Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İstiklâl Caddesi’nde, Galatasaray Lisesi yanındaki eski Pamukbank binası, Nişantaşı Valikonağı Caddesi sonundaki uzun Emekli Sandığı binası, Bursa’daki Oyak-Renault otomobil fabrikası, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, Halkbank Genel Müdürlüğü, İş Bankası Genel Müdürlüğü, Antalya Havalimanı ve hatta benim şu an bu yazıyı yazdığım Habertürk binası… Yarışmalarda 30’a yakın birincilik almış, 120’si uygulanmış 180 projeye imza atmış bir mimar o: Doğan Tekeli.

        Birlikte çalıştığı Sami Sisa ile Cumhuriyet tarihi boyunca çok önemli projelere imza atan Tekeli, otobiyografisini “Çebiş Evi’nden Hisartepe’ye” adıyla yayımladı. Çebiş Evi neresi, önce Tekekli’nin ağzından onu anlatalım.

        Doğan Tekeli-1934
        Doğan Tekeli-1934

        ÇEBİŞ EVİ NERESİ?

        “1929 yılının Aralık ayında, Isparta’nın karlı, fırtınalı bir kış gününde dünyaya gelmişim. Doğduğum ev ise Hükümet Konağı önünden gelen yolun ikiye ayrıldığı ve üçgen bir meydan oluşturduğu yerde ‘Çebiş Evi’ diye bilinen, iki katlı bir Türk evi. Hicri 1199 (yaklaşık 1785) tarihinde inşa edildiğini, evde bulunan eski bakır kap kacak üzerine kazınmış ‘Çebişoğlu Ahmet Ağa 1199’ yazısını, sonraki yıllarda öğrendiğim Arap harflerini sökmeye başladığımda okuyabildim. Evi yaptıran Çebişoğlu Ahmet Ağa’nın, babaannemin büyük dedesi olduğunu da öğrendim. Anlatıldığına göre Isparta’da o tarihlerde ‘mültezim’ yani devlet adına vergileri toplayan bir yetkiliymiş. Isparta bölgesinde mahsulün iyi olduğu yılların ardından zenginleşmiş. Sonradan üst üste gelen kuraklıklar, azalan mahsul aileyi zor duruma düşürmüş. Haremlik-selamlık kısımları olan geniş evin harem kısmı satılmış. Diğer yarısı aile tarafından uzun yıllar kullanılmış.” Hisartepe ise Tekeli ailesinin bugün yaşadığı, Anadolu Hisarı’ndaki Hisartepe Evleri… Yani yaşamının başladığı ve şu an sürdüğü iki yeri isim seçmiş Tekeli.

        Isparta doğumlu mimar, Isparta’dan Ankara’ya, oradan İstanbul’a, oradan İzmir’e ve sonra İstanbul’a uzanan mimarlık hikâyesini, Cumhuriyet tarihine de ışık tutacak şekilde anlatıyor kitabında. İçinden çok önemli mimarların, siyasetçilerin, sanatçıların geçtiği bir hikâye bu. Naif ama bir o kadar da gerçekleri görmemizi sağlayan bir hikâye…

        Ona, hem bugünün mimari sorunları, hem de kitapta yaşananlarla ilgili bazı sorular sordum. Ketum davrandı, çok şey söylemek istemedi ama olduğu kadar aktaracağım size. Yine de bir şeyler söylüyor işte Tekeli…

        1942 Gazi Ortaokulu ikinci sınıfı..
        1942 Gazi Ortaokulu ikinci sınıfı..

        “SANATI YÖNLENDİRME YETKİSİ VERİLMİYOR”

        Neredeyse bütün Cumhuriyet’in mimarlık tarihine tanıklık ettiniz. Sizce, Türkiye’deki yapılar, anıtsal binalar, bu süreç boyunca hem estetik hem teknik anlamda ileri mi gitti, geri mi? Ve mimari açından baktığınızda, Türkiye’de en büyük kırılma noktası hangi dönemde yaşandı?

        Cumhuriyet döneminde, yapı ve mimarlık sorunları, ideolojik yaklaşımlara girmeden belki hatta sadece yapı kaliteleri, yapı yaptıranların yapıya bakış açıları bakımından dört döneme ayrılarak gözden geçirilebilir.

        1923-1950 dönemi;

        Yapıların tüm dünyada olduğu gibi, yeterli mimarlık hizmetiyle, yapıya ve insana saygılı bir dikkat ve özenle ele alındığı dönemdir. Dönemin kamu yapıları, bakanlıklar, büyük banka yapıları, okullar, üniversiteler, Meclis, Anıtkabir gibi yapılar bu dönemin başarılı yapılarıdır. Hâlâ bu yapılara saygı gösterilmektedir.

        1950-1980 dönemi;

        II. Dünya Savaşı sonundaki hızlı nüfus artışı ve hızlı kentleşme gibi olgular, yapı ihtiyacını arttırdı. Buna karşılık ülkede yeterli kaynak olmadığı için çabuk ve ucuz bir yapı üretimi ortaya çıktı. Bu hızlı ve ucuz yapı üretimine modernist mimarlığın doğru anlaşılmayan ilkeleri de yardımcı oldu. Gecekondulaşma, ucuz yapsat yapıları ile giderilen ihtiyaca karşı kamu yapıları da yeterli özeni göremedi ve bugünün eski görünüşlü pek çok yapısı ortaya çıktı.

        1980-2000 dönemi;

        Bu dönemde ülkede ekonominin bir ölçüde rahatlaması yapı kalitesinde göreceli bir düzelme sağladı.

        2000’den günümüze;

        Değişen iktidar, farklılaşan sosyal ortam, yapılaşma açısından ciddi bir kırılma nedeni oldu. Yeni iktidar, sadece ideolojik nedenlerle değil, zayıf ve bir kısmı eskimiş görünüşlü, 1950-2000 dönemi yapılarını benimsemedi, fırsatlar buldukça bunları yok etmeye çalıştı. Bu anlayışla, kültürel miras sayılması ve mutlaka korunması gereken yapılar, kendilerinin haklı saydığı gerekçelerle yıktırıldı ve yıktırılıyor. İlk üç dönemde, tüm kamu yapıları yarışmalarla elde edilen projelere göre inşa edilirken, son dönemde mimarlık mesleği adeta özelleştirildi. Kamu yapılarının önemli bir bölümü tanıdık mimarlara, adil sayılmayacak yöntemlerle yaptırılmakta, mimarlık anlayışı iktidar sahiplerince yönlendirilmek istenmekte. Halbuki demokratik yöntemlerle serbest seçimlerle gelen iktidarlara toplum idari ve siyasi yetkiler vermesine karşılık sanatı yönlendirme yetkisi vermiyor. Bu yöntemle, her sanatta olduğu gibi mimarlık sanatında da çağdaş dünyada bir yer edinmemiz güç.

        DEMİREL VE KORUTÜRK NE FAYDA SAĞLADI?

        Kitaba bakarsak küçük dayınız, Süleyman Demirel’in eğitiminin sürmesini sağlayan isim olmuş. Bu hikâyeyi aktarır mısınız? Demirel’le sonraki münasebetleriniz nasıldı?

        Sayın Demirel’le ilişkimiz, annemin ailesinden kaynaklanıyor. Anneannem Naime Çakırkaya’nın kardeşlerinden biri, Saniye Hanım Isparta’dan İslamköy’e gelin gitmiş; böylece iki aile arasında akrabalık bağı kurulmuş. Süleyman Demirel’le 2000 yılında görüştüğümde Saniye Hanım’ın çok akıllı, saygın bir aile büyüğü olduğunu söylemişti. Küçük dayım bu ilişki nedeniyle olsa gerek, ilkokulu bitiren Süleyman Demirel’e sahip çıkmış ve Afyon Lisesi’ne götürerek kaydettirmiş. Dayım Demirel’in ortaokul ve lise boyunca velisi olmuş. Demirel kendisiyle görüşmemde Çakırkaya ailesine büyük saygısı olduğunu söylemişti. Demirel görevleri sırasında pek çok yapımızın temelini attı, açılışını yaptı. Ama bu törenlerde kendisine hiç yaklaşmadım. Ancak onun beni tanıdığını ve yapılarımızı beğendiğini söylediği bana aktarıldı.

        Atatürk öldüğünde ilkokul üçteydiniz. O günü nasıl hatırlıyorsunuz?

        Atatürk’ün vefatında ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi olarak bütün toplum gibi ben de büyük bir üzüntü duydum. Ailemizden çok yakın bir akrabamızın vefatında olabileceği gibi derin bir üzüntü, adeta bir matem yaşandı. Bu hava okulumuzda olduğu gibi tüm İzmir’de de hissediliyor ve büyük bir heyecan yaşanıyordu.

        1947 Yapı Ustası Okulu
        1947 Yapı Ustası Okulu

        Meslek hayatınızda karşılaştığınız en büyük bürokratik zorluk ne oldu? Darbeler, siyasi çalkantılar sizi ne oranda etkiledi? Hangi siyasetçilerle kolay çalıştınız?

        Meslek hayatımda en büyük bürokratik zorluğu Karadeniz Teknik Üniversitesi Akademik Merkezi’ni teşkil eden ve yarışma kazanmış projelerimizin 1979 yılında Bayındırlık Bakanlığı’nda onaylatılması sırasında yaşadım. Üç aylık proje hazırlama süremize karşılık, projeleri 13 ayda bakanlığa onaylatabildik. Bu toplam 16 ayda hiç istihkak almadığımız gibi onay işlemi tamamlandığında 300 bin TL’lik istihkakımıza karşılık bize sadece 3000 TL ödendi. Tamamını almamız ise bir yıl sürdü. Bu olaydan sonra çok üzülerek Bayındırlık Bakanlığı ile iş yapmama kararı aldım ve kararımı kendimi emekliye ayırdığım 2012 yılına kadar sürdürdüm.

        “O CAMİ İLE İLGİLİ BİR BELGE YOK”

        Projesini hazırladığınız meşhur İstanbul Manifaturacılar Çarşısı ile ilgili şikayetlerinizi anlatıyorsunuz kitapta. Özünde sorun neydi burada?

        İMÇ ile ilgili şikayetlerim toplumumuzun yapısında olan bir nitelikten kaynaklanıyor. Kat sahiplerinin apartmanlarda kendi dairelerinin dışıyla ilgilenmek istemedikleri gibi İMÇ’yi kullananlar da dükkânlarının dışında yapının tüm kalitesiyle ilgilenmek ihtiyacını hissetmiyorlar, kendi dükkânlarını öne çıkarmak için yapı bütünlüğüne ciddi zarar veriyorlardı.

        1958’de Rumeli Hisarı’nın, İstanbul’un Fethi’nin 500. yılı münasebetiyle restore edilmesi işini birincilikle aldınız. Sonradan meydana yapılan o cami, gerçekten orada var mıydı?

        Rumeli Hisarı gösteri alanına kondurulan ve varsayımlara dayanılarak yapılan caminin aslı hakkında hiçbir fotoğraf, çizim bulunamadı. 1958 yılında biz alana girdiğimizde caminin görece zayıf taş temelleri toprak altında bulundu ve olduğu gibi korundu. Bu konuda, özellikle rahmetli Bayar’ın cami ve minare ile ilgisi hakkında Mimarlık Zor Sanat kitabım da da, bu yeni kitabımda da çok ayrıntılı bilgi var.

        Sizin yönetiminde bulunduğunuz yıllarda İKSV nereden nereye geldi? Vakfa kırgınlığınız var gibi sanki…

        İKSV başından bugüne kadar devamlı bir gelişme halinde. Yönetim kurulu üyesi ve başkan vekili olarak bu gelişmede benim bir katkım yoktur. Gelişmeyi sağlayanlar İKSV başkanları, bir ölçüde onların yakın çalışma arkadaşları, genel müdürlerdir. Benim İKSV’ye bir kırgınlığım söz konusu değil. Olsa olsa bir iki kişiye küçük sitemlerim olabilir.

        Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile akrabalığınız meslek hayatınızda işinize yaradı mı?

        Bu akrabalık hiçbir kolaylık sağlamadığı gibi, Korutürk’ün üç çocuğunun varlığı bile bilinmezdi. Zira cumhurbaşkanı olur olmaz resmi makamlara bir tamim gönderdi, “Kim benim akrabam olduğunu söyleyerek size başvurursa hiç kaale almayın” dedi. Ama Korutürk’e verdiğim meslekle ilgili-ilgisiz aile içi hizmetler elbette oldu.

        ÇEBİŞ EVİ’NDEN HİSARTEPE’YE

        Doğan Tekeli

        Yapı Kredi Yayınları

        REKLAM

        ***

        İKİ TAVSİYE

        Müzik, Osmanlı’dan günümüze nasıl ideolojik bir enstrüman haline geldi. Veya geldi mi? Bu bağlamda kitabın adı güzel olmuş. Osmanlı’dan uzaklaşmıyoruz ve bu kez şu soruyu soruyoruz: Osmanlı, gerileme ve duraklama döneminde gerçekten bilime mesafeli miydi? Okuyup görelim.

        Müziği Boğan Gürültü

        Güneş Ayas

        (İthaki Yayınları)

        Osmanlı’da Bilim

        Miri Shefer-Mossensohn

        (İş Bankası Yayınları)

        Diğer Yazılar