Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Hilafet Nedir?

         

        Kelime anlamı "birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak (halef olmak), birine vekalet etmek, temsil etmek" olan hilafet, terim olarak Hz. Peygamber'den sonra onun siyasi-idari görevlerini üstlenen devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. İslam kültüründe meşru devlet başkanına halife veya imam denilmektedir. Hz. Ömer (ö. 644) döneminden itibaren halife için "emiru'l-mü'minin" unvanı da kullanılmaktadır.

        Devlet başkanlığı için hilafetten başka imamet ifadesi de kullanılır. Devlet başkanına Hz. Peygamber'in vekili olarak toplumu yönettiği için halife; önder ve lider olduğu için de "imam" denilmektedir. Devlet başkanlığı anlamındaki imameti, namaz imamlığından ayırmak için birincisine "imamet-i kübra" da denilir.

        Kur'an-ı Kerim'de hilafet kelimesi geçmez. Halife ve çoğulu olan hulefa veya halaif kelimeleri de devlet başkanı anlamında değil, sözlük anlamıyla birçok ayette kullanılarak insanın, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu vurgulanır (Bakara 2/30; En'am 6/165; A'raf 7/69,74). İlgili ayetlerden insanın hak ve adaleti gerçekleştirmek, yararlı ve iyi işler yapmak üzere ağır bir sorumluluk yüklenerek yeryüzüne gönderildiği anlaşılmaktadır. İnsanın yeryüzünde en şerefli varlık (eşref-i mahlûkat) sayılması da bununla ilgilidir.

        Hadis kaynaklarında hilafet kelimesinin yanı sıra halife, imam ve emir ifadeleri tekil veya çoğul (hulefa, e'imme, ümera) şekliyle devlet başkanı, yönetici ve lider anlamında kullanılır. Bu rivayetlerde adil devlet başkanı övülüp onun Allah tarafından en çok sevilen ve Allah'a en yakın kişi olduğu, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü Allah tarafından gölgelendirilmek suretiyle mükafatlandırılacağı, buna karşılık zalim devlet başkanının da Allah'a en uzak ve onun en sevmediği kişi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca devlet başkanının tıpkı bir çoban gibi emri altındakilerin sorumluluğunu taşıdığı, onun bir koruyucu olduğu ve İslam'a aykırı bir hususu emretmediği sürece kendisine itaat etmek gerektiği ifade edilir (Buhari, "Cihad 108-109, 164; Müslim, "Zekat", 91; Tirmizi, "Ahkam", 4).

        Müslüman toplumlarda hilafet makamındaki kişiye "halifetü Resûlillah" (Resûlullah'ın halifesi) da denilir. Bunun sebebi halifenin peygamberlik görevi hariç Hz. Peygamber'in yerine geçerek onun dünyevi otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah'ın yeryüzündeki hakimiyetini veya bütün mü'minlere ait olan hilafet ve yetkiyi temsil etmesi gibi hususlardır.

        İslam tarihinde halifelik müessesesi, Hz. Peygamber'in vefatının ardından Hz. Ebû Bekir'e (ö. 634) biat edilmesiyle başlamıştır. Hz. Peygamber kendisinden sonra kimin halife olacağına dair herhangi bir kanaat belirtmemiş ve onun bu tutumuyla devlet başkanının tespiti hususu Müslümanlara havale edilmiştir. Hz. Peygamber'in vefatıyla sarsılan sahabiler İslam toplumunun birliğinin bozulmaması, işlerin dirlik ve düzen içerisinde yürütülmesi için bir lidere ihtiyaç bulunduğunun bilincinde idiler. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından Beni Saide kabilesinin çardağında toplanan ensar ve muhacirler adına yapılan karşılıklı konuşma ve tartışmalardan sonra en uygun aday olarak Hz. Peygamber ve sahabiler nazarındaki yeri dikkate alınarak Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karar verildi. Orada bulunanların biat etmesinden sonra Mescid-i Nebevi'ye giden Hz. Ebû Bekir, burada Medinelilerden umumi biat alarak ilk halife oldu.

        Vefatından önce rahatsızlığı döneminde Hz. Ebû Bekir bazı sahabilerin de görüşlerini alarak kendisinden sonra Hz. Ömer'in halife olmasını vasiyet etti (istihlaf). Hz. Ömer (634-644) kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şÃ»ra heyetine bıraktı. ŞÃ»ra üyeleri yaptıkları müzakereler sonucunda kendi aralarından Hz. Osman'ı (644-656) halife olarak seçti, ardından da halkın biatı alındı. Bu uygulama daha sonra teşekkül edecek olan hilafet nazariyelerinde halifenin meşruiyet kazanması için "ehü'l-hal ve'l-akd" (devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili heyet) tarafından seçilmesi ilkesine temel teşkil etmiştir. Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine isyancıların ısrarı neticesinde Hz. Ali'ye (ö. 661) biat edildi. Ancak Hz. Ali'nin (656-661) görevden aldığı Suriye valisi Muaviye b. Ebû Süfyan onun halifeliğini tanımadı ve özellikle Sıffin Savaşı'nın ardından halifelik iddiasında bulundu. Hz. Ali'nin Kûfe'de Harici İbn Mülcem tarafından şehit edilmesiyle oğlu Hz. Hasan'a ( ö. 670) biat edildi. Ancak Hz. Hasan, halifelik iddiasında bulunan Muaviye b. Ebû Süfyan'ın baskıları sonucu Müslümanlar arasında yeni bir iç savaşın da önüne geçmek amacıyla halifelikten çekildi ve Muaviye'ye devretti (41/661). Muaviye'nin (661-680), ölümünden önce oğlu Yezid'i veliaht tayin etmesi ve bu hususta biat alması ile veraset (babadan oğula geçiş) sistemi ortaya çıkmış; diğer bir ifadeyle hilafet, saltanata dönüşmüş oldu.

        Doksan yıl hüküm süren (661-750) Emeviler'i ihtilalle yıkarak iktidara gelen Abbasiler de saltanat usulünü devam ettirdiler. 750-1258 yılları arasında yaklaşık beş asır devam eden Abbasiler döneminde rakip halifelikler kuruldu. Önce Kuzey Afrika'da, ardından Mısır'da hüküm süren Şii Fatımiler (909-1171) ve Endülüs'te III. Abdurrahman tarafından başlatılan Endülüs Emevi Halifeliği (929-1031) dikkate alındığında İslam dünyasında aynı anda üç halifenin varlığı söz konusu olmuştur. Ayrıca Abbasi halifesinin manevi otoritesini tanımakla birlikte askeri-siyasi açıdan bağımsız çok sayıda devlet de ortaya çıktı. 334 (945) yılında Şii Büveyhiler'in Bağdat'ı işgal etmesi üzerine Abbasi hilafeti bütün siyasi ve askeri gücünü kaybederek sembolik bir makama dönüşmeye başladı. Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey'in 447 (1055) yılında Bağdat'a girerek Büveyhi hakimiyetine son vermesiyle Abbasi hilafeti bu defa da Selçuklu hakimiyetine girmiş, hilafet makamının itibarı ve nüfuzu bir ölçüde artmakla beraber eski siyasi güç ve yetkileri geri gelmemiştir. Abbasi Devleti'nin 1258 yılında Moğol istilası sonucu yıkılmasından birkaç yıl sonra Memlükler'in (1250-1517) hakimiyetindeki Mısır'da kurulan Abbasi halifeliği de Memlük hükümdarlarının etkisi ve gölgesi altında sembolik mahiyette kalmıştır.

        İslamiyetin geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında fiili olarak halife unvanını kullanmışlardır. Osmanlı sultanları da I. Murad'dan (ö. 1389) itibaren bu geleneğe uyarak halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Arap Yarımadası'nın Osmanlı hakimiyetine girmesi ve hilafetin Osmanlı Devleti'ne geçmesiyle birlikte o döneme kadar riayet edilen "halifenin Kureyş kabilesine mensup olması" şartı etrafında ciddi tartışmalar yaşanmış ve Osmanlı sultanları tarafından bu konuya dair çok sayıda risale yazdırılmıştır. Bu risalelerde İbn Haldûn'un (ö. 1406) dediği gibi Kureyşlilik şartının mutlak olmaktan ziyade Müslümanlar arasından güç ve itibar sahibi, liderlik yapabilecek bir topluluğun hilafeti üstlenebileceği, hilafette Kureyşlilik şartının bulunmadığı veya ilgili hadislerin de Kureyş'in o günkü konumunu yansıttığı, yani vakıayı tasvir kabilinden olduğu gibi görüşler ileri sürülmüştür. II. Abdülhamid (ö. 1918), Avrupa devletlerine ve Rusya'ya karşı verdiği mücadelede, karşı propagandalara rağmen otuz üç yıllık saltanatı boyunca İslam dünyasını Osmanlı hilafeti etrafında birleştirmeyi başarmıştır. Osmanlı Devleti'nin parçalanmasıyla sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da kurulan yeni hükûmet Kurtuluş Savaşı'nın ardından önce saltanatı hilafetten ayırarak kaldırdı (1 Kasım 1922). Cumhuriyetin ilanından (29 Ekim 1923) sonra da meclise sevkedilen bir kanunla hilafetin kaldırıldığı ilan edildi. (3 Mart 1924).

        Hilafetin kaldırılması Hindistan, Mısır ve Uzakdoğu başta olmak üzere İslam aleminde büyük bir şaşkınlık ve tepkiyle karşılandı; bu kurumun gerek dini ve gerekse siyasi mülahazalarla devam etmesi gerektiği belirtilerek alternatif arayışlara girildi. Halife adayı olarak o sırada sürgünde bulunan Vahdeddin ve son halife Abdülmecid Efendi yanında Fas'tan Afganistan'a, Mısır'dan Hindistan'a İslam aleminin çeşitli bölgelerinden önemli görülen isimler ileri sürüldü. Özellikle 1926 yılında Mısır kralı Fuad'ın kendisini halife ilan ettirmek amacıyla Kahire'de düzenlediği kongre ve 1931 yılında Abdülmecid Efendi'nin de katıldığı Kudüs kongresinden bir sonuç elde edilemedi.

        Tarih boyunca hilafet genel itibarıyla Müslümanların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı, İslam topraklarının tamamına olmasa da önemli bir kısmına hükmeden büyük devletler tarafından temsil edilmiştir. Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra güçlü bir İslam devletinin ortaya çıkmaması ve Müslümanların birçok küçük devlete bölünmüş olması dolayısıyla günümüzde fiilen bulunmayan ve İslam aleminin gündemindeki ağırlıklı yerini kaybeden hilafet kurumu daha çok idealist aydınlar ve muhafazakar halk kesimleri tarafından Müslümanların birliğine duyulan özlemin bir yansıması olarak dini ya da siyasi nedenlerle önemsenmeye devam edilmiştir.

        Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde devlet yönetimiyle ilgili belirli bir sistem üzerinde durulmadığı gibi devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, devlet başkanının görev ve sorumlulukları vs. hususlarda ayrıntılı hükümler yer almaz. Buna karşılık çok sayıda ayet ve hadiste hakka ve adalete bağlı olma, meşveret (istişare) ile iş görme, zulüm ve haksızlığı önleme, görevlendirmelerde ehliyet ve liyakatı gözetme, İslam'ın emir ve kurallarına uygun davranma ve onları uygulamada birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren genel ilkelere vurgu yapılır. Dolayısıyla Müslümanların yönetim şeklinin nasıl olacağı ve hakimiyetin nasıl kullanılacağı hususlarında bu genel ilkelerle birlikte siyasal ve toplumsal şart ve imkanları da dikkate almak suretiyle hareket etmeleri beklenir. 

        YAZAR

        Casim Avcı