Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Hakikat (Tasavvuf) Nedir?

        Sözlükte gerçek, doğru, sabit, esas ve mahiyet gibi anlamlara gelen hakikat, felsefede, mantıkta, kelam ve lisan ilimlerinde farklı anlamlarda kullanılır. 

        Seyyid Şerif Cürcani (ö. 1413), hakikatı kesinlikle sabit olan şey şeklinde tanımlar. Hak aynı anlamda kullanılmakla beraber farklı anlamlarda kullanıldığı da çoktur. Hak, aynı zamanda Allahu Teala'nın isimlerinden bir isimdir. Her şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde icat ettiği için Allah'a Hak denilmiştir. Hakikatin mukabili batıl, Hakk'ın mukabili dalalettir. Verilen hükmün vakaya mutabık olmasına Hak dendiği gibi hakikat da denir. İnançta, dinde, mezhepte, fikirde böyle bir mutabakat aranır ve hak din, hak mezhep ve hak yol denir. Hakikat de aynı anlamda kullanılır. Tasavvufta hakikat daha ziyade manevi gerçekleri, melekût alemindeki varlıkları, ilahi sır ve hikmetleri anlatmak için kullanılır. Salikin yaşadığı manevi his ve heyecanlara, mazhar olduğu keşif ve ilham türü bilgilere de hakikat denir. 

        Kur'an'da Halk-emr, mülk-melekût, şehadet-gayb gibi iki tür alemden bahsedilir. (Ra'd suresi, 13/9; Tevbe suresi, 9/109; A'raf suresi, 7/54). Bu iki alem tasavvuru benzer bir şekilde insanda da devam eder: Beden-ruh gibi. Sufiler daha çok emr, melekût, gayb ve nefs aleminden bahsederken hak, hakikat ve batın kelimelerini kullanırlar. Göklere ve yere sığmayan Hak Teala'nın mümin kulunun kalbine sığdığını düşünerek O'nu burada ararlar, gönül aleminde buldukları keşif, ilham gibi bilgilere/marifetlere ilahi sır ve hikmetlere, vecd, cezbe ve benzeri hallere hakikat derler.

        Tasavvufta ilahi hikmet ve sırlara, manevi gerçeklere aşina olanlara hak ehli ve hakikat ehli veya muhakkik denir. Bunlar ilahi hakikati yaşamış, içselleştirmiş ve özümsemiş Hak ile hak olmuş arifler ve velilerdir. İlahi hakikatlerin sufide gerçekleşmesine ve sufiye yansımasına Tahakkuk, sufinin bunları gerçekleştirmesine tahkik denir. Sufi ehl-i tahakkuk ve ehl-i tahkiktir. Tasavvufun iki boyutundan biri tahakkuktur, yani ilahi sır, marifet ve hikmetlere aşina olmaktır. Bu da ihlaslı bir şekilde Allahu Teala'ya ibadet ve kulluk ederek O'nun yakınlığını kazanmak suretiyle hasıl olur. Diğer boyut tahalluktur. Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak ve vasıfları ile vasıflanmaktır. Bunun için mehasin-i ahlak ve mekarim-i ahlak denilen istikameti, doğruluğu ve dürüstlüğü esas alan güzel ahlak tasavvufun iki ayağından biri olarak kabul edilmiş, her ahlaki kurala ve ona tam olarak uymaya hakikat denilmiştir.

        Kur'an-ı Kerim yer yer gaipten de haber verir (bkz. Al-i İmran suresi, 3/44; Hûd suresi, 11/49; Yûsuf suresi, 12/102). Melek, cin, şeytan, semalar, arş, kürsi, cennet ve cehennem gibi haller gayb alemi ile ilgili varlıklardır. Müminler bu tür gayb varlıklara iman ederler (Bakara, 2/2). Kimi bunlarla ilgili bilgiye sahiptir, kimi ayrıca bunları görür gibidir, kimi de bunları yaşar. İlme'l-yakin, ayne'l-yakin, hakke'l-yakin bu tür ikan ve yakin halleri ve bilgi dereceleridir. Tekasür Sûresinde, ilme'l-yakin bilenler cehennemi mutlaka görürler, buyrulmuştur.

        Sufi ve arifleri Kur'an'daki gayba ait haberleri bilmeleri onları görür gibi bilmeleri şeklindedir. Ayrıca yüce Allah, rızasını kazanan veli kullarına keşf ve ilham yoluyla gayba ait daha başka bilgiler de ihsan eder. Bazı sufiler tasavvuftan hakikat ilmi şeklinde bahsederler. Bu deyimle Ledün ilmine (Kehf suresi, 18/65) işaret ederler. Hz. Musa şeriat denen genel bir ilme sahipken Hz. Hızır hakikat denilen özel bir bilgiye sahipti. Ve bu iki bilgi zahirde birbirine aykırı görünse de aslında birbiriyle uyumludur. Nitekim Hızır, yaptıklarının sebeplerini açıklayınca Hz. Musa ikna olmuştur.

        Haksızlığa uğrayan bir sahabe haksızlık eden kişiyi Hz. Peygambere şikayet etmişti. Tarafları dinleyen Allah Resûl'ü şikayetçi sahabeyi haklı bulmamıştı. Halbuki şikayetçi haklı olduğunu basiret nuruyla bilmişti. Bunun sebebi şikayetçinin kendisini iyi bir şekilde savunamamasıydı, karşı taraf ise kendini iyi savunmuştu. Şikayet edilen kişi lehinde hüküm veren Allah Resûlü ona demişti ki: Ben zahire göre hüküm veriyorum, eğer sen haksız isen benim verdiğim hüküm Allah katında seni kurtarmaz, gider cehennemde yanarsın. Bunun üzerine şikayet edilen zat, suçunu itiraf etmişti. 

        Bazen zahire göre verilen şer'i bir hüküm hakikati yansıtmayabilir, o zaman vicdan ve insan devreye girer. Hadiste: "fetvayı kalbinden iste!" buyrulmuştur. Bu anlamda hakikat ilmi olan tasavvuf bir vicdan, insaf ve kalp meselesidir. Tasavvufta hak ve hakikat, kalb-i selimin hükmü ve sesi ile anlaşılır. Bu sese kulak veren kurtuluşa erer. İlk zahidler ve sufiler genellikle hakikati böyle anlamışlardır. Ma'rûf-ı Kerhi (ö. 815-16?), tasavvufu; hakikatları almak ve insanların elinde ve avucunda bulunan dünyadan el çekmektir, demiştir. Yani tasavvuf hep Hak'tan yana ve de zahid olmaktır.

        Ebû'l-hüseyn en-Nûri (ö. 908), günümüzdeki en değerli iki şeyden biri ilmiyle amel eden alim, diğeri hakikati dile getiren ariftir, demiştir. İlahi hakikatleri içselleştiren ve özümseyen arif bu hakikatleri yaşar. Hak ile Hak olur, kendinden bahsederken bile muhatabına hiç hissettirmeden ilahi hakikat ve hikmetleri dile getirmiş olur. Zira o bu hakikatlerde fani ve onlarla özdeş olmuştur. Artık ricalullah ve merd-i Huda denilen hakerendir, Allah adamıdır. 

        Sufi yazarlar eserlerine hak, hakikat, tahkik, tahakkuk ve ehl-i tahkik gibi kavramlara yer verirler. Dini ve ahlaki ıstılahların hakikat ve mahiyetleri üzerine durur. Lafız ve zahirle işe başlar, batına geçer, hakikatler üzerinde derinleşirler. Sûfiye-i rüsûm denilen şekilci ve içi boş tasavvuftan uzaklaşıp meselenin özü üzerinde yoğunlaşırlar.

        Cebrail hadisi diye bilinen hadiste İslam'dan, imandan ve ihsandan bahsedilir. Ebû Nasr Serrac'a (ö. 988) göre İslam zahir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahir ve batının hakikatidir. İlim, amel ve ihlas itibarıyla müminler çok farklıdır. Mertebeleri de birbirlerinden farklıdır. Hz. Peygamber Hazim Ensari'ye "Her hakkın bir hakikati var, senin imanının hakikati nedir?" diye sormuştu. O da "Dünyadan o kadar koptum ki gözümde altın ile taş arasında fark kalmadı. Adeta Rabb'imin arşını ve cennetlikler ile cehennemlikleri görür gibiyim." demişti. Bunun üzerine Allah Resûlü: "Marifetin iyi, ona sıkı sarıl!" demişti.

        Hz. Hanzele de Allah Resûlü'nün sohbetinde bulunurken cennet ve cehennemi görür gibi olurduk, demiştir. (Müslim, Tevbe, 12) Bu örneklerde olduğu gibi cennet ve cehennemi görür gibi olmak iman ve yakin hali ile ilgili bir hakikattir.

        Kuşeyri'ye (ö. 1072) göre şeriat kulluğun gereklerini tam olarak yerine getirmek, hakikat ise Rabb'in tecellilerini temaşa etmektir. Şeriatın teyit etmediği bir hakikat, asla muteber değildir. Hakikatın teyit etmediği şeriat da makbul değildir. Şeriat kulların yükümlülüklerinden, hakikat ise Rabb'in varlıklar üzerindeki tasarrufundan bahseder. Şeriat Hakk'a kulluk etmek, hakikat ise O'nu müşahede etmektir. Fatiha Sûresi'ndeki "Sadece sana ibadet ederiz." Cümlesi şeriat, "Sadece senden yardım isteriz" cümlesi hakikattır. 

        Abdullah bin Tahir'e göre şeriat ile hakikat birbiriyle örtüşen ve yekdiğerini tamamlayan iki kavramdır. Şibli'ye göre üç çeşit dil vardır: İlim dili, hakikat dili, Hakk'ın dili. Büyük sufiler ve arifler bu dilleri bilirler. Bunlar farklı diller olmakla birlikte aralarında çelişki yoktur, bilakis birbiriyle uyumlu dillerdir. Cebrail hadisinde İslam-iman-ihsandan bahsedilmesi bunu gösterir. Allah Resûlü sözlerim şeriat, fiillerim tarikat ve hallerim/müşahedelerim hakikattir, derken söz konusu hususa işaret etmiştir. 

        Salik evvela şeriatte öğrenilmesi zorunlu olan bilgileri öğrenir. Sonra tarikatın gerektirdiği amelleri yerine getirirse, harcadığı çaba ve çektiği zahmet nisbetinde kalbinde hakikat nurları parıldamaya başlar. Rahmet, çekilen meşakkate göre olur. Bayezid-i Bistami'ye bu mertebeye neyle erdin dediklerinde; Boş mide ve çıplak bedenle" demişti. Bu yol zahmetli ve çileli bir yoldur. 

        Hakikate ulaşmak için riyazet ve mücahede gereklidir. Hz. Peygamber'in sözünü kabul eden şeriat, yaptığını yapan tarikat, gördüğünü gören (ve müşahede eden) hakikat ehlidir. Kimi bunlardan sadece ilkine, kimi ilk ikisine birden sahiptir, kimi de üçüne birden sahiptir, kimi de hiçbirine sahip değildir. İlk üçüne aynı anda sahip olanlar kamil mürşittir.  Şeriat tarikat yoldur varana, Hakikat marifet andan içeri (Yunus Emre) mısraları bu kavramları toplamaktadır.

        Sûfiler hayatta oldukları müddetçe hakikatin arayışı içinde olurlar. Bir hakikate ulaşınca ondan daha latif, daha nurlu, daha iyi ve daha güzelini arar dururlar ve bunun sonu da yoktur. Onlar denizde inci arayan dalgıçlara benzerler. Daha nitelikli ve parlak hakikat incilerine ulaşmak için deryaların derinliklerine dalarlar. Hakikat incilerinin bir kısmı sabit ve değişmez bir vaziyette iken diğer bazıları çeşitli renklere girebilir, farklı şekillere bürünebilir. Onlar hakiki inci ile sahte olanı yekdiğerinden ayırma konusunda uzmandırlar. Bu yolda hakikat incilerine ulaşmak zordur ama hakikat incisini elde etmekten hasıl olan zevk de o kadar safalıdır. 

        Tasavvufta hakikatlerin hakikati ve Muhammedi hakikat denilen hakikat de önemlidir. Bu husus yaratıkların ve evrenin yaratılışı ile ilgilidir. Sufilere göre Allahu Teala ilk defa Muhammed (a.s.)'ın nurunu yaratmıştır. Diğer şeyleri ise bu nurdan ve bu nur için yaratmıştır. Bu nura kalem, akl-ı evvel, külli akıl, sevgi şeklindeki belirli (taayyün) isimler verilir. Hz. Peygamber, Habibullah'tır, Allah'ın sevgili kuludur, mutlak manada kamil insandır, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. (Enbiya, 21/107), hakkında: "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım." denilmiştir.

        Hakikat, Hz. Peygamber örnek alınarak dini ve manevi hayatın en yüksek seviyede yaşanması ve ilahi tecellilerin en güzel ve en anlamlı şekilde yaşanması olarak algılanmış iken mutasavvıf oldukları iddiasıyla ortaya çıkan bazı istismarcılar, sapkınlar, bahiler ve keyfine düşkünler hakikat mertebesine ulaşanlardan dini ve şer'i yükümlülüklerin düşeceğini iddia etmişlerdir. Böyle kişilerin hali Cüneyd-i Bağdadi'ye sorulunca "Bu korkunç bir laf ve ağır bir vebaldir. Hırsızın ve zina edenin hali bunların halinden daha az kötüdür. Allah hakkında marifet sahibi olan arifler Allahu Teala'dan aldıkları amelleri işleye işleye ve o ameller içinde kalarak O'na dönmüşlerdir. Bin sene yaşasam bir zerre kadar amel ve ibadetimi eksiltmezdim." demiştir.

        Ebû Ali ed-Dekkak (ö. 1015), hakikat ilmi şeriatten ayrı bir şeydir, diye hatırımdan bir düşünce geldi, mana aleminden gelen bir ses: Şeriate dayanmayan bir hakikat, küfürdür, dedi ve beni uyardı demiştir. 

        YAZAR

        Süleyman Uludağ