Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Altılı masa Türkiye’de bir ilki deniyor. Birbirinden farklı ideolojileri, farklı siyasi amaçları ve farklı kültürleri olan altı siyasi parti bir masada oturup gelecek için ortak hareket tarzı oluşturmaya çalışıyor.

        Hassas dengeleri gözeterek, son derece ince bir tel üzerinde, olağanüstü dikkatli adımlarla yürümeye çalıştıklarından eminim.

        Ben altı lideri ilk kez masanın etrafında gördüğüm gece, "Her bir lider kendisine en uygun gelen biçimde oyunu iyi oynamaya çalışacak, üstelik altısı da aynı anda böyle davranacak. Acaba sonunda bir Nash Dengesi oluşacak mı? Altılının toplam oyunu denge içinde bir başarıya ulaştırılacak mı" diye düşündüm.

        Burada bahsedilen Nash Dengesi, ‘Beautiful Mind’ filminden tanıdığımız, Türkiye’yi de ziyaret etmiş bulunan Nobel ödüllü iktisatçı John Nash’in oyun teorisi bağlamında formüle ettiği denge durumuna verilen ad.

        Masa etrafında toplanmış olan altı oyuncu, tek bir hedefe kilitlenmeye çalışırken doktora derslerinde, "Haydi formüle edin süreçleri" diye verilen tipik bir oyun teorisi problemini çağrıştırıyorlar.

        Oyun teorisi rekabet, bilgi eksikliği ve belirsizlik varken başarıya ulaşmak adına çıkılan optimum stratejiyi bulmaya çalışma sürecinin matematiksel uygulamalı çözümüne verilen addır.

        Oyun teorisi ilk başta ekonomi oyuncularının piyasa koşullarında birbirleriyle ekonomik ilişkilerini tanımlamak ve bunun sonucunda varılacak en iyi durumu bulmak için oluşturulmuş bir matematiksel modeldir. Modelde ilk başta sadece iki oyuncu olduğunda sıfır toplamlı oyunlar (zero sum game) olabiliyordu. Yani bir oyuncunun kazancı diğerinin kaybı olabiliyor bunlar birbirini götürdüğünde sıfır sonucuna ulaşılıyordu.

        Ancak ekonomiler tabii ki iki oyuncudan değil çok miktarda oyuncudan oluşmaktadır ve oyunculardan hiçbirisi kaybeden taraf da olmak istemeden oyun üretecektir. Dolayısıyla teorinin daha sonraki gelişmesinde çok miktarda oyuncunun kaybedeni olmadan oyunu belli hedefte sonuçlandırmasının formülleri de yazılmaya başlandı.

        Bunun en iyi bilinen örneği John Nash’in yazdığı Nash Dengesi durumudur.

        Nash Dengesi'nde her oyuncu, oyunda kendisinin elinde olan eylem alternatiflerinden birini seçmiş olsa ve diğer oyuncular da buna benzer bir eylem biçimi seçmiş olsalar ve eğer bir oyuncu için seçilmiş eylem, diğer oyuncuların seçtikleri eylemler de göz önüne alındığında, getiri anlamında en iyi eylemse ve bu durum diğer eylemciler için de geçerliyse bu bir Nash Dengesi'dir.

        Şimdi altılı masada birbirinden hayli farklı olan yaşam tarzı anlayışları, ideolojileri ve siyasi hedefleri olan partilerin kişilikleri de birbirinden çok farklı olan liderleri bulunuyor.

        Bilimsel olarak baktığınızda bu masadan bir Nash Dengesi çıkabilmesi hayli zor gözüküyor.

        Yani oyun teorisinin ilk uygulamasında atılı masadan başarısızlık çıkması ihtimali büyük gibi.

        Ancak bu oyun teorisi sadece ekonomi dalında uygulanmadı siyasette, dış ilişkilerde, global stratejilerde de uygulamaya sokuldu.

        Oyun teorisine bir de Baskın Strateji kavramı var.

        Bir oyuncu tarafından formüle edilen bir strateji, eğer diğer oyuncular ne yaparlarsa yapsın her durumda en iyi kararsa buna oyun teorisi bağlamında Baskın Strateji denir.

        Üstelik her bir Baskın Strateji çözümü bir Nash Çözümü'dür (Dengesi) de.

        Yani ilk bakışta bilimsel açıdan başarısızlık ihtimali daha büyük gözüküyor olsa da altılı masanın başarıya ulaşma şansının liderler arasında bir ayrılık ve bölüme olmadan başarılı olunması ihtimali var gözüküyor.

        Eğer altılı masada ülkede demokrasiyi bir an önce yerleştirme hedefi Baskın Strateji olursa bunu liderlerden hangisi ilk önce masaya getirmiş olursa olsun masada bir Nash Dengesi diğer liderler ne yaparsa yapsınlar oluşacaktır. Baskın Strateji her bir liderin kendisi için asıl uygun gördüğü oyun planını Baskın Strateji için askıya almasına yol açacaktır ve gördüğüm kadarıyla altılı masada asıl amaç da budur.

        Özetle hiçbir siyasi düşünce taşımadan sadece bilimsel açıdan altılı masaya bakıldığında oyun teorisi bağlamında başarı ihtimali olduğu görülüyor.

        Menemen tartışması nihayet bitti

        Menemen tartışması nihayet bitti
        0:00 / 0:00

        Ekonomik krizin bazı beklenmedik güzel yanları da olabileceği yavaştan ortaya çıkıyor.

        Ülkemizin uzun yıllardır nedense bir türlü sonuçlandıramadığı bazı tartışmaların sonu da kriz nedeniyle kendiliğinden geliyor.

        Böylece insanımızın zaten düşük düzeyde olan yeniyi öğrenme enerjisini tüketen gereksiz tartışmalar da hayatımızdan bir bir çekilmeye başladı.

        Bence bu geleneksel tartışma konularımız içinde en önemli en hayati olanların başında geleni menemenin soğanlı mı yoksa soğansız mı hazırlanması gerektiğiydi. Ülkemizin en parlak beyinleri bile bu konuda fikir bildirdiler, tavırlar aldılar geçmişte. Ama tartışma yine de bitemedi çünkü iki görüşte de olan hayli ısrarlı insan vardı ve onlar eğer menemeni soğanlı yiyorlarsa buna her durumda devam etmek diğerleri ise öldür Allah soğanı görmek bile istemiyorlardı.

        Bu konu Türkiye açısından bir yönüyle Shakespeare’in eserlerini kim yazdı polemiğine dönüşmüştü. Nasıl ki Batı aleminde gerçek Shakespeare’in kim olduğu konusu nerdeyse yüzyıllardır ateşli tartışmalara yol açıyorsa bizde de gerçek menemen nasıl hazırlanmalı konusunun duyguları yıllardır ateşlediği görülüyordu.

        Neyse ki ekonomi krizimiz bu tartışmayı kesin sona erdirdi de en azından bu konuda enerji sarf etmekten kurtulduk.

        Artık soğan koymak isteseler de menemene soğan katamayacaklarından bunun ilke olarak doğru olduğunu söylemenin de manası kalmadı.

        Artık her sebze meyve inanılmaz fiyatta olduğundan yeni trend alıştığımız yemeklerin içine mümkün olduğunca az malzeme koyarak hazırlamak haline geldi. Soğan menemen malzemesi olarak otomatikman listeden düşmek zorunda.

        Hatta bence içi boş baklava gibi içinde domates biber de olmayan menemen de devreye yakında girmek zorunda kalabilir.

        Batı Yakası'nın Hikayesi

        Batı Yakası'nın Hikayesi
        0:00 / 0:00

        Steven Spielberg’in yönettiği Batı Yakası'nın Hikayesi kış aylarında Türkiye'de gösterime girdi. Ben gençken filmin ilk yapımını gördüğümde nasıl etkilenmişsem görüyorum ki yine bazı gençler filmden hayli etkilenmişler. Sosyal medyada film hakkında hala daha yorum yazıldığını, tartışmalar olduğunu görüyorum.

        Bu müzikal ve filmi gençleri Amerikan kültürü ile ilk gerçekten tanıştıran eser olabilir.

        Amerikan şov dünyasını ve kültürünü tanımanın bir sakıncası tabii ki yok, ama neyi nasıl tanıdığımızı da bilmemiz lazım.

        Bu şovun müziğini yapan Leonard Bernstein’ı özellikle müziğe meraklı gençlerimizin yakından bilmesinde yarar var. Çünkü Bernstein yaptığı müzikle hem cazı hem Broadway müzikalinin gelişimini etkilemiştir.

        1950’ler Amerika’da cazın tüm hızıyla toplumu ve dünyayı etkilediği dönemdir. Kökeni New Orleans'da olan caz değişik aşamalardan geçip 1950’lere geldiğinde tamamen serbest caz formatına geçmek üzereydi. John Coltraine, Miles Davis, Charlie Parker gibi dev isimler ilk denemelerini evlerdeki Jam Session'larda (tamamen serbest, spontane oluşan müzik ortamı) denemelerini yapmaya başlamışlardı.

        Klasik müzikte Avrupa’nın hayli gerisinde olan ABD’de o günlerde aynı zamanda ilk geçek Amerikan klasik müziğini kimin besteleyeceği de tartışılıyordu.

        O günlerde ABD'de bulunan cazdan da çok etkilenmiş olan besteci Davorak 'Real Values of Negro Melodies' başlıklı yazısında "İlk Amerikan klasik müzik bestesini cazın içinden gelen bir zenci yapacak" deyince Güney eyaletlerinde hala daha zenci linci partilerinin yapıldığı ırkçı Amerika'da bu hayli tepki çekmişti.

        Ünlü müzisyen Davorak bu demeci verdiğinde henüz Harvard Üniversitesi'nde öğrenci olan genç Bernstein ‘The Absorption of Race Elements Into American Musıc’ başlıklı bir yazı yazarak Davorak’ın görüşüne kaşı çıktı ve "Avrupa'da klasik müziğin oluşumu çok özel kültürel ve sosyal ortam sayesinde gerçekleşmiştir. Zenci caz ustaları ne kadar da iyi müzisyen olsalar da bu ortamın dışında bir kültürden oldukları için klasik müziği başarmaları mümkün değil" demişti.

        Bernstein bunu ırkçı olduğu için yazmamıştı çünkü daha sonra New York'ta zenci camiasının önde gelen isimlerini çağırdığı ve yazar Tom Wolfe tarafından Radical Chic (radikal şıklık) olarak tanımlanan davetler verecek kadar ırkçılıktan uzak bir isimdi o.

        Bernstein'ın açtığı yoldan bir başka Yahudi olan George Gershwin yürüdü. Blues'un siyahların tekelinde kalmayacağını da göstermek istediği için 'Rhapsody in Blue'yu besteledi, ayrıca 'Porgy and Bess' ile bir caz operası da sahneye koydu. (Genç arakadaşlara tavsiyem Gershwin'in 'Summertime' parçasını bir de Billie Halliday ve Miles Davis yorumlarıyla da dinleyin)

        Bunun karşısında Duke Ellington da bir beyazın 'Negro operası' besteleyemeyeceğini söyleyerek bir Swing operası olduğunu söylediği 'Black, Brown and Beige'yi beyaz hakim sınıfların müzik kalesi gibi olan Carnegie Hall'da sahneye koydu.

        İşte Bernstein bu karmaşık ortamda Batı Yakası'nın Hikayesi ile bir sentez yapmaya girişti. Bu müzikalde serbest caza geçişin son aşaması olan bebop müziği, Latin müziği ve hatta Beethoven etkisi bile vardı. Bu şov yüzyılın müzikte ilk Amerikan modern denemesi olarak kabul edilir bu yüzden çok önemlidir.

        Satranç oyuncusu

        Satranç oyuncusu
        0:00 / 0:00

        Benim bildiğim en eski satranç oyuncusu fotoğrafı William Henry Fox Talbot’un (1800-1877) çekmiş olduğu ve ‘Nicolaas Henneman Contemplates His Move’ (Nicolaas Henneman Yapacağı Hamleyi Düşünüyor) adını verdiği 1841 tarihli çalışmasıydı.

        Ondan sonra Nick Brandt, Andre Kertesz, Marc Riboud, Cartier-Brenson ve Robert Capa gibi fotoğraf sanatının ünlü isimleri de satranç oyuncularının fotoğrafını çektiler. (Geoff Dyer, ‘The Ongoing Moment’ s.60)

        Satrancın nerede hangi ortamda oynandığı da önemli değil. Çünkü oyuncu satrança başladığında kendisini tamamen oyuna konsantre edip ortamından da soyutlanabiliyor. Jorge Louis Borges ‘The Just‘ adlı şiirinde satranç oyuncusunun kendini ortamından soyutlaması konusuna girmiştir.

        Bu açıdan ben, diğer birçok uzmanın da görüşüne katılıyorum; büyük fotoğraf sanatçısı ve özelikle büyük savaşlardan çektiği fotoğraflarla tanıdığımız Robert Capa’nın olağanüstü bir satranç fotoğrafı var. Ben de bunun bir klasik oluşturduğu düşüncesindeyim

        ‘Aşkın Fotoğrafı Nasıl Olmalı' (4.10.2021) başlıklı eski yazımda Robert Capa hakkında şöyle yazmıştım:

        "Robert Capa tarihin en büyük savaş fotoğrafçılarından bir tanesidir. Özellikle ikinci dünya savaşında cephede çektiği fotoğraflar, Normandiya çıkarmasının ön saflarında bizzat katılarak çektiği fotoğraflar onu tarihe geçirmiştir.

        Gözü karaydı korkusuzdu Robert Capa. Belki de sadece bu nedenle Vietnam savaşında çalışırken bir mayına basıp öldü.

        Bana 'Aşkın fotoğrafı' işte bu olabilir' dedirten fotoğrafı çok daha sakin bir ortamda çekilmiş. İkinci Dünya Savaşı'nda İtalya’nın kurtarılmasından sonra cepheden dönen bir İtalyan askeri cepheye gitmek için bırakıp gittiği sevgilisi ile tekrardan buluşup Sicilya’da köylerinin yolunda birlikte yürüyorlar.

        Yan yana yürüyen sevgililerin yere vuran gölgeleri sanki ruhları gibi birbirlerinin içine geçmiş. Kadın saçını sanki sevgilisi onu son gördüğü günkü gibi olmasını istermiş gibi bırakmış. Vücutların birbirlerine samimi değmesinden sanki eskiden gelen bir ten alışkanlığı var gibi ve bisikletleri ile sonunda nihayet normal bir yaşama doğru yürüyor gibiler. Bu fotoğrafta ben yaşamanın ve aşkın umudunu görüyorum. Fotoğrafa bakarken etrafta olması gereken böceklerin, örneğin Ağustos böceklerini bile duyuyor gibi oluyorum.

        İşte savaşta aşkın fotoğrafını çekebilmiş bu büyük sanatçı İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçi askerlerin Madrid yakınlarında siperde satranç oynarken fotoğraflarını da çekti. O fotoğrafta siperdeki, tam teçhizatlı olan askerlerin satranç oynarken nasıl kendilerini her şeyden, Boges'in şiirinde tanımladığı gibi, soyutladıklarını görebiliyorsunuz.

        Diğer Yazılar