Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Türkiye Düşünce Platformu adlı kuruluş geçen mayıs ayında, kadına şiddeti önlemeye dair İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal ve kültürel zararlarını irdeleyen bir değerlendirme raporu sunmuş Cumhurbaşkanlığı’na. Raporda işlenen temel tez şu:

        “Sözleşme ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramıyla, geleneksel kadın ve erkek rollerinin dışında cinsiyetsiz bir toplum algısı yerleştirmeyi amaçlıyor. ‘Partnerler’ arası şiddet fiilini de kapsamına aldığı için, geleneksel evlilik ve aile anlayışını değiştirme yükümlülüğü getirecek. Bu fikri altyapının eğitim sürecine dahil edilmesiyle yeni nesiller de sözleşmenin ideolojisiyle eğitilecek. Toplumda kabul görmeyen kavramlar çocukluktan itibaren normalleştirilecek, aile bu kavramlar üzerinden inşa edilecek. ”

        Bu bir bakış açısı olabilir, fakat rapordaki bazı ifadeler tartışılır. Örneğin sadece evli kadının korunması gerektiğine dair bir alt metin çıkıyor. Deniliyor ki; “Aile içi yerine 'ev içi' şiddet kavramı kabul edildiği için; evlilik veya akrabalık ilişkileri dışındaki partner, sevgili, farklı cinsel eğilimli kişilerin birliktelikleri de asıl maksadın dışına çıkılarak hukuki koruma alanına dahil edilmiştir."

        Cümlenin nedeni, İngilizce ve Türkçe metinler arasındaki farktan kaynaklanıyor. Rapor, çeviri hatası yüzünden maksadı aşan bir belgeye imza konulduğunu söylüyor. Çünkü İngilizce metinde geçen “domestic violence” Türkçe metinde “Aile içi şiddet” şeklinde yer alıyor. Oysa İngilizce ifadenin tam karşılığı “ev içi şiddet”; böylece Türkiye bir çeviri hatası yüzünden, metnin aslındaki bağlayıcılıkla evlilik dışı şiddet vakalarını da koruma altına almış oluyor.

        REKLAM

        Peki bu bakış açısına göre Pınar Gültekin’in, devletin koruma yükümlülüğü dışında mı kalması gerekiyor?

        “EV İÇİ ŞİDDET” YASADA VAR

        Aslında “domestic violence” yıllardan beri “aile içi şiddet” olarak Türkçeleştiriliyor. Fakat yanlış bir çeviri olduğunu kabul etsek bile, İstanbul Sözleşmesi kapsamında yapılan yasal düzenleme “ev içi şiddet” kavramını getiriyor. 6284 sayılı kanunun 2’nci Maddesi’nin b) bendi şöyle:

        “Ev içi şiddet: Şiddet mağduru ve şiddet uygulayanla aynı haneyi paylaşmasa da aile veya hanede ya da aile mensubu sayılan diğer kişiler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddeti ifade eder.”

        Yani yasa yapıcı, metni gayet iyi hazmetmiş görünüyor. Çeviri hatasına kurban gitmek söz konusu değil. Kanunun daha ilk maddesinde amaç; “Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması” olarak tarif ediliyor.

        Raporda sorunlu başka bir alan daha var. Cinsel yönelim bahsine şöyle itiraz ediliyor:İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ bireylerin cinsel tercihleri nedeni ile sadece şiddete uğramasını yasaklamakla kalmamakta, aynı zamanda bu tercihlerini uluslararası hukukun himayesine alarak tanınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır.”

        Raporun başlığında “Hukuki ve psikososyal değerlendirme” ibaresi var. Fakat yukarıdaki ifadenin ne kadar hukuki olduğu tartışılır. LGBTİ bireylere şiddeti yasaklamak için herhangi bir uluslararası anlaşmaya ihtiyaç olabilir mi? Anayasa’nın 10’uncu maddesine göre “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” 17’nci maddeye göre de Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”

        REKLAM

        AVRUPA’DA DA TARTIŞILIYOR

        Avrupa’da bir ilk olmasının yanı sıra, aynı zamanda evrensel düzeyde kadına şiddeti önlemeye ve kadının insan hakkına dair “altın standart” diye tanımlanan İstanbul Sözleşmesi’nin lokomotif gücü Türkiye oldu. Tam adıyla "Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldı; hükümetleri kadını korumakla yükümlü kılan ve hukuki bağlayıcılığı olan belgeyi ilk imzalayan ve mecliste ilk onaylayan ülke Türkiye’ydi. 46 imzacısı bulunan sözleşme farklı zamanlarda 34 ülkede onaylanıp yürürlüğe girdi.

        8 Mart 2012’de, yani Dünya Kadınlar Günü’nde bu sözleşmeyi esas alan 6284 sayısı yasa TBMM’de kabul edildi. Gerçi sözleşmenin bir uluslararası belgede ilk kez tanımını yaptığı “toplumsal cinsiyet” kavramı yasada yer almıyor, ancak kadına karşı şiddet, “Kadınlara, yalnızca kadın oldukları için uygulanan veya cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ile kadının insan hakları ihlaline yol açan her türlü tutum ve davranış” olarak kabul ediliyor.

        Sözleşmenin toplumsal cinsiyet temelinde tartışıldığı tek ülke Türkiye değil. Rusya ve Azerbaycan hiç imzalamadı; İngiltere dahil 11 ülke imzaladı, fakat meclis onayından geçmedi. Avrupa Birliği de sözleşmeyi üç yıl önce imzaladı, ancak çok sayıda üye ülkenin blokajı nedeniyle onaylanıp resmiyet kazanmadı. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise bu sözleşmenin kabulünü öncelikleri arasında sayıyor. AB çapındaki bir araştırmaya göre her üç kadından biri fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor.

        REKLAM

        Bloke eden ülkelerin başında Bulgaristan, Macaristan, Slovakya ve Letonya geliyor. Karşı çıkışın nedeni büyük ölçüde sağ popülist ve muhafazakar hükümetlerin ideolojik siyasi hesapları ya da kilise baskısı.

        Bulgaristan’da Anayasa Mahkemesi anayasaya aykırı bulup onay sürecini askıya aldı, hem de akıllara zarar bir gerekçeyle. Meclisin muhafazakar kanadı, eşcinselliği özendirip Bulgar toplumunun geleneksel değerlerini aşağıladığı şikayetiyle sözleşmeyi yüksek mahkemeye götürmüştü. Ve mahkeme “toplumsal cinsiyet” kavramının Anayasa’daki “doğuştan kadın ve erkek” ifadesiyle çeliştiğini, bunun her iki cinsiyete eşit davranmak anlamına da gelmediğini, “biyolojik farkların gözetilmesi gerektiğini” belirterek başvuruyu haklı buldu. Slovakya meclisi de geçen yılki oylamada sözleşmenin kabulünü reddetti.

        NAZİZM VE BOLŞEVİZM KADAR TEHLİKELİYMİŞ

        Katolik Kilisesi ve muhafazakar siyasetin İstanbul Sözleşmesi’ne en güçlü direnci Polonya’da yaşandı. Sol liberal iktidar döneminde imzalanan anlaşmaya karşı çıkan sağ muhalefet, İstanbul Sözleşmesi’nin “cinsiyet ideolojisi” gibi tehlikeli fikirler aşıladığı ve geleneksel aile yapısının bozulacağını ileri sürüyor, “Bu sözleşme, eşcinsel ideolojisini meşru kılmak üzere düzenlenmiş feminist bir komplodur” açıklamaları yapılıyordu. Kilise de şiddetle karşı çıkıyor, örneğin Krakow Başpiskoposu Marek Jędraszewski “İstanbul Sözleşmesi, Nazizm ve Bolşevizm kadar tehlikeli olan LGBT ideolojisini” yaymaya çalışıyor derken, Katolik Kilisesi’ndeki pedofili sorununun da fazla abartıldığını ekliyordu.

        Geçenlerde ikinci kez seçim kazanan Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, ilk kez aday olduğu 2015 kampanyasında, “Eğer seçilirsem bu sözleşmeyi onaylatmam. Ev içi şiddete karşı yeterince yasa var. Bu sözleşme gelenek ve kültürümüze aykırı” diyordu.

        REKLAM

        Polonya kadına şiddetin en yoğun olduğu ülkelerden. Her yıl 250 bin kadın şiddete maruz kalıyor, yılda 400-500 kadın erkekler tarafından öldürülüyor. Pandemi döneminde şiddetin iki kat arttığı belirtilirken kadın örgütleri sözleşme kapsamında yeni yasa için bastırıyordu. Neticede Polonya Avrupa Konseyi’ne, sözleşmeyi anayasa ilkelerine göre uygulayacağı yönünde deklarasyonda bulundu ve geçen mayıs ayında kadına şiddetle mücadele yasası aşırı sağ dışındaki partilerin oylarıyla kabul edildi. Adalet Bakanlığı, “İstanbul Sözleşmesi’nin ideolojisini kesinlikle reddediyoruz. Yeni düzenleme Batı’daki yasaların ideolojisinden arındırılmıştır. Ancak pragmatik çözüm getiren taraflarını aldık” açıklamasını yaptı.

        Yeni yasaya göre polis kadına şiddet vakalarına doğrudan müdahale edip, saldırganı uzaklaştırabilecek. Daha önce, bunun için mahkeme kararı gerekiyor, bu da aylar sürüyordu.

        YA CİNSİYETE DAYALI GÖÇ DAYATILIRSA!

        Sözleşmenin diğer bir önemli özelliği, taraf devletin vatandaşı olmayan kadınları da kapsaması. Göçmen ve sığınmacı kadınlar da şiddete maruz kaldıklarında devlet onları korumakla yükümlü. Toplumsal cinsiyet meselesinin yanı sıra bu yükümlülük de Macaristan’da sorun oldu. 2015’teki göçmen akınında sınıra jiletli tel çekip kolluk gücü kullanmaya varıncaya kadar şiddet kullanan Macaristan, bir kişiye bile geçit vermeyen göç politikasına aykırı olduğu gerekçesiyle onaylamıyor sözleşmeyi.

        Geçen 5 Mayıs’ta Macaristan'da meclis onayına sunulan sözleşme, üçte iki çoğunluğu olan iktidardaki Fidesz partisinin oylarıyla reddedildi. Hem de pandeminin izolasyon günlerinde kadına şiddetin arttığı ortamda. Viktor Orban Hükümeti’ne göre de sözleşme “toplumsal cinsiyet” kavramıyla anayasadaki biyolojik cinsiyet tanımına ters düşüyor, geleneksel aile değerlerini zayıflatarak eşcinselliği özendiriyor.

        Ancak hepsinden öte Macaristan’ın düzensiz göç akınına karşı yılmaz mücadelesini baltalamayı amaçlıyor! Çünkü sözleşme kabul edildiği takdirde, 60 ve 61’inci maddeler “cinsiyete dayalı göçü de getirir” diyorlar.

        Diğer Yazılar