Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Aslında bilinen bir hikâyedir ama denk düştüğü için yeniden anlatalım…

        Tokyo’da, Shibuya tren istasyonu yakınında bir köpeğin heykeli bulunuyor. Kente gelen turistlerin uğrak yerlerinden biri de, Hachiko isimli Akita cinsi bu köpeğin heykelidir. Hachiko veya bilinen adıyla Hachi, 1923’te doğmuş ve kısa süre sonra Tokyo Üniversitesi’nden Profesör Eisaburo Enyo tarafından sahiplenilmiş. Profesör, her gün evinden Shibuya istasyonuna yürüyüp oradan da onu üniversitedeki odasına götürecek trene biniyormuş. Ve her gün Hachi, onunla birlikte yürüyormuş. Enyo’nun sabah treni platformdan ayrıldığında köpek de evine dönüyor, ancak akşam onu karşılamak için yeniden istasyona geliyormuş. Bir yıl boyunca bu rutin sürmüş; ta ki Enyo, üniversitedeki odasında aniden ölene kadar… Hachi, bir daha asla eve dönmeyen arkadaşını istasyonda bekler halde kalakalmış. 10 yıldan uzun süre bu ritüele devam etmiş, her sabah istasyona gidip sessizce beklemiş. Yaşlandığında, çok zor hareket eder hale geldiğinde bile nöbetine ve kendisi için önemli olan o tanıdık yüzü aramaya devam etmiş. 1935’te o da gözlerini ebediyen yummuş.

        Bugün her 8 Nisan’da köpek severler, Hachi’nin heykeli önünde törenle anısını yad ediyor. Hikâye, Japonya’da 1987’de filme dönüştü. 2009’da ABD’de, aynı hikâyenin aktör Richard Gere’in profesör Enyo’yu canlandırdığı bir versiyonu gösterime girdi.

        İşin film kısmı ticari, ama özde, hiçbir şeyin bu köpeği sadık ve umutlu bekleyişinden alıkoyamaması var. “Arkadaşını” unutmaması, yas tutmak veya depresyona girmek yerine gayet maksatlı bir şekilde arkadaşını her an yeniden görmeyi bekler gibi davranması…

        Evet Hachiko yas tutmadı, ama bu, köpeklerde ve aslında daha pek çok hayvanda yas duygusu olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta tam tersi. Hayvanlar hem sahipleri ve başka insanlar, hem de kendi türdeşleri için yas tutuyor. Buna ilişkin sayısız öykü, çalışma, gözlem ve veri var.

        HAYVANLAR NASIL YAS TUTAR? (Barbara J. King / Çev: Rengin Arslan / Raskolnikov Yayınları)
        HAYVANLAR NASIL YAS TUTAR? (Barbara J. King / Çev: Rengin Arslan / Raskolnikov Yayınları)

        MEZARLIĞA TAŞINAN KARINCA

        Antropoloji profesörü ve bilim yazarı Barbara J. King, çalışmalarını hayvanların duyguları ve bilişleri, hayvanlarla kurduğumuz ilişkinin etiği ve kültürü üzerine yoğunlaştırmış. “Hayvanlar Nasıl Yas Tutar?” bu çabanın çarpıcı ürünlerinden biri. Sadece köpekler ve kediler gibi yaşamımızın tam içindeki hayvanlardan bahsetmiyor yazarımız elbette. “Bu kitapta bir dizi farklı ekosistemi ziyaret ederek yabanıl kuşlar, yunuslar, balinalar, maymunlar, bufalolar, ayılar ve kaplumbağaların kayıpların ardından nasıl yas tuttukları ile ilgili, bugüne kadar bilinenleri keşfedeceğiz. Aynı zamanda bize yoldaş olan kedi, köpek, tavşan, keçi ve at gibi hayvanların yası nasıl deneyimlediklerini anlamak için evlerin içine başımızı uzatıp çiftliklerden içeri gireceğiz” diyor yazarımız.

        Bizi davet ettiği keşifler arasında farklı bilim adamlarının değişik tarihlerdeki çalışmaları var. Mesela sahada çalışan öncü bilim kadınları Jane Goodal Tanzanya’da şempanzeler ve Cynthia Moss Kenya’da filler üzerine çalışmalar yapmış. Elde ettikleri gözlemlere dayanarak bu hayvanların, yani şempanzeler ve fillerin sevdiklerinin ölümünün ardından yas tuttuklarına kesin olarak kanaat getirmişler.

        Bir başkası, Annie Potts, tavukların zeki özelliklerini ve sosyal faziletlerini “Chicken” adlı kitabında anlatmış. Potts, yas duygusuna hayvanbilimci Maurice Burton’dan alıntıladığı bir hikâye ile değiniyor. Bu hikâyede genç ve sağlıklı bir tavuk, yaşlı ve neredeyse kör bir tavuğa eşlik ediyormuş. Genç olan tavuk, yaşlı olan için yemek topluyor ve geceleri yuvasına yerleşmesine yardım ediyormuş. Bir süre sonra yaşlı tavuk ölmüş. Genç olan, yemek yemeyi bırakmış ve gittikçe zayıflamış. İki hafta içinde o da ölmüş. “Tavuklar düşünüyor ve hissediyor. Tavuklar yas tutuyor” diyor King.

        Keşiflerden en çarpıcısı, biyolog E.O. Wilson’ın 1950’lerde karıncalar üzerinde yaptığı çalışmadan. “Bir karınca ölür, kimse umursamadan birkaç gün öldüğü yerde yatar, başka bir karınca gelir ve ölü karıncanın bedenini onlar için mezarlık olan bir yere taşır” diyor Wilson. 2009’da National Public Radio’da (NPR) ölen karıncanın bedeninden ölümden yaklaşık iki gün sonra yayılan oleik asidin diğer karıncalarda onu taşıma dürtüsünü tetiklediğini söyledi. Eğer meraklı bir bilim insanı bir karıncayı alır, üzerine biraz oleik asit sürer ve karıncaların arasına tekrar koyarsa, bu karınca da ne kadar mücadele ederse etsin gayet canlı bir vaziyette mezarlığa taşınacaktı! Bu böceklerde ölümle ilgili davranışlar, tamamen kimyasallarla birlikte ortaya çıkmaktaydı. “Her ne kadar entomolojistler, böceklerin duygularını nasıl gösterdiğini bilmeseler de, ben rahatlıkla karıncaların ölen arkadaşları için acı duymadıkları varsayımında bulunabilirim” diyor yazarımız King.

        HAYAT VEREN SADAKAT

        Biz en yakınımızdaki hayvanlardan köpeklere, onlarla ilgili yaşanmış yas öykülerine dönelim. Hachi’nin hikâyesi tamamen farklı iki tür arasındaki sadakat ve sevgi duygusuyla ilgiliydi. Peki ya köpeklerin birbirleriyle etkileşimleri?

        Labrador cinsi Mickey ve çivaya cinsi Piercy, bir ailenin evinde birlikte yaşayan ve sıkı dost olan iki köpekti. Mickey, Piercy’den daha yaşlı ve haliyle çok daha büyüktü. Bir gün Piercy, yola atladı ve araba çarptı. Aile, Piercy’nin arkasından ağladı, bedenini bir torbaya koydu ve bahçelerinde kazdıkları pek derin olmayan bir çukura koyup onun için mezar yaptılar. Mickey üzüntü içindeydi; koca labrador, ailenin bütün üyeleri yatmaya gittiğinde hâlâ mezarın üstünde oturuyordu… Bir süre sonra evin babası, dışarıdan gelen tuhaf seslerle uyandı. Bir köpeğin inlediğini duymuştu sanki. Aşağı indiğinde küçük köpek için yaptıkları mezarın açık ve köpeği içine koydukları torbanın da boş olduğunu gördü. Biraz ötede Mickey, heyecan içinde küçük arkadaşına eşlik ediyordu. Adam öylece onları izlerken Mickey, Piercy’nin yüzünü yalıyor, burnuyla vücudunu kontrol ediyordu. Sanki Piercy’yi canlandırmak ister gibi, Mickey bu hareketlerini büyük bir enerjiyle yapmaya bir süre daha devam etti. Adam, bu girişimlerin umutsuz olduğunu düşünüyordu. Ancak bir anda Piercy’nin vücudunda bir kasılma gördü. Piercy kafasını kaldırdı ve sızlanmaya başladı…

        Mickey keskin duyma yeteneği sayesinde herhangi birinin asla duyamayacağı sesleri, yani uyandığında kendini canlı şekilde gömülmüş halde bulan Piercy’nin mezarından gelen sesleri duymuştu. “Hangi duyu yeteneği işin içine girmiş olursa olsun Mickey’nin sadakati ve sevgisi bu açıklamanın içine dahil edilmeli. Eğer bu koca labrador küçük arkadaşına karşı böyle bir bağ hissetmeseydi ne mezarın başında bu kadar tetikte olurdu ne de küçük arkadaşı çivavayı gömüldüğü yerden çıkarmak ve canlandırmak için bu kadar uğraşırdı. Mickey olmasaydı Piercy, kesinlikle boğularak ölmüş olurdu” diyor King ve ekliyor: “Bu kahramanlık hikâyesi köpeklerin yas duygusunun temelinde hangi duyguların olabileceğine dair ipucu veriyor. İki köpek birbiriyle iyi vakit geçirdiğinde birbirinin nerede olduğunu, hareketlerini, ruh halini merak etmeye meyilli olduklarında koşullar, biri öldüğünde yas tutmak için hazır demektir.”

        SYDNEY VE ANGEL’IN HİKÂYESİ

        Yıllarını bu araştırmalara ve çalışmalara veren King, köpeklerin diğer köpeklerin ardından yas tutmasıyla ilgili karşısına çıkan onlarca hikâyede şu üç güçlü karakteristiğin özellikle öne çıktığını düşünüyor: Sevgi, sadakat ve acıma duygusu. Bu tespiti doğrulayan, kendi yakınlarından birinin yaşandığı bir köpek hikâyesi daha var kitapta.

        Connie Hoskinson, 16 yıldır Sydney isimli ipek tüylü teriyeri ile yaşıyordu. Connie ve Sydney, her gün 45 dakika boyunca Virginia’nın eteklerinde dolaşır, karşılaştıkları komşularına ve arkadaşlarına selam vermeyi ihmal etmezlerdi. Evde ise Sydney, Connie’nin eşi George’u tercih ederdi.

        George’un sağlığı kötüleşmeye başladığında Sydney’nin ona bağlılığı daha da arttı. George, ömrünün sonlarına doğru artık yattığı yataktan veya kanepeden doğrulamıyordu. Ve Sydney de günlük faaliyetlerini onunla birlikte kalacak şekilde yeniden düzenlemişti. Oyuncaklarını doğrudan George’un kucağına getiriyor, gündüz uykularını George’a göre ayarlıyordu ki böylece birlikte kıvrılıp uyuyabiliyorlardı.

        Sonra bir gün George öldü. Bu değişim Connie kadar Sydney için de zor bir süreç oldu. Neredeyse bir yıl boyunca Connie ile hiçbir şey yapmadı. Sonra düzeldi, Connie’nin ruh haline daha dikkat eder oldu. Mesela Connie’nin ağladığında ellerini yüzüne götürme alışkanlığı vardı. Sydney bu hareketten endişelenip Connie’nin ellerini yüzünden çekmeye çalışıyordu.

        Sydney 13 yaşındayken Connie yeni bir köpek daha sahiplendi. Bu maltız cinsi, Angel adında yetişkin bir köpekti. Sydney’nin hayatı bir kere daha değişti. Bu yeni arkadaşının varlığından o kadar büyük mutluluk duydu ki yatağını bile değiştirdi ve Connie’nin yatağı yerine Angel’ın yattığı mutfağa gitmeye başladı. Tam üç yıl birlikte uyudular; Sydney mavi köpek yatağında, Angel ise pembe köpek yatağında…

        Fakat bir gün Angel da ani bir kalp krizinin ardından öldü. O gün Sydney, başını Angel’ın cansız bedeni üzerine yasladı. Sonraki üç hafta boyunca evin her yerinde arkadaşını aradı. Bir seferinde Connie, onu Angel’ın pembe yatağını yıkamak üzere götürdüğü çamaşır odasında buldu. Sydney, yatağı ittirmiş ve Angel’ı aramıştı. Daha sonra daha az yemek yemeye başladı ve bu durum üç hafta boyunca gittikçe kötüleşti. Veterinerin bütün tavsiyelerine, Connie’nin şefkatine ve önerdiği her tür yemeğe rağmen Sydney kilo kaybetti. Connie bir sabah uyandığında onu ölmüş halde buldu…

        SON: ANCAK KİMSE HATIRLAMADIĞINDA…

        Yer yer, konuyla ilgili istatistikler de var kitapta. “Hayvanlara Karşı Şiddeti Önlemek İçin Amerikan Toplumu” isimli kuruluşun “Arkadaş Hayvanların Yası” isimli projesinden gelen istatistikler, aynı ev içinde birlikte yaşadığı bir köpeğin ölümünün ardından geride kalan köpeklerin üçte ikisinin olumsuz davranışsal değişimler gösterdiğini ve bu değişimlerin altı ay kadar sürebileceğini gösteriyor. İştahın azalması, halsizlik ve volta atmak veya “ilgi delisi” olmak gibi kaygılı davranış bozukluklarının bir köpek sahibinin farkında olması gereken hususlar olduğu söyleniyor. Çözüm önerileri de var. Mesela yas tutan bir köpeğe düzenli egzersiz yaptırmak, oyuncaklarını ve ödüllerini arttırmak, daha düzenli ve yeni bir eğitim sunmak onlara yardımcı olabilirmiş. Antidepresan önerileri bile var ama ben bu konuya hiç girmeyeceğim!

        King’in farklı hayvanlarla ilgili kitapta paylaştığı örnek hikâyeler, geniş bir yaşam, ölüm, sevgi ve kayıplar ağında kendi tecrübelerimizle ilgili tekrar düşünmemizi de sağlıyor. Veya kendimizin ölümü nasıl algıladığını… Alexander McCall Smith’in “The Charming Quirks of Others” adlı kitabında bir filozof olan Isabel isimli karakter, sevgilisi Jamie’ye Horatius’tan bir alıntı yaparak şöyle diyor: “Hiçbir zaman tam olarak ölmeyeceğim.” Sonra da ekliyor: “Ancak beni hatırlayacak kimse kalmadığında tamamen ölmüş olurum.”

        Kitapta anlatılan hikâyeler, hayvanların da benzer bir “duygu”ya sahip olduğunu gösteriyor sanki…

        Not: (Bu kitabın ardından veya öncesinde, daha önce sitede yazdığım, Lars Svendsen’in Redingot Yayınları’ndan çıkan “Hayvanları Anlamak” kitabını da okumanızı öneririm)

        *

        İKİ TAVSİYE

        Taciz, tecavüz ve yaşamımızdan eksik olmayan sayısız benzer hikâye… ABD’li kadın yazar, #MeToo hareketiyle alevlenen tartışmaların göbeğinde, kötüye giden ilişkilerin vardığı en karanlık noktaları cesurca anlatıyor. İclal Aydın ise üç kız kardeş, Türkân, Dönüş ve Derya’nın hikâyesini, Ayvalık’ta kaldığı yerden devam ettiriyor.

         Bunu Sen de İstiyorsun (Kristen Roupenian / İthaki)
        Bunu Sen de İstiyorsun (Kristen Roupenian / İthaki)
        Kalbimin Can Mayası (İclal Aydın / Artemis)
        Kalbimin Can Mayası (İclal Aydın / Artemis)

        Diğer Yazılar