Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİR jeolog, bir teorik fizikçi için niçin yazı yazar? Her şeyden önce, hepsini anlayamasa da yaptığı işlerin, yarattığı entelektüel abidenin ihtişamına duyduğu büyük saygı aşkına yazar. Eğer hâlâ insanlığımızla övünebiliyorsak bunu Pasteur gibi, Marie Curie, Einstein gibi, Hawking gibi dâhiler aramızdan çıktığı için yapabiliyoruz. Daha 5000 yıl önce yazmayı keşfetmiş insanoğlu bugün kâinatın boyunu bosunu, yaşını, içindekileri bilebiliyorsa, bu inanılmaz gelişmeyi böyle büyük insanoğullarına ve insankızlarına borçluyuz. Bir yere giderken GPS mi kullanıyorsunuz? Bu Einstein sayesinde mümkündür. Gittiğiniz yerde bir kuduz köpek sizi ısırdı; ölüme mahkûm değilseniz bu Pasteur sayesindedir. Kanserde radyasyon tedavisi mi görüyorsunuz? Bu Madam Curie sayesindedir. İşte 14 Mart 2018’de sabah saat dokuz gibi Cambridge’de aramızdan sessizce ayrılan Stephen Hawking de bu devlerden biriydi. Sadece aldığı ödülleri yazmaya kalksam bu sayfa dolar. Gerçi Nobel’i alamadı; bu onun değil, Nobel komitesinin kabahatidir.

        Tek bir cümleyle “Kimdi bu adam?” derseniz, “Bir Einstein olmasa da evrenin nasıl işlediğini ve özelliklerini günümüzde bize en iyi öğreten kişidir” diyebilirim. Dediklerinde pek çok yanlışlar bulundu; ama Hawking’in her yanlışı daha büyük gelişmelere açılan bir kapı gibiydi. Her dâhininki gibi yanlışları bile verimliydi.

        Belki de bu yazıyı yazmamın ikinci nedeni kendisini şahsen tanıma bahtiyarlığına erişmiş olmamdır. Yıllar önce, merhum dostum, büyük İngiliz jeoloğu Brian Harland beni Cambridge’de kendisinin de üyesi olduğu Gonville and Caius Koleji’ne bir öğle yemeğine götürmüştü. Yemek salonuna tekerlekli iskemlesini bir hemşirenin ittiği tam bir insan harabesi getirildi. Harland beni bu sesi bile olmayan kişiyle tanıştırdı: Stephen Hawking. Ona kim olduğumu, nereden geldiğimi, niçin Cambridge’de olduğumu anlattı. Makineler marifetiyle teati edilebilen birkaç nazik söz, sonra tekrar masadaki yerimize döndük.

        Hawking masaya gelemiyordu. Köşede hemşiresinin yardımıyla tamamen sıvı nesnelerden oluştuğunu sandığım yemeğini yedi. Beni en çok etkileyen, o durumda dahi, yemeğini odasında değil, herkesin öğle yemeğine geldiği salonda herkesle birlikte yemeyi tercih etmesiydi. Eğer genç yaşında tutulduğu motor nöronları hastalığına teslim olmadıysa, kendisindeki bu yaşama ve işine, çevresine tutunma inadı sayesindedir. Ona bu imkânları veren yuvası Cambridge Üniversitesi’ni de burada kutlamadan geçemeyeceğim.

        STEPHEN HAWKING KİMDİR?

        Stephen William Hawking, 8 Ocak 1942’de, İkinci Dünya Savaşı’nın en civcivli günlerinde Oxford’da dünyaya geldi. Babası Frank doktor, annesi Isobel ise felsefeciydi. Londra’da oturuyorlardı ama sürekli bomba tehdidindeki Londra yerine Isobel’in doğumunu daha emniyetli görülen Oxford’da yapması tercih edilmişti. Hawking de aile geleneğini bozmayarak kendisine “Einstein” lakabı takılmış olan lisesinden evvela lisans eğitimi için Oxford’a gitti, orada büyük zekâsıyla göze battığı halde, iyi bir öğrenci değildi. Bitirme imtihanında bile zorlandı, bir sözlüye kalmak zorunda bırakıldı. Ancak daha sonra Hawking, Oxford’dan Cambridge’e geçerek kozmolojide, yani evrenbiliminde doktora yapmaya niyetlendi. Niyeti yıldızların elementleri füzyonla nasıl ürettiklerini keşfeden ve “Büyük Patlama” (Big Bang) terimini yerleştiren büyük astronom Alfred Hoyle’un (1915-2001) öğrencisi olmaktı; olmadı, modern kozmolojinin yaratıcılarından, Suriye kökenli bir ailenin çocuğu olan, George Ellis ve Martin Rees gibi meşhur kozmologların da doktora hocası Dennis William Sciama (1926-1999) ile çalıştı.

        EŞSİZLİKLER: BÜYÜK KEŞİF Mİ, NE OLDUĞUNU ANLAMADIĞIMIZ NOKTALAR MI?

        Hawking, 25 yaşında kendisini yavaş yavaş felç edecek olan motor nöronları hastalığına tutulduğunu öğrendi. Bu bilgi onu derin bir depresyona soktu, zira doktorları kendisine 2 sene hayat biçmişlerdi. Ancak kendisine ipin ucunu bırakmaması önerilmişti. O da öyle yaptı ve doktorların yanıldığını 76 yaşında ölerek gösterdi.

        Hawking, 1975 yılında Cambridge’de kütleçekimi fiziği doçentliğine, 1979’da da bir zamanlar Newton’un işgal etmiş olduğu Lucas Matematik Kürsüsü profesörlüğüne (Lucasian Professor of Mathematics) atandı.

        Bugün aklı başında bir fizikçiye “eşsizlik”, yani “singülarite” nedir diye sorarsanız, eğer kendisinin biraz mizah anlayışı varsa gülerek “Ne olduğunu anlamadığımız yer ve an” diye cevap verir. Eşsizlikler “zaman ve mekânın tüm boyutlarını kaybedene kadar küçüldükleri ama yok olmadan bir noktadan etki icra ettikleri yer ve anlardır” denebilir. Bunların tamamen kuramsal, matematik ifadelerin ortaya çıkardığı kavramlar olduğunu unutmayalım. Bir eşsizliği anlamanın en iyi yolu bir küreyi düşünmektir. Bu kürenin içinde bir sürü olayın olduğunu farz edelim. Şimdi kürenin gittikçe küçüldüğünü hayal edelim. Küre küçüldükçe, yüzeyinin büklümü de giderek artacaktır. Bu büklümün nihayet sonsuz olduğu an eşsizliğin oluştuğu andır. O andan itibaren ne kendisinin ne de içinde cereyan eden olayların boyutları kalmış olur. Mesela büyük patlama kuramına göre, büyük patlama olmadan önce evren böyle bir eşsizlikti.

        Hawking’in doktora tezinin konusu, büyük İngiliz matematikçi ve kozmolog Roger Penrose’un (1931-) kara deliklerin merkezlerinde bulunduğu tahmin edilen eşsizliği tüm kâinata uygulamak oldu. Maksat, evrenin tekdüze bir şekilde varlığını sürdürüp sürdürmediğini anlamaktı. Sonunda evrenin bir eşsizlikten türediği, yani tekdüze var olmadığı anlaşıldı. Hawking bu çalışmasını “Mekân-Zaman Geometrisindeki Eşsizlikler” başlıklı bir makalede yayımladı ve Adams Ödülü’nü aldı. Mekân-zaman Einstein’ın izafiyet teorisinden çıkan bir kavramdır ve zamanın mekândan bağımsız bir boyut olmadığını ifade eder. Hawking daha sonra yanıldığını anladı zira evreni bir eşsizliğe küçültünce, orada artık izafiyet teorisinin değil, kuantum teorisinin kurallarının hüküm sürmesi gerekir; ne yazık ki bu iki kuram da henüz birbirleriyle barıştırılamamıştır.

        KARA DELİKLER

        HAWKING daha sonra kendisini bir ömür boyu meşgul edecek kara deliklere döndü ve bunların çevresinde oluşan “olay ufkunun” (yani artık içinden ışığın bile kaçamayacağı sınırın) asla küçülemeyeceğini iddia etti. Kara deliklerin, ilksel malzemeleri ne olursa olsun yalnızca kütleleri, elektrik yükleri ve dönmeleri ile tam olarak tanımlanabileceğini gösterdi.

        Hawking daha sonra kuantum mekaniğinin temel ilkelerinden Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre kara deliklerin dışarıya parçacıklar atmaları gerektiğini iddia etti. Başta insana ters gelen (kara delikten hiçbir şey kaçamaz sanılıyordu) bu kurama “Hawking ışıması” adı verildi ve bu ışımanın gerçekten var olduğu ispat edildi. Hawking daha sonra bir kara deliğe giren bilginin tamamen yok olması gerektiğini iddia etti ki bu da Einstein’ın kuramıyla çelişiyordu. Bu konuda yanıldığı daha sonra Amerikalı fizikçi (ve New York’ta bir zamanların musluk tamircisi) sicim kuramının kurucularından Leonard Susskind’in (1940-) hologram ilkesiyle ispat edildi. Hawking yenilgiyi kabul etti ama yaptığı yanlış hologram ilkesinin keşfine yol açmıştı. Hawking’in çok hoşlandığı şeylerden biri de meslektaşlarıyla fiziksel olaylar hakkında bahse tutuşmaktı. Bu bahislerin pek çoğunu Hawking kaybetti ama bu arada bir sürü araştırıcıya da müthiş dürtüler kazandırdı, onları kendisini yenmeleri için cesaretlendirdi.

        POPÜLER BİLİM YAZARI

        Hawking başlangıçta çocuklarının okul masraflarını ödeyebilmek için popüler bilim yazıları yazmaya başladı. Bu konudaki ilk kitabı “Zamanın Kısa Tarihi” o kadar çok sattı ki buna kendisi de yayımcıları da hayret etti (275 hafta en çok satanlar listesinin başında kalmak gibi inanılmaz bir rekor kırdı bu eser). Arkasından Hawking başka popüler eserler de kaleme aldı ve artık para kazanmaktan ziyade, halka bilimi anlatmayı amaçladı. Bu eserlerin bazıları Türkçe’ye de çevrilmiştir ama tercümeleri okumadığım için kaliteleri hakkında bir şey söyleyemiyorum.

        ÖZEL YAŞAMI

        Hawking’in büyük şöhreti özel yaşamına olumsuz etki etmiştir. Üstelik giderek artan hastalığı onu elden ayaktan düşürünce evde kendisine bakan personelin ve üstelik onunla çalışan öğrencilerin sürekli bulunması ev yaşamında sıkıntılar yaratmaya başlamıştı. Daha genç bir öğrenciyken evlendiği eşi Jane’den (1944-kızlık soyadı Wilde) 1990’da boşanarak 1995’te kendisine bakan hemşire Elaine Mason ile evlendi. Ancak bu evlilik de yürümedi ve Hawking- Mason çifti 2006’da boşandı. Daha sonra eski eşi ve ondan olan çocuklarıyla tekrar yakınlaştı.

        Hawking bir ateistti. Büyük Patlama’dan önce herhangi bir varlığın mevcudiyetinin anlamsız bir ifade olduğunu söylüyordu. Evren hakkındaki araştırmalarında bir tanrının varlığına gerek gösterecek herhangi bir şey bulamamıştı. En büyük korkusu, insanlığın gelişen teknoloji ve genel aptallık sonucu kendisini yok etmesiydi. Nüfus artışını en büyük sorun olarak görüyor, suni zekânın tehlikelerine dikkat çekiyordu. Bilimdeki gelişmeler ışığında artık felsefeye yer kalmadığı kanısındaydı. Bundan sonraki tüm gelişmelerin bilimden geleceği fikrindeydi.

        Hawking’in bazı meslektaşları, başarılarının abartıldığını, kendisine gösterilen büyük ilginin ve aldığı pek çok ödülün sebebinin hastalığının bir yansıması olduğunu iddia etmişlerdir. Ben hastalığının etkisinin kendisinin toplum içindeki büyük şöhretinde önemli bir yeri olduğunu kabul edebilirim, ama başarılarının abartıldığını sanmıyorum. Alman fizikçi Werner Israel’in (1931-) dediği gibi, Mozart kafasında tüm bir senfoniyi yaratabildiği gibi, Hawking de kafasında tüm bir evreni baştan yaratabilecek bir dehâya sahipti.

        Nur içinde yat büyük adam. Umarım benim milletimden de senin gibiler bir gün çıkacaktır. Yeter ki cehaletin pençesinden artık kendimizi kurtarabilelim, kendi düşüncelerimizden korkmamayı öğrenebilelim.

        BU 2 ÜNİVERSİTEYİ GEZİN

        MUHTEREM okuyucularım... Yolunuz İngiltere’ye düştüğünde vaktiniz olursa muhakkak Oxford ve Cambridge üniversitelerini gezmeye gidin. Bu her iki üniversite de Londra’ya 1’er saat uzaklıktadır (Cambridge’e King’s Cross istasyonundan tren, Oxford’a Victoria İstasyonu’ndan otobüsle gidebilirsiniz). Her iki üniversitede de kılavuzlu turlar yapmak mümkündür. Mesela Cambridge’deki bir yaya tur 27 dolar civarındadır. Sırf kendinize ait bir tur isterseniz 106 doları cepten çıkarmanız gerekecektir (ama inanın değer).

        Ayrıca her iki üniversitede de muhtelif müzeler vardır. Mesela Oxford’daki Tabiat Tarihi Müzesi (Natural History Museum) ile Cambridge’deki Sedgwick Museum görülmeye değer. Her iki üniversiteyi de gezdiren turlar da mevcuttur.

        Diğer Yazılar