Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Daha öncesini saymıyorum ama en azından 1973’ten bu yana Beyoğlu çocuğu sayılırım.

        Doğma değilse bile büyüme Beyoğluluyum.

        Mektep, ikamet, şimdi de iş… Bir ömrüm Beyoğlu’nda geçti.

        Hala sokak sokak, yakın zamana kadar esnaf esnaf bilir, tanırdım.

        Çarşamba öğleden sonra dedemle ya Markiz’e giderdik ya da schnitzel yemeğe Çiçek Pasajı’nın girişindeki Markiz’e.

        Babam ve annemle şimdi yerinde Abdullah Lokantası bulunan Hacı Salih’e.

        Gömleklerimiz çift yakalı ve çift manşetli olarak Slylvio’da diktirilirdi okul için.

        Mektepte birkaç haftada paçavraya dönecek ayakkabılarımız ise şimdi yerinde yeller esen Ayakkabıcı Mahmut’a sipariş edilirdi.

        Siparişe zaman yoksa ya Goya’dan alınırdı ya da Dore’den.

        Annemin kuyumcusu Franguli ise çoktaaan kapandı, yerinde şimdi tatlıcı var galiba.

        Annemin babama orada yaptırıp hediye ettiği kol düğmelerini ise şimdi ben takıyorum. Anneminkileri ise bir gün belki kızım takacak.

        Tünel’deki Hachette Kitapevi’ne giderken, yolda durur Diamanştayn’a bakım için gümüş çay takımlarını bırakırdım biraz da utanarak.

        Kuruyemişi Papağan’dan alırdık. Zıplayarak tünekteki rengarenk papağanın kuyruğunu çekmeye çalışırdım.

        Peşmelba ve profiterol Bay Todori’nin işiydi, sizin İnci diye adını duyduğunuz dükkanın sahibi idi.

        Pasifik büfenin sahibi ise bir diğer Todori.

        Galiba ikisi de Arnavut Ortodokslardı.

        Özbek pilavı, Asya pilavı diye satılırdı.

        Vakko ile Beymen, ki Beymen sonradan açıldı, Beyoğlu’ndan başka yerde yoktu ve Türk lüksünün sembolü idiler.

        Yaz gelince, Hacı Bekir’den Demirhindi şerbeti içerdik.

        Dedem rahmetli olduğunda mevlut şekerini de Hacıbekir’e ısmarlamıştık.

        Rejans’ın Çelebizade Fuat Abimizin hala kiracısı olduğu, sarı votkanın Tekel votkasından yapıldığı, kafayı çok bulunca Çiçek Pasajı’nda Madam Anahit’in ayakkabısından içki içmek istediğimiz, rahmetli amcamın Piknik Lokantası'nın Beyoğlu’nun en iyi lokantası olduğunu iddia ettiği, babamın ise Abdullah Efendi Lokantası'nı tuttuğu zamanlardı.

        Alyon Sokak'ta Ali Takar’ın kahvesinden çıkıp, Papirüs’e iki kadeh içmeye giderdik.

        Çiçek Bar daha açılmamıştı.

        Beyoğlu Emniyet Amirliği'nin hemen karşısındaydı.

        Aslan Amca’nın Bab Kafeterya’sında elimizdeki ödeme fişlerine çizik attırdığımız, Bab’dan çıkınca sola değil, sağa dönersek randevuevlerinin arasına düştüğümüz günlerdi.

        Yani benim Beyoğlu ile ilişkim yeni değil.

        Ama bugünleri de göreceğim varmış.

        Beyoğlu’nu bilmemekle, hatta daha da ötesi “yalancılıkla” suçlanmışım.

        Nagehan Alçı Hanım, Beyoğlu gerçeklerini çarpıttığımı, benim anlattığım gibi bir Beyoğlu olmadığını, bir Suriyelileşmenin göze çarpmadığını, tam aksine 10 yıl öncesinden çok daha iyi, çok kültürlü, kozmopolit bir yer olduğunu anlatmış Beyoğlu’nun.

        Ona kim, hangi Beyoğlu’nu gösterdi bilmiyorum.

        Ama söylediklerinin hiç ama hiç doğru olmadığını, bu yanlışlığın cehaletten mi, yoksa böyle söylemesi gerekliliğinden mi kaynaklandığını bilmiyorum.

        Önce 10 yıl öncesine bakalım bir.

        Kozmopolit kelimesinin tam olarak ne anlama geldiğini biliyor mu bilmiyorum ama Nagehan Alçı’nın iddia ettiğinin tam aksine, 10 hatta 15 yıl önce bugünkünden çok daha kozmopolit bir Beyoğlu vardı. Hatta dahası tarih boyunca Beyoğlu, İstiklal Caddesi olmadan önce Grand Rue de Pera zamanlarında bile bugünkündün çok çok daha kozmopolit bir yerdi.

        10 yıl önce Asmalımescit’e AK Parti tokadı inmemişti, dünyada aklınıza gelebilecek neredeyse tüm milletlerden insanlar birlikte eğlenirdi.

        Mesela tam da Rus Konsolosluğunun karşısında Avustralyalı bir barmenin açtığı süper bir bar vardı. Kokteyllere kattığı meyve özlerini kendi hazırlardı. Burada çalışanların çoğu Türkiye’ye gezmeye gelen yabancı gençlerdi.

        Yeni açılmış Soho House’un misafirlerinin büyük bölümü yabancılardı, Londra ya da New York Soho House’da gördüğünüz kişilerle, İstanbul Soho House’da da karşılaşabiliyordunuz.

        İstiklal Caddesi’nde yürüdüğünüz zaman, dünyanın tüm dillerini duyabiliyordunuz.

        İstanbul’un ilk fusion lokantası diyebileceğimiz Changa da Beyoğlu’ndaydı, Kevin Spacey’le oturup yemek yediğimiz, Michelin alacak ilk Türk şef denilen Murat Bozok’un Mimolette’i de.

        Filistinli bir gencin açtığı küçük Felafelci’nin yanında Hint, onun çaprazında ise nasılsa hala direnen Japon lokantası da vardı.

        Oysa bugün bunların hiçbiri yok.

        Her taraf Alçı’nın da söylediği gibi Arap mutfağı lokantaları ile dolu.

        Bunları açanlar, Finli, buralarda yemek yiyenler Çinli değilse ortada bir kozmopolit durum yok.

        Beyoğlu’nda yürürken duyacağınız tek yabancı lisan Arapça.

        Galata’ya inerseniz birkaç Batılı turiste rastlamanız mümkün.

        Pazar günleri ise bir Afrikalı yoğunluğu var.

        Ama Nagehan Alçı’ya göre her şey normal, korkmamıza gerek yok, Suriyeliler ve dahi Afganlar hepsi gelebilir.

        Alçı’ya göre ben abartıyorum, biz abartıyoruz. Biz yalan söylüyoruz, o doğru.

        Fakat ilginçtir.

        Aynı hanımefendi, bundan birkaç sene öncesine kadar bizim “Bunların amacı başka, bunlar tehlikeli, inanç özgürlüğü başka devlette örgütlenmek, yapılanmak başka” diyerek tehlikeye dikkat çektiğimiz zamanlarda Fetullah Gülen ve Cemaatine övgüler düzüyor, bizi yalan söylemekle, bizi abartmakla suçluyorlardı.

        Yani tehlikeyi öngörmekte kimin daha yetkin, kimin ise sınıfta kaldığı malum.

        Bu yüzden yarın öbür gün herkesten çok Suriyeli ve göçmen düşmanı olurlarsa hiç şaşırmayın.

        Ne de olsa “aldatılanların” güçlü olduğu bir ülke burası.

        Bu arada beni yemeğe de davet etmiş Nagehan Hanım.

        Böyle bir daveti geri çevirmek çok ayıba girer.

        Odakule’nin hemen yanında, Kallavi sokakta, hala felafelci olmadıysa Fıccın diye şahane bir Lokanta vardır.

        Oraya gideriz.

        Merak etmesin, Boşnak Lokantası değil, Çerkes lokantasıdır.

        NOT: Monopolit, çok toplumluluk anlamına gelen cosmopolit’e karşı benim uydurduğum bir kavram.

        Birileri Arap taklidi mi yapıyor!

        Birileri Arap taklidi mi yapıyor!
        0:00 / 0:00

        Gerek sosyal medyada, gerekse doğrudan mail yoluyla Nagehan Alçı’nın söylediğinin tam tersi bir durumu deneyimlemiş yüzlerce, belki de binlerce kişi gerçek durumu anlattı.

        Bunlardan birini burada paylaşmakta bir beis görmüyorum:

        “Siz bizi yanıltmaya, yanlış algı yaparak yönetmeye mi çalışıyorsunuz? Kendi faşist çizginize çekmeye mi çalışıyorsunuz? Başta Suriye'den gelen Araplar olmak üzere bizi yabancıların üzerine mi yönlendiriyorsunuz?

        Öyle ya Nagehan Kütahyalı adlı kişi sizi negatif algı yaratmakla suçluyor adeta.

        Kendisine göre Taksim- Beyoğlu hattı güllük gülistanlık ve hemen arkasındaki sokaklarda da müthiş kültürel etkinlikler söz konusu.

        Sahiden kuzum siz nereleri gezip dolaşıyor da bize bilgi veriyorsunuz? Baksanıza o bölgeleri en iyi bilen kendisi imiş. Kendisinden sokak ve cadde öğrenin de öyle dolaşın oraları. Benden de tavsiye Kalkanoğlu'ndan kavurmalı pilav da yiyin.

        Bu arada ben de Viaport'a her gittiğimde Arapça konuştuğunu duyduğum kişileri hep Arap sanıyordum. Meğer onlar İsveçli ya da başka Batılı ülkelerden olsa gerek. O kadar çoklar ki hepsi Arap olamaz. Arap taklidi yapıyorlar belli ki.”

        Gençlere gezme kolaylığı

        Gençlere gezme kolaylığı
        0:00 / 0:00

        Dün gençlerin Avrupa’yı trenle gezebileceğini anlatan yazımdan sonra gençlerden epey bir mail gelmiş.

        “Fatih Abi, bırak oralara gidip kalmayı, pasaport harcı ve vizeden haberin var mı senin?” demişler.

        Vallahi yoktu.

        Son olarak aldığım İngiliz vizesine bayağı can acıtan bir para ödediğimi hatırlıyorum ama diğer vize harçlarını epeydir almadığım için unutmuşum.

        Gençler haklı.

        1 yıllık pasaport harcı 330 TL’den 450 TL’ye çıkmış. Defter bedeli de 225 TL.

        Yurt dışına çıkarken çocuklar hariç genç yaşlı herkesin ödediği 150 TL’yi de ekleyin.

        Tabii en ağırı vize ücreti.

        80 avro vize için, 60 avro da başvuru merkezi için ödüyorsunuz. O da eder 2 bin 250.

        Daha sınırı geçmeden 3 bini geçtiniz bile.

        Bu durumda gençlere “seyahat” tavsiye eden iktidarımızın yapacağı çok basit.

        25 yaşın altındaki öğrenci olmayan gençlerin de pasaport ücretlerini düşürecek.

        Yine bu gençlerden yurt dışına çıkış harcı almayacak. Defter bedelinden de tüm gençleri muaf tutacak.

        Ve madem güçlü ve herkesin saygı duyduğu bir ülkeyiz.

        Oturup Avrupa ülkelerine diyeceğiz ki, “Vizeler kalkacak falan diye bizi uyuttunuz. Biz de göçmenleri size yollamayıp kendi başımıza bela ettik. Ama en azından bizim 25 yaş altı gençlerimizden ve öğrencilerimizden aldığınız vize paralarını düşük tutun." Gençler gezsin, görsün istiyorsanız, o zaman lafla değil icraatla gösterin bunu.

        Emin olun sizin için de arkanıza sörfçü işi VW minibüs alıp program yapmaktan daha çok işe yarar.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Siyaset yapmayı rakip partiyi başarısız göstermek için halka eziyet çektirmek zannetmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar