Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Polonyalı muslukçunun seksapeli muhteşemdi. Hayır, erkek modelden değil, haberin kendisinden bahsediyorum. Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katıldığı 2004 sonrası birliğin batısında, doğudan gelecek ucuz işgüçü korkusu hasıl olmuştu. Lizbon sürecinde öngörülen hizmet sektöründe tek pazar uygulamasıyla işlerini kaybedeceğinden korkmuştu insanlar. Fransız Charlie Hebdo dergisi de “Polonyalı muslukçu gelecek” diye o paniği hicvetmiş, metafor pek tutmuş, siyaset ve medyanın diline de bulaşarak iyice yayılmış ve sonunda Polonya’nın turizm reklamlarına kadar girmişti muslukçu. “Ben Polonya’da kalıyorum, topluca siz buraya gelin…” sloganıyla. Negatif retorik şahane bir kampanyaya dönüştürülmüştü.

        Sonra “Seni bekliyorum…” diyen Polonyalı hemşire de çıktı ama muslukçu başkaydı. Reklamda muslukçuyu canlandıran 21 yaşındaki model Piotr Adamski, üzerinde bahçıvan tulumu elinde İngiliz anahtarıyla Paris’e de gitti, Eyfel fonunda pozlar verdi.

        Ancak korku, turizm reklamındaki o çağrıya baskın çıktı. Neticede 2005’teki AB Anayasası referandumunda Fransızlar “hayır” dedi. Hollandalılar da aynı yolu izledi. Tüm AB anlaşmalarını tek metinde toplayan anayasaya meclis onayı öncesi referandum yolunu seçen dört ülkeden ikisinde halk “hayır” deyince Avrupa Anayasası rafa kalktı. Sonra da 2009 itibariyle Lizbon Antlaşması devreye girdi. AB’nin anayasal zeminini oluşturan antlaşma, AB vatandaşlarına serbest dolaşım kolaylığı sağlayan, iç sınırların olmadığı bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı temin ediyordu.

        NEOLİBERAL FELÂKET

        Ancak sermaye ve işgücüne sınırsız dolaşım hakkı tanıyan bu antlaşma, eski Doğu Bloku’nun plan ekonomileri ile batıda 1990’lardan beri hakim olan neoliberal piyasa ekonomisini bir gecede kaynaştırınca dramatik bir tablo ortaya çıktı. Doğudan batıya çığ gibi işgücü göçü başlarken, batılı şirketler de doğuya çekirge sürüsü gibi üşüştüler. Doğudaki yeni üyelerin ekonomileri darbe yedi, işsizlik rakamları yükselmeye başladı; sosyalizm döneminin sosyal koruma kalkanı da kalkmıştı. Batı ile doğu arasındaki sosyo-ekonomik uçurum daha da açıldı.

        Sadece muslukçular değil, iyi eğitim görmüş nitelikli işgücü de İngiltere, Almanya ve Benelüks ülkelerine göç ediyordu. Ve bu göç sadece kendi ülkelerini nitelikten yoksun bırakmakla kalmadı, gittikleri ülkelerde de ücretlerin baskılanmasına neden oldu. Üstelik, gittikleri “taşı toprağı altın” ülkede daha düşük ücretle, güvencesiz ve sendikal haklardan yoksun çalıştırıldıkları halde. Nitekim İngiltere’deki referandumda Brexit’e “evet” çıkması da bu silsilenin bir sonucu olarak değerlendiriliyor.

        20 MİLYON KİŞİ GÖÇ ETTİ

        Göç olgusunun sosyal ve ekonomik paydaları üzerine çalışmalar yapan Avusturyalı tarihçi Hannes Hofbauer, geçenlerde bir röportajda meselenin can damarını rakamlarla anlatıyordu: “Almanya ile Bulgaristan arasındaki ücret farkı 8’e 1 oranında. Almanya’daki hekimlerin yüzde 10’u bu ülkede yetişmemiş, Bulgaristan, Romanya veya Sırbistan’dan gelen uzmanlar. Almanya’da tıp eğitiminin 200 bin – 300 bin Euro’ya mal olduğu hesaba katılırsa, yoksul ekonomilerin nasıl bir bedel ödediği, zenginlerin de nasıl tasarruf ettiği ortaya çıkar.”

        Hofbauer’e göre doğunun ödediği beşeri bedel korkunç boyutlarda. Örneğin Bulgaristan son 25 yılda nüfusunun yüzde 20’sini kaybetmiş. Hele 20-45 arası en verimli yaş grubu dikkate alındığında kayıp oranı yüzde 45’e kadar çıkıyor. IMF verilerine göre 1990’lardan 2012’ye kadar Doğu Avrupa’dan batıya göç edenlerin sayısı 20 milyonu buluyor. Nitelikli iş gücü sıkıntısı çeken doğu ülkeleri bu açığı Ukrayna, Arnavutluk ve Belarus’tan ucuz elemanla kapatmaya çalışıyor. Slovakya’daki VW ve Renault-Peugeot fabrikalarında silme Ukraynalılar çalışıyor; Polonya’daki tüm sektörlerde Ukraynalı sayısı 1 milyonu buluyor.

        2008 krizi sonrası AB’nin güney ülkeleri Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya ile İrlanda’dan milyonlarca genç insanın, iş ve yeni bir hayat umuduyla Almanya’nın yanı sıra Avustralya ve Güney Amerika ülkelerine göç etmesi de ayrı bir dramatik hikaye.

        DOĞULULAR İKİNCİ SINIF MI?

        İşte manzara böyleyken Romanya, 1 Ocak itibariyle bir doğulu üye olarak ilk kez AB dönem başkanlığını üstlendi. İngiltere’nin AB’den boşanma süreci, 23-26 Mayıs’taki Avrupa Parlamentosu seçimleri, yeni bütçe ve mülteci sorunu gibi zorlu bir gündem beklediği için de sancılı başladı. Ülkede iki yıldır süren siyasi çekişme de etkili oldu. Önce Romanya Cumhurbaşkanı Klaus Iohannis, ihtilaflı olduğu sosyal demokrat-liberal demokrat koalisyon hükümetinin AB dönem başkanlığına hazır olmadığını ileri sürdü; ona göre bu iktidarla Romanya demokrasisi bir kazaya uğramıştı.

        İktidar partisi PSD’nin lideri Liviu Dragnea seçim yolsuzluğu ve görevi suiistimal nedeniyle üç buçuk yıl tecilli hapis cezasına çarptırılmıştı; aynı partinin mensubu olan Başbakan Viorica Dancila ise ülkenin güçlü adamı Dragnea’nın kuklası olarak görülüyordu. Medya ve yargı organlarına baskı uygulanıyor, bürokrasi ve siyasetteki yolsuzluklarla mücadeleye yeltenen savcılar görevden alınıyordu.

        Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Brüksel'de Romanya Başbakanı Viorica Dancila'yı ağırlıyor...

        Iohannis’in ardından Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, “Bükreş’in, AB dönem başkanlığının ne anlama geldiğini kavradığı konusunda şüphelerim var” dedi. Komisyon geçen kasım ayında demokratik reformlar, yolsuzlukla mücadele ve hukuk devleti ilkelerinin hayata geçirilmesi konusunda ev ödevi vermişti Romanya’ya. Ancak Juncker’e göre ödevler yerine getirilmemişti.

        Yılın ikinci yarısında başkanlığı devralacak olan Finlandiya, “İsterseniz dönemleri değişelim, size hazırlanacak vakit kalsın” diye nazik bir teklifte bulundu. Bu tavırlara karşılık Romanya Başbakanı Dancila’nın tepkisi sert oldu. Bir kere Finlandiya’nın teklifi son derece aşağılayıcı bir yaklaşımdı. Dancila’ya göre Rumen hükümeti, hiç hak etmediği eleştirilere hedef oluyor, doğulu olduğu için cezalandırılıyordu, kısaca “ikinci sınıf üye” muamelesi görüyordu.

        Bu arada Juncker’in şüphelerine karşılık AB Başkanı Polonyalı Donald Tusk, Romanya’nın görevini başarıyla yerine getireceğine dair inancını dile getirdi.

        İKİ TARAFTA DA ANLAYIŞ EKSİK

        Doğulular gerçekten ikinci sınıf üye miydi, yoksa onlar bu retorikle mağdur rolü mü oynuyorlardı? Avrupa entegrasyonunda önemli bir otorite olarak kabul edilen, Avrupa Parlamentosu’nun eski üyelerinden sosyal demokrat Hannes Swoboda bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Her ikisi de… Doğu Avrupalılar, Avrupa Birliği’nden sadece para almakla kalmayıp, demokratik reformlar ve yolsuzlukla mücadele konusunda da yükümlü olduklarını kavramış görünmüyorlar. Ancak öte yandan, doğuluların neden göçmen yükünü paylaşmak istemediklerini de bizim anlamamız gerekiyor. İki tarafta da anlayışsızlık var. Tarihe bakarsak, bu ülkelerin demokratik geçmişleri ya hiç yok, ya da çok kısa sürmüş. Mesela Macaristan. Demokrasinin tesisi bugünden yarına o kadar kolay değil. İkincisi; bu ülkeler göç verdikleri için çok acı çektiler, en iyi değerlerini kaybettiler. Biz batıda hep göç sorunundan bahsediyoruz ama Romanya ve Bulgaristan gibi göç verenleri düşünürsek problem çok daha büyük.”

        Diğer Yazılar