Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Kötülük doğal, iyilik yapaydır”

        En son 12-13 yıl önce yine bir romanı vesilesiyle konuştuğumuz Mehmet Eroğlu’nun yeni romanını görünce, “yeni bir fırsat çıktı işte” dedim. “İyi Adamın On Günü” aslında bir polisiye dense de hayatın önemli kavramlarına dair soru ve cevaplar içeren felsefi bir metin. İçinden Dostoyevski de geçiyor. Ben çok şey düşünerek okudum; aklıma takılanları da ona sordum. Beğeneceğinizden eminim.

        Bugüne kadar 20’ye yakın romana imza atan Mehmet Eroğlu bu kez bir polisiyeyle karşımızda. O, “romanın biçimi polisiye, ama özü diğer romanlarımla aynı” diyor; aslında öyle de. “İyi Adamın On Günü,” Eroğlu’nun diğer romanlarındaki sorgulamalar ve felsefeyle yüklü. Yani roman kahramanı Sadık basit bir “eski avukat-yeni dedektifimsi” değil. Ya da o öyle belki ama onun ve çevresindeki karakterlerin bize sorgulattığı şeyler, hayatın derin anlamlarına dair. İyilik-kötülük, sadakat-ihanet, adalet-fırsatçılık, güzellik-çirkinlik gibi…

        Bir özet yapmak gerekirse; eski avukat Sadık’ın kayıp genç Tevfik’in peşine düşmesinin öyküsü bu. Ona bu işi veren, eski arkadaşı Maide. Maide, bir zamanlar Sadık’la beraber olan ve ilerleyen sayfalarda yeniden karşımıza çıkan Rezzan’a hayran. Hayat kadını Fatoş ise yalnız yaşayan kahramanımız Sadık’a. Tiyatrocu Meral ve kayıp Tevfik’in kardeşi Pınar/Hatice, romanın bize bu kavramları sorgulatan diğer kadın kahramanları.

        “İyi Adamın On Günü,” romanda biraz derinlik arayanlar için. Çok daha fazla deşmeyim ve Mehmet Eroğlu’nun sorularıma verdiği cevaplara geçeyim…

        İyi ve kötünün romanı diyebilir miyiz buna? Bize ikisini sorgulatan… Ve ikisinin sınırı nerede birbirinin içine geçiyor acaba? Yoksa kardeşler mi?

        “İyi Adamın On Günü” en önce Sadık’ın öyküsü ve romanı. Birçok kavramın ve izleğin yanı sıra iyilik, kötülük ve sadakat kavramlarının da sorgulandığı bir roman. İyilik-kötülük nedir, sınırları nerede başlar ve biter, birbirinin içine geçer mi gibi sorulara verilecek cevapların, hızlı bir tempoda gelişen olaylara paralel olarak, arka planda bütün roman boyunca araştırıldığı bir metin. İnsan yaşamı boyunca birçok parantez içinde yaşar: Kavramların oluşturduğu parantezlerden söz ediyorum: “İyi Adamın On Günü” iyilik ve kötülük parantezi içinde kalan, daha çok iyilik kutbuna meyleden bir adamın öyküsü, daha doğrusu geçirdiği dönüşümün serüveni.

        Kötülük, en çok sevdiğimizde bile vardır, çünkü doğal, gerçek bir varlığa sahiptir. İyilikse yapaydır, sonradan ediniliyor olması yapaylığının kanıtı. Kötülük son tahlilde hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucudur. İyilikse bize aile, din, gelenekler vasıtasıyla öğretilen bir şeydir.

        İyilik için geniş bir hayal gücü gereklidir. Kötülüğün bir sonu varken, iyiliğin bir sınırı yoktur.

        Roman aynı zamanda, kahramanın adında da anlaşılacağı gibi, sadakatin de öyküsü: Sadakat cesaretle arkalanmazsa, uyumculuğa, hatta köleliğe dönüşebilir. Sadık’ın Rezzan’a duyduğu sadakat böyle süreçten geliyor. Rezzan açısından ise durum oldukça farklı: Onun için sadakat, seçenekleri sınırlı olanlarda rastlanılan bir erdem. Kendi seçenekleri ise bol.

        “ÜLKEMİZ HER ANLAMDA TAŞRA EGEMENLİĞİNDE”

        Kahramanınız Sadık, “İyilik, adaletin peşine düştüğünde kötülüğe dönüşebilir” diyor. Adaleti kötülük mü tesis ediyor artık?

        Adalet adalet dedin mi Alyoşa olmak mümkün değil. Adaletin sağlanması, daha sonra da korunması, sonunda şiddeti gerektiriyor. Şiddetin de kötülük dediğimiz durumu yaratması kaçınılmaz. Şaşırtıcı olsa da aslında birçok kötülüğün, iyilik kavramından, iyiliği elde etme isteğinden doğduğunu unutmamak gerek. Bu açıdan bakıldığında iyi olmak için kayda değer bir neden bulmak kolay değil. Birisine eziyet etmek, yaman bir ceza mı vermek istiyorsunuz?Onu sürekli iyi olmaya mahkûm edin.

        Artık giderek daha fazla mı iyiler, saf ve ahmak olarak algılanmaya başladı?

        Fırsatçılar, vicdansızlar ve entelektüel belkemiği olmayanlar, iyileri enayi ve budala olarak niteleme eğilimindedir. Ancak böyleleri iyiliğin hayal gücünden habersizdirler. Bunu da bir yere kaydetmek gerekir. Uyanıklık ve fırsatçılık asla uzun vadeli değildir ancak ortalamaya hitap ettiğinden alıcısı çoktur. Ülkemiz şu anda bence her anlamda taşra egemenliğinde. Evet, büyük kentler ülke nüfusunun neredeyse yarısını oluşturuyor ama bu merkezler de aslında taşra karakterinde. İstanbul’a bakın. Çevresi taşradan göç eden küçük kentler, kasabalarla sarılmış. Taşra coğrafi değişiklik yaşamış ama karakterini hâlâ koruyor. Söylediklerimi test mi etmek istiyorsunuz? Trafiğe bakın. Trafik, fırsatçılığın, taşra bencilliği ve tekilliğinin en iyi örneklerinden birisi…

        “BEDEN RUHTAN ÇOK DAHA MASUMDUR”

        Sadık’ın peşine düştüğü Tevfik bize, “güzel”in aslında ne kadar “çirkin” olabileceğini mi gösteriyor?

        Bilindiği gibi edebiyat sevaptan çok günaha, iyilikten çok kötülüğe yakın bir uğraş. Güzelliğe gelince, bu kavram edebiyatın odaklandığı en önemli konulardan biri, belki de en önemlisi. Bu nedenle güzellik, kaçınılmaz olarak günah ve kötülükle yakından ilintilidir. Günah ve kötülük devreye girince çirkinlik, güzelliğin bir sıfatı olarak ortaya çıkıyor. Belki biraz karışık oldu ama aslında çirkin olan güzellik değil, güzelliğin sıfatı olan kötülüktür. Böyle de diyebiliriz… Öte yandan güzellik istediğini elde etmek için kullanılabilir. Bir şeyi elde etmek, ele geçirmek her zaman eylemciyi çirkinleştiren bir durumdur. Tevfik bunun bir örneği.

        Ve aynı şekilde Fatoş, “ahlâkın” ve “iyinin” bedende değil zihinde olduğunu mu gösteriyor?

        Öyle. Aslında büyük ve utanılacak günah ve kötülükler sanıldığının aksine bedensel değil, zihinsel ve ruhsaldır. Beden ruhtan çok daha masumdur. Ahlâk dediğimiz sisteme gelince, bu düzenin büyük kısmı erkekler tarafından konmuş yasaklardan oluşuyor. Tabii dinin, geleneğin etkisini de unutmamak gerek. Ahlâk yasalarının çok büyük kısmı kadınlara yöneliktir ve ikiyüzlüdür.

        Romanda bazı hesaplar var. Kadeh hesapları, saniye hesapları… Bunların sebepleri bir yana, romanın matematiğini oluşturduklarını söyleyebilir miyiz?

        Sadık’ın sayı sayması, saniyeleri hesaplaması, bir hüznün, acılı bir anının simgesi. Bir öksüz olarak geçirdiği çocukluğunda –saat ondan esirgendiği için- zamanı kestirmek için bulduğu yaratıcı bir çözüm. Aynı zamanda kötü, acımasız babaanneye karşı bir meydan okuma. Sadığın sessizliklerin uzunluğunu, gerilimin şiddetini ölçmek için kullandığı –içinden sessiz- sayma eylemi romanda bir tempo unsuru olarak da kullanılıyor. Aynı zamanda da Sadık’ın içine dönmesi için bir araç.

        “EN SAF ÖZGÜRLÜK YALNIZLIKTIR”

        Sadık’ın etrafındaki kadınlardan, (Maide, Rezzan, Fatoş, Pınar/Hatice, Meral…) sizce bugün en gerçekçisi hangisi ve neden?

        Hepsi gerçekliğin bir parçası. Fatoş dışında hepsi az veya çok çıkarcı. Günümüzde çıkarcılık geçerli bir kişilik özelliğiyse, Rezzan ve Maide gerçekçilik açısından başı çekerler herhalde. Romanda başarıya ulaşmış, istediklerini elde etmiş görünen bu iki karakter. Ancak ikisi de mutsuz. Ve ikisi de iyiliğe muhtaç. Pınar ya da Hatice dönüşüm geçirmek isteyen bir karakter. Toplum böyleleriyle dolu. Ne yazık ki çoğu kez bu isteğin sonu hayal kırıklığı ve yıkımla sonuçlanıyor.

        Roman kahramanınız istiareye yatıp gitmediği yerlere gidiyor, bir de bunları ayrıntılı yazıyor. Bir yere gitmek bilmek için yeterli mi yoksa o yeri düşünmek mi işin özü?

        Hayal etmek bazen insanı çok uzaklara götürür. Zaten bütün büyük yolculuklar hayal etmekle başlamaz mı? Hayal yoksunu birisi gittiği yerleri yalnızca görür sonra da, dijital kameradaki fotoğraflar gibi unutur. Hayal etmek yeniden yaratmaktır. Bana sorarsanız, en büyük, en gizemli yolculuklar insanın kendi içine yaptığı yolculuklardır.

        Sadık neden sürekli üşüyor?

        Yalnızlık ve hüzün üşütür. Terk edilen çocuklar ve kediler yapayalnızdırlar ve hep üşürler…

        “Yalnız olunca özgürlüğün bir anlamı var mı?” diyor Sadık. Sizce?

        Bana sorarsanız en saf özgürlük yalnızlıktır. Tersinden söylersek, eğer yalnızlık kişinin kendi seçimiyse bu özgürlüktür. Böylesi bir yalnızlığın bir anlamı olup olmadığına gelince, cevap yalnızlığınız yani özgürlüğünüzle ne yapacağınızda saklı. Âşık olan için bir sevgili gerek. Yalnızlık onun için ölüm. Ama ermiş, bilge ve tabii sanatçı için yalnızlık ve özgürlük bulunmaz bir nimettir.

        “BU ROMANI 10 DAKİKADA TASARLADIM”

        Romanınızın her köşesinden Dostoyevski karakterleri çıkıyor karşımıza. Acaba o, iyi ve kötüyü iyi anlattığı için mi?

        İyilik, kötülük kavramları söz konusu ise, Dostoyevski’nin kahramanlarından söz etmemek olmaz: Alyoşa, Stavrogin… Bu erkekler için olduğu kadar kadınlar için de geçerli. Katerina İvanovna ve tabii Nastasya Filippovna… Gerçek olan şu: Dostoyevski kahramanları evrenseldir. Hemen hemen her insanlık durumu için unutulmaz bir karakter bulabilirsiniz romanlarında. Ben de ustamız ve dostumuz Dostoyevski’ye, elime fırsat geçince, küçük göndermeler yaptım.

        Polisiye pek tarzınız değil aslında. Bu anlamda bu romanın özel bir anlamı var mı?

        Evet, romanın biçimi polisiye ama özü, birçok romanımda ele aldığım temalara uygun. İyi Adamın On Günü’nü yazarın adını bilmeden okuyan biri bu Mehmet Eroğlu’nun romanı der bence. Kahraman da öyle. Sadık Dostoyevskien biri. Tam bana göre… Küçük bir itiraf: Bu romanı, Umag Vakfı’ndaki yazma seminerleri kapsamında verdiğim kurgu dersi için, örnek olarak, aşağı yukarı 10 dakikada tasarladım. Dersin konusu, tema ve önerme ile kurgunun ilintisi, aksiyon çizgisinin nasıl canlı tutulacağı ve romanın iç örgüsünün nasıl sıkılaştırılacağı idi. Romanın temposunu oluşturmak, kahramanın değişimi, (kahraman değişmezse tip olarak kalır) gerilim ve kurguda sürpriz öğesi de ele aldığımız konulardandı. İyi bir çalışma oldu. Sınıfa girdiğimde bunu yazmayı kararlaştırmıştım. Öyle de oldu, kısa sayılabilecek bir sürede de kağıda geçirdim.

        Biçimin özü ortaya çıkarması, önermenin altını çizip belirginleştirmesine inananlardanım. “Adalet adalet dedin mi insan değişmeli…” Bu gerçeği vurgulamak için polisiye kurgu uygun bir seçimdi.

        Yerli romanlarımıza, özellikle polisiyelere artık çok daha fazla Suriyeliler konu olmaya başladı. Bundan sonra daha sık mı ve çoğunlukla mağdur olarak mı göreceğiz onları yerli edebiyatta?

        Suriyeliler yaşamımızda yeni bir olgu. Şu an ülke nüfusunun önemli bir yüzdesini oluşturuyorlar. Etnik köken itibariyle en kalabalık gruplardan birisi. Üstelik Suriyeliler savaş mağdurları ve hayatta kalmak için çoğumuzun anlayamayacağı, takdir edemeyeceği bir uğraş veriyorlar. Tabii ki bunun edebiyata bir yansıması olacak. Şimdilik, doğal olarak mağdurlar. Kamplarda yaşayan, bazıları denizlerde boğulan, göçmen statüsünde olan insanların başka kimlikte görünmesi zor. Ama önümüzdeki yıllarda onları başka rollerde görmemiz tabii ki mümkün.

        **

        İKİ TAVSİYE

        Bir Ömür Nasıl Yaşanır?

        İlber Ortaylı

        (Kronik)

        Çebiş Evi’nden Hisartepe’ye

        Doğan Tekeli

        (YKY)

        Sevgili Yenal Bilgici, gözde filozof/tarihçi İlber Ortaylı ile uzun uzun konuşmuş; ortaya tavsiyelerle dolu bir nehir söyleşi kitabı çıkmış. Mimarinin efsane ismi Doğan Tekeli ise hem anılarını hem de Türkiye’nin toplumsal dönüşümünü anlatıyor otobiyografisinde.

        Diğer Yazılar