinden şehir için bir çalışma yapması işini aldığı zaman başarılarına rağmen Life dergisinden kovulmuş durumdaydı.

        Kovulma nedeni ise çok takıntılı olması ve yapmaya giriştiği işi bir türlü tatmin olup kısa sürede bitirememesiydi.

        Pittsburg şehrinin fotoğraflarını çekme işinin 3 hafta sürmesi gerekiyordu. Ancak bunun olamayacağı olacağı otele geldiği ilk gün çoktan belli olmuştu bile. Çünkü Smith üç hafta süreceği düşünülen iş için şehre 20 parça bavulla gelmişti.

        Ona işi veren belediye yetkilileri usta bir sanatçının işi kısa sürede bitireceğini düşünmüş olabilirlerdi ama Smith’in işi için düşünceleri farklıydı. O çekeceği fotoğraflarla Pittsburg için James Joyce 'Ulysses' romanıyla Dublin için ne yaptıysa onu yapmaya karar vermişti.

        Joyce nasıl ki 24 saatini anlattığı Dublin için kendine özgü mantığı olan özel bir dil geliştirmişse, iç monoloğun dili olan bu özel dil ile romanını yazmışsa Smith de fotoğraf sanatı için kendisine özgü bir mantığı olan yeni bir dil oluşturmaya girişmeye kararlıydı.

        Bu kendisine özgü mantığı olan özel dil arayışı Smith’in tüm hayatını teslim aldı. Şehrin her noktasını takıntılı çekmekle kalmadı odasının penceresinden de sürekli hiç ara ermeden bakmaya başladığı sokaklardan da yüzlerce kare çekti.

        Yoldan geçen her arabayı her insanı, yağan karı hatta boş sokağı bile takıntılı fotoğraflamaya başladı. Kafasındaki Ulysses benzeri fotoğraf çalışması için bir açılım arıyordu ama bunu bir türlü bulamadığı için bir türlü tatmin de olamıyordu. Sonunda üç haftada en fazla 100 karede bitmesi gereken işi için orada 2 yıl kaldı ve 13 bin adet fotoğraf çektikten sonra işe daha yeni başladığını söyleyebiliyordu. Sonra bütün bu fotoğrafların bir söylem çerçevesinde seçilip katalog haline getirilmesi gibi imkansız bir işe de girişti. Sonunda vizyonuna uygun bir şekilde tatmin olamadığı için işi bıraktı.

        CAZ’IN FOTOĞRAFI

        Pİttsburg’da tetiklenen takıntıları daha sonra çok daha ilginç gelişmelere yol açtı.

        1957 yılında Smith eşi ve çocukları yanında olmadan New York’ta, Altıncı Cadde'de 821 numarada bir Loft kiralayıp oraya yerleşti. Loft’a hemen karanlık odasını kurdu ve odanın penceresinden tam altı kamerayla şehir sokağının fotoğraflarını çekmeye başladı. Fotoğraflarının ve kameralarını sayısı bir ara öyle arttı ki odası ona yetmemeye başladı bir alt kattaki odayı da kiralamak zorunda kaldı.

        Bir üst katı bir grup caz sanatçısı kiralayıp orada doğaçlama çalmaya başladıklarında (anlayacağınız jam session yapıyorlardı) Eugene Smith tabii ki onların da fotoğrafını çekmeye karar verdi.

        Bu arada o zenci sanatçılar arasında Thelonius Monk gibi bir devin bulunduğunu da söylemeliyim.

        Smith bir caz parçası oluşurken etrafta olan hayatın sesleri de bu oluşuma etki yapabilir diye düşünüyordu, bu yüzden onlar yukarda çalarken odada, binada ve sokakta olan tüm sesleri de kayda alması gerektiğine karar verdi. Tüm apartmana, odaya, ve sokağa kayıt cihazları koyarak sanatçılar çalmaya başladığında hayatın tüm seslerini de kayıt etmeye başladı. Sonunda inanılmaz derecede karışık ses kayıtları (1700 adet ses kayıt bandı ve 4 bin saatlik ses kaydı vardı) ve binlerce fotoğraf karesi çıktı ortaya. Ama tabii ki Eugene Smith bunları da bir mantık çerçevesinde düzene koymaya girişti ve sonunda Caz-Loft Projesi adını verdiği çalışma oluşabildi.

        Başta dediğim gibi ben bir sanatçının takıntısına delirmek diyemem ama siz onun deli olduğunu düşünürseniz bunun için sizinle münakaşa edecek de değilim ama her şeye rağmen büyük saygıyı hak eden bir sanatçı da olduğu kesin. En azından benim için bu böyle.

        Diğer Yazılar