Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Bilirkişinin" bilmediği!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Çocukluğumda, katırına binerek yüksek dağ başlarındaki yaylaları gidip, orada, durmadan yanıp sönen yıldızlarla dolu gökyüzünün altında, yaylanın en büyük kara kıl çadırında toplanmış olanlara masallar anlatıp, anlattıkları o masalların karşılığında kimin gönlünden ne koptuysa artık, yün mü olur, bir kuzu mu olur, tereyağı mı olur toplayan gezgin masal anlatıcıları vardı; onlardan birinin adı Sağır Hacı’ydı, Zaloğlu Rüstem’in manzumesini sadece o biliyordu, herkes ondan Rüstem efsanesini anlatmasını ister, o da daha fazla bahşiş koparmak için sözü ağırdan alır, eşeğini sağlam kazığa bağlamadan Rüstem destanını kolay kolay anlatmaz, onun yerine bir takım “uvertür” hikayelere başvururdu. Bu hikayelerden birisi, vakti zamanında bu dağlar arasındaki derin koyaklarda Müslüman ahaliyle birlikte yaşamış olan Nasturilerin yaşlılarına yaptığı korkunç muameleye dair bir hikayeydi. Meğer çok eskiden, o kavmim mensupları, onlara bakamadıkları için yaşlanmış annelerini babalarını alıp Gare dağının tepesine götürür, orada ölüme terk edip evlerine geri dönerlermiş. İşte bu geleneğin içinde Adişo denilen bir adamın babasını bir telisin içinde dağa götürülüşünün hikayesini anlatırdı ballandıra ballandıra Sağır Hacı. En sonunda da kıssadan hisseye sıra gelir; biz Müslümanların gavurdan farklı olarak yaşlılarımıza karşı ne kadar hürmetkar olduğumuzu hisse olarak orada bulunanlara böbürlene böbürlene iyice belletmeye çalışırdı.

        Bu hikaye, o günden itibaren hiç çıkmadı aklımdan.

        Yıllar sonra üniversitede talebeyken, 1986 yılında “Sinema Günleri”nde gösterilen Japon yönetmen İmamura’nın “Narayama Türküsü” filmine gittim İstanbul’da. Film 1983 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye almıştı. Işıklar söndü, film başladı ve ben dondum kaldım oturduğum koltukta. Çünkü bu hikayeyi çok iyi biliyordum, çocukluğumda Sağır Hacı’nın bize anlattığı hikayenin tıpatıp aynısıydı.

        Film çok eskiden Japonya'nın uzak bir dağ köyünde geçen “ubasuteyama” adı verilen eski bir Japon geleneğine dairdi. Bu geleneğe göre, bölgede hüküm süren kıtlığın ve yoksulluğun yarattığı şartlar sonucunda yetmiş yaşına gelmiş ihtiyarlar, aileye daha fazla yük olmasınlar diye rızaları alınarak uzak bir dağın tepesine götürülür, orada ölüme terk edilirdi; film benim aşina olduğum bu hikayeyi anlatıyordu işte.

        *

        Şimdi bu hikayeyi “kim kimden çaldı” diye dava konusu olsa, bunun üzerine bir mahkeme bir “bilirkişiye” (Elif Şafak-Mine Kırıkkanat davasında olduğu gibi), “hadi bunu açıklığa kavuştur” diye sorsa, bilirkişi “bizim Sağır Hacı’nın hikayesini elin Japon’u yüzde beş çalmış” diyebilir mi? Veya tersi, aynı “birikişi” “bu hikaye eski bir Japon geleneğini anlatır, Sağır Hacı mutlaka bir Japon’dan duyup kendine mal etmiş, dolayısıyla yüzde bilmem kaç eser hırsızlığı yapmıştır” diyebilir mi?

        *

        Edebiyatta da sinemada da sanatın diğer dallarında da aslında anlatılan hikayeler öyle sandığımız gibi mebzul miktarda değildir. Esaslı hikayeler bir elin beş, bilemedin iki elin on parmağı kadardır. Geride kalan bütün o binlerce hikaye, bu esaslı hikayelerin farklı farklı varyantlarıdır. Aynı hikayeyi anlatır herkes ama hikayeyi anlatım şekli, üslubu, yazarın o hikayeye verdiği yeni biçim, onu gözümüzde, muhayyilemizde farklı yeni bir hikaye kılar. Anlayacağınız gök kubbenin altında anlatılmamış hiçbir hikaye yoktur; sanat da bu “kıtlıktan” “bereket” yaratma maharetinde başka bir şey değildir zaten.

        *

        O halde modern romanla başlayalım meramımızı anlatmaya. James Joyce’un arada bir adını andığımız meşhur romanı “Ulysses” mesela… Bir adamın evinde çıkıp on yedi saatlik bir şehir turundan sonra eve dönüşünün hikayesidir. Bu süre zarfında kahramanın bilincinde milyonlarca şey geçer… Bir yolculuk hikayesidir aslında. Zaten “bütün büyük hikayeler bir yolculukla” başlamıyor muydu?

        Peki bu fikir Joyce’nin aklına nereden gelmiş? Tabi ki gelmiş geçmiş bütün hikayecilerin piri olan Homeros’tan… Homeros’un kahramanı Odysseus, Latince adıyla Ulysses, Troya düştükten sonra yenilmiş, yorgun bir savaşçı olarak evine, yani İthaka’ya doğru dönüş yolculuğuna çıkar, yolculuk tam on yıl sürer. Homeros’un Ulysses’i gemide, Joyce’nin Ulysses’i bilincinin içinde yol alır.

        James Joyce antik bir destanı modern edebiyata malzeme yapınca arkası geldi. Bu kez, Joyce’un romanından ilham alan büyük Alman alimi-yazarı Hermann Broch işe girişti; “Vergilius’un Ölümü” romanında, Roma döneminin en büyük şairi, Dante’ye “Cehennem” de rehberlik yapmış olan Vergilius’un son “on yedi” saatini (Joyce’a nazire) anlattı. Onun da kahramanı tıpkı Homeros’unki gibi bir gemidedir ve yazdığı “Aeneis”i -ki o da Homeros’un bir başka kahramanıdır- anlatan destanını yakmak istediği için imparator Augustus’la kapışır.

        Arada yazılan irili ufaklı hikayeleri geçiyorum, Homeros’tan dolayısıyla Joyce’tan, Broch’tan etkilenen büyük Yunan sinema yönetmeni Teo Angelopulos 1995’te Cannes’da Büyük Ödülü alan “Ulis’in Bakışı” filmini çeker ki, o film de tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz kahramanlarınkine benzer bir yolculuğun hikayesidir.

        Şimdi “bilirkişiye” sorsak kim kimden “yüzde ne kadar” çaldı acaba? Homeros’tan ilham alan Joyce; Joyce’den ilham alan Broch; Broch’tan ilham alan Agelopulos’a ne yapacağız bu durumda? Her birinin payına yüzde kaç düşer?

        Bir “bilmez” olarak “bilirkişinin” kafasını iyice karıştırmadan Joyce’tan devam edelim o halde. Böyle gavur isimleriyle uğraşmak zor olduğu için bizden bir misal verelim şimdi; Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanından...

        *

        “Tutunamayanlar” romanının büyük bir kısmı “metinlerarası” bir metindir. Onlarca yazar ve eser adı geçer metinde ama iki kişinin etkisi belirgindir. Vladimir Nabokov ile James Joyce…

        Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”da, Nabokov’un “Solgun Ateş” romanında uyguladığı bir teknikten birebir yararlanır. Hem de tam 163 sayfa boyunca… Tıpkı Nabokov’un yaptığı gibi önce bir şiir yazar, bu şiir “Dün, Yarın, Bugün” başlıklarını taşır, Selim Işık’ın hayat hikayesini anlatan ve beş şarkıdan oluşan bu şiir ve arkasından gelen “Açıklamalar” bölümü birebir Nabokov’dan “ödünç” alınmıştır. Oğuz Atay böyle “tehlikeli oyunları” oynamaktan hoşlanan bir yazardır. (Umbero Eco der ki, “Kitaplar kendi aralarında konuşur”.) Bitmedi, Berna Moran, Yıldız Ecevit gibi esaslı edebiyat eleştirmenlerinin tespit ettiği gibi Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”daki ironik, şakacı, oyunbaz dilinin kaynakları yine James Joyce’a uzanır. Atay, ondan ve İngilizcesini okuduğu belli olan “Ulysses”ten pek etkilenmiş. 70 sayfalık noktalama işareti kullanmadan yazdığı bir bölüm var kitapta, aynı bölüm “Ulysses”te de var. Joyce’un İngiliz edebiyatında yaptığını, birebir örnek alarak o da Türk edebiyatında yapar, dönemlerin üsluplarını taklit eder, eski dille, yeni dille uğraşır, dili parodi düzeyine çıkararak, tıpkı Joyce’un yaptığı gibi kendi kitabını başka dile çevrilmesi mümkün olmayan, Yıldız Ecevit’in deyimiyle bir “dil cümbüşüne” döndürür. Yetinmez, “Ulysses”in teknik özelliklerini birebir alır, genelev bölümünün benzeri Joyce’nin kitabında da var, tiyatro formatı hakeza, romanın kahramanlarının kendilerini şu ya da bu ölçüde Kitab-ı Mukaddes'in ve Hamlet'in kahramanlarıyla özdeşleştirmesi falan da cabası… Etkilenme had safhada yani…

        Şimdi bir “bilmez” olarak tekrar “bilirkişiye” başvuralım ve burada Oğuz Atay’a keseceğimiz cezanın yüzdesini soralım:

        Üstadım, acaba Oğuz Atay, Vladimir Nabokov ile James Joyce’un eserlerinden yüzde kaç oranında çalmış olabilir, ne dersiniz?

        Benimki de soru mu? “Bilirkişinin” bu soruya cevap verebilmesi için sözünü ettiğim üç romanı “Ulysses”i, “Solgun Ateş”i ve “Tutunamayanlar”ı okumuş ya da okuması lazım ki, hey lolo…

        *

        Kaptırmış gidiyorum madem devam edelim. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” diye muazzam bir romanı var. Bir polisiye hikaye olarak okunabileceği gibi, Ortaçağ’da Avrupa’da mezhep savaşlarının tarihi olarak da okunabilir. Roman Melk Manastır’ında (sahi Stendhal’in “Parma Manastırı” diye bir romanı var, sakın Eco ondan çalmış olmasın?) geçiyor, manastırda labirent şeklinde bir kütüphane var, kütüphaneci Jorge de Burgos (bak sen cin herife, açıkça Jorge Borges’e göz kırpıyor) Aristo’nun gülmeye dair yasak kitabının sayfalarına zehir sürmüş, bu kütüphanede saklıyor. Kütüphane içine girenin kaybolduğu tam anlamıyla bir labirenttir.

        Peki bu “labirent kütüphane” fikri Eco’nun aklına nerden gelmiş? Nerden olacak, kahramanına adını verdiği Arjantinli büyük yazar Borges’in “Babil Kitaplığı” hikayesinden tabi. (Bu arada Joyce’un da Ulysses’i yazarken Babil Kulesi’ni ilham aldığını söyler Enis Batur.) Umbero Eco, Gülün Adı’nı yazarken, kütüphaneyi oluşturma aşamasında Borges’i düşündüğünü söyler “Edebiyata Dair” (Can Yayınları) kitabında. Şu sözler onundur:

        “Uzun bir süreden beri Borges’in kütüphanesine takıntılıydım. Sonra romanı yazmaya başladığımda doğal olarak kütüphane fikri aklıma geldi ve onunla birlikte kör kütüphaneci, ona da Jorge de Burgos adını vermeye karar verdim.” Ve hemen arkasından, “…öyle ki kendi kendime Gülün Adı’nı Borges olmadan yazabilir miydim diye sormaya başladım,” diyerek kendini bizimkine benzer “bilirkişilere” ihbar eder.

        Peki Eco’ya ilham veren o “zamansız ve mekânsız” kütüphane fikrini Borges nerden almış olabilir sizce? Kuşkusuz “Kitabı-ı Mukaddes”ten… Böyle böyle geriye gittikçe, birbirinden etkilenmiş başka bir yazar veya anlatıcı çıkar karşımıza ki ipin ucu nihayetinde Hazreti Adem’e gider; onun hikayesi de hepimizin hikayesidir zaten, onunki de bir yolculukla başlar… (Cennete doğru değil, cennetten bu tarafa doğru çıkılan bir yolculukla…)

        Burada “bilirkişiye” bir şey sormadan tekrar bizden bir yazara dönelim; Orhan Pamuk’a…

        *

        Orhan Pamuk’un anıtsal eseri “Kara Kitap” da tıpkı “Tutunamayanlar” gibi “metinlerarası” bir metindir. Doğunun dört büyük eseri, “Bin Bir Gece Masalları”, Rumi’nin “Mesnevi”si, Şeyh Galip’in “Hüsnü Aşk”ı ve Attar’ın “Mantık al-tayr”ı bu kitabı besleyen en önemli kaynaklardır. Kahramanlarından birisinin adı “Celal”, diğeri “Galip”tir. (Celaleddin-i Rumi ile Şeyh Galip’e dikkat!) Şeyh Galip’in kitabında Aşk, Hüsn’ü bulmak için “Diyar-ı Kalp”e doğru bir yolculuğa çıkar; Orhan Pamuk’un kahramanı da “Şehrikalp Apartmanı”nda ikamet eder. Kitapta Celal, kendini hep adaşı Mevlana’nın yerine koyar. “Kara Kitap”taki Galip ile Rüya’nın hikayesi de Şeyh Galip’in kitabındaki, Hüsn ile Aşk’ın hikayesinin modern halidir. Hatta Galip, Hüsn-ü Aşk’ı Rüya’yla birlikte okurken aşık olur ona.

        Kuşkusuz Orhan Pamuk bunları yaparken konu sıkıntısı çektiği için veya kendisinden önce yazılmış olan metinleri kendi malı haline getirmek için yapmaz. Berna Moran’a göre “Orhan Pamuk’un yapmak istediği şeylerden biri, Doğu edebiyatı bağlamında ve o gelenekten yararlanarak çağdaş bir roman yazmak”tır. Bu yüzden yine Moran’ın dediği gibi, “Kara Kitap’ı gerçeklikle değil kurmaca metinlerle bağlar kurarak okumamız” gerekir. Kitapta, tarih boyunca yazarların birbirlerinden yararlandığını örneklerle açıklar Orhan Pamuk.

        Mesela “Kara Kitap”ın en önemli kaynaklarından birisi olan “Mesnevi”de Rumi, anlattığı hikayelerin önemli bir kısmını “Mantık al-tayr”dan, “Kelile ve Dimne”den, “Binbir Gece Masalları”ndan almış. Şeyh Galip de “Hüsnü Aşk”ı “Mesnevi”ye borçlu olduğunu (Eco’nun Borges’e borçlu olması gibi) kitabını sonunda şu beyitle açıklar:

        “Esrarını Mesnevi’den aldım

        Çaldım veli miri malı çaldım”

        Burada da durmaz, devamında gelen mısrada, “Fehmetmeğe sen de himmet eyle/Ol gevheri bul da sirkat eyle”, yani “Sen de anlamaya himmet et/O inciyi bul sen de çal”; daha açık bir ifadeyle “Benimkimin ayarında bir eser vücuda getirmeye gücün yetiyorsa buyur sen de çal, helali hoş olsun sana” der.

        Şimdi burada “bilirkişiye”, “Şeyh Galip ‘Hüsnü Aşk’ı yazarken ‘Mesnevi’den yüzde kaç oranında esinlenmiş acaba” diye sorsak (e adı “bilirkişi” ya), yekten “yüzde hesabına gerek yok, adam itiraf ediyor, ‘çaldım’ diyor, cezasını mahkeme takdir etsin artık” demeyecek de ne diyecek?

        Hem “yüzde” ne demek Allah aşkına? “Yüzde” bir iktisat terimidir, edebiyat yüzdelerle uğraşmaz. Edebiyat; “paramı yüzde elli, bazen de yüzde yüz, iki yüz, beş yüzle faize veririm” diyerek güç ve zevk peşinde koşan, “başkalarının vicdanını satın alacak kadar zengin”, “hayatı paranın yürüttüğü bir makine sanan”, “yüzü para kokan” Balzac’ın ölümsüz karakteri Tefeci Gobseck gibilerine ruh verir ancak.

        *

        Yazının girişinde anlattığım hikayenin devamına gelince…

        Sağır Hacı’nın anlattığı hikayede Adişo yaşlı babasını dağın başına götürür, taşıdığı telisi üzerine serer, dönerken babası, “telisini unuttun” der, o da, “üşümeyesin diye üzerinde kalsın” der, babası “Al onu, lazım olacak sana, bir süre sonra oğlun seni bu telisle buraya taşıyacak” deyince Adişo beyninden vurulmuşa döner, karar değiştirir, babasını telise koyar, sırtına vurup getirir eve.

        İmamura’nın filminde ise dağa taşınan baba değil, annedir. Filmin kahramanı yaşlı annesini dağ başında bıraktıktan sonra kural gereği arkasına bakmadan oradan uzaklaşırken, birden kar yağmaya başlar. O da sevinçle geri döner; efsaneye göre yaşlılar oraya bırakıldığında kar yağarsa eğer, hiç acı çekmeden ölürler.