Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kökleri Ingmar Bergman'a, R. W. Fassbinder'e kadar giden ve Michael Haneke'nin “Funny Games”i (1997) ile 2000'li yıllar Avrupa sinemasını derinden etkileyen adı konmamış bir gelenek olduğunu düşünürüm hep. Seyirciyi rahatsız etmeyi hedefleyen, hazmı zor filmlerdir bunlar... “Köpek Dişi”nin (Kynodontas - Dogtooth) de bu gelenekle güçlü bir bağı olduğu söylenebilir. İçinde seks, şiddet, kan, ensest içeren rahatsız edici birçok sahne olması bir yana, hikâyesi itibarıyla anaakım sinemaya alışkın seyirciler için işkenceye dönüşebilecek bir film... Öncelikle karakterlerle duygusal bağ kurmak çok zor. Ayrıca film boyunca aklınıza takılan birçok sorunun yanıtı finalde dahi verilmiyor...

        Özellikle ilk bölümde neler olduğunu idrak etmeniz mümkün değil. Şehir dışında yaşayan varlıklı bir ailenin hayatından manzaralar seyrettiğimizi anlamak bile biraz vakit alıyor... Baba (Christos Stergioglou) fabrikada yönetici. Anne (Michele Valley), ev kadını. Üç genç çocuktan ikisi kız (Angeliki Papoulia ve Mary Tsoni), biri erkek (Hristos Passalis)... Üçünün de köpek dişleri düşene kadar evden çıkması yasak. Dünyadan uzak bir şekilde büyütüldükleri belli... Çitin ardında onları bekleyen birçok tehlike olduğu öğretilmiş onlara. Sözgelimi, kediyi canavar olarak biliyorlar. Telefonun varlığından habersizler, televizyon seyretmiyorlar. Videoları var ama orada da sadece aile filmlerini seyrediyorlar. Anne ve baba onlara birçok kelimeyi, kavramı kasten yanlış öğretmiş. Telefon başka bir anlama geliyor. “Zombi nedir?” diye sorduklarında “küçük sarı çiçek” diye yanıt alıyorlar... Dolayısıyla, film boyunca aralarında geçen konuşmalara da pek güven duyamıyoruz çünkü kelimelerin onlar için ifade ettiği anlamı tam olarak bilmiyoruz. Zaten filmde diyaloglardan ziyade eylemler daha önemli...

        Hikâye, kurulu düzenin bozulması üzerinden ilerliyor... Baba oğlunun cinsel ihtiyaçları için eve Christina (Anna Kalaitzidou) adlı genç bir kadın getiriyor. Christina'nın varlığı, sözleri ve çantasında taşıdıkları, aile düzenini ufak ufak sarsmaya başlıyor.

        “Köpek Dişi”ne alt metinler, yani görünen hikâyenin altında yatan gizli anlamlar üzerinden baktığımızda “dışa kapalı”, “korumacı” aile düzeninin bir eleştirisini görmek mümkün. Şiddet kullanmaktan kaçınmayan baba, her şeyiyle zorba iktidarı temsil ediyor. Çocuklarını istediği gibi büyütmek için onları sadece eve hapsetmiyor; gerçeklik algılarını da kendisi belirliyor. Baba ile anne birlikte sadece iktidarı değil paranoyayı, deliliği de temsil ediyorlar. Çocuklar sonuçta kurulu düzenin esiri ve kurbanı olarak çıkıyorlar karşımıza. “Köpek Dişi” için dolaylı yoldan ebeveynliğin önemi üzerine bir film diyebiliriz. Çünkü ebeveynler delilikleri ve sapkınlıklarıyla çocuklarını istedikleri gibi şekillendirebiliyorlar, bir noktadan sonra geri dönüşü olmayan trajik sonuçlara yol açıyorlar.

        Filme genel anlamda korumacılığın, muhafazakârlığın eleştirisi olarak da bakılabilir. Evin sınırlarını, bir ülkenin ya da Batı dünyasındaki üst orta sınıfların yaşam alanı olarak görmek mümkün... Filmdeki ebeveynlerin, çocuklar karşısında hep dengeli, tutarlı durması ve her şeyi son derece sistemli, soğukkanlı, yasaları andıran kurallar üzerinden uygulaması, Yorgos Lanthimos'un meseleyi sapkın ana-baba meselesinin ötesine taşımak istediğini gösteriyor. Ev kendi kuralları, dili ve gerçekliğiyle dış dünyadan bağımsız bir yer... İşte bu nedenle filmi çağdaş toplumlardaki çekirdek aile eleştirisi olarak görmek de mümkün... Özetle bir çok okumaya, analize açık bir film bekliyor sizi.

        Bu arada, bu filme özel bir Michael Haneke etkisinden söz etsek de Lanthimos'un Bunuel sinemasıyla uzak akrabalığını ihmal etmemek gerek. “Köpek Dişi”, “The Lobster” ve “Kutsal Geyiğin Ölümü” gibi, içgüdülerin, bilinçdışı korkuların yönettiği bir rüya ya da kâbus gibi tasarlanıp çekilmiş bir film. Bütün film, hastalık derecesindeki korumacılığın, tutuculuğun, değişimin önünü almak isteğinin varacağı en uç ve delice noktayı yansıtan bir gündüz düşüne benziyor.

        Lanthimos, anlatımını da evdeki kurallara paralel olarak sınırlamalar üzerine kurmuş. Çocukların gözlerine bant takarak annelerini aradığı oyun sahnesi dahil birkaç bölüm dışında genelde kamerasını pek hareket ettirmiyor. Seçtiği açıyı hiç bozmaması, kameranın oyuncuları ya da hareketleri izlemeden sabit durması ve bazen görmek istediğimizi bize göstermemesi sadece rahatsız edici değil, aynı zamanda filmle aramıza bir mesafe koyuyor, bakış açımızı sınırlıyor.

        Açıkçası “Köpek Dişi”ni sevdiğimi, çok beğendiğimi söyleyemem. Alt metinlerine, orijinalliğine bir itirazım yok ama her şey çok abartılı bir düzeyde ele alınıyor. “The Lobster” özellikle hikayesi itibarıyla bence çok daha olgun, sağlam bir film. “Köpek Dişi” ise seyirciyi rahatsız etme, hatta onu yumruklama konusunda Haneke'yle yarışmaya niyetlenmiş bir yönetmenin filmi gibi geldi bana. Çok yeni bir şey söylediğini de sanmıyorum. Sadece alternatif, yenilikçi filmlerden hoşlananlara önerebilirim.

        Filmin notu: 6.5

        Beyaz Diş'in yaşam mücadelesi

        “Beyaz Diş”in (White Fang) en sevdiğim sahnelerinde, annesinin kucağında yatan, küçük, şirin kurt köpeği yuvasını heyecan ve merak içinde terk ediyor; ormandaki hayatı keşfetmeye çalışıyor. Ne var ki, bir süre sonra hayat onun için, Kuzey Amerika'nın sert kışında verdiği acımasız bir ölüm kalım mücadelesine dönüşüyor. Aslında bir büyüme öyküsü bu... Beyaz Diş önce vahşi doğayı, sonra insanların dünyasını tanıyarak büyüyor. İkisi de birbirinden zor. Hayatının bazı dönemlerinde sevgi ve güven hissiyle yaşıyor. Bazı dönemlerinde ise hiç sevgi görmeden, hiç kimseye güvenmeden tek başına ayakta durmaya çalışıyor.

        Amerikalı yazar Jack London'ın ilk kez 1906'da yayımlanan romanından uyarlanan film, “beyaz adamların” para kazanma hırsıyla altına hücum ettiği ve bütün bunların Kuzey Amerika'daki sosyal hayatın dengesini bozduğu bir dönemde geçiyor. Beyaz Diş insanlardan hem sevgiyi hem nefreti görüyor... Doğayla uyum içindeki Amerikan yerlilerinin yanında kızak köpeği oluyor... Açgözlü, kötü ruhlu bir adamın eline geçiyor ve köpek dövüşlerine katılıp yenilmez bir şampiyon oluyor... Sonra korkunç patronundan kurtulup yeniden özgürlüğü ve sevgiyi buluyor... Film, en zor koşullarda ayakta durabilmek, sevgiye inanmakla ilgili bir hikâye anlatıyor. İnsan köpek dostluğu ise filmin temel motifi...

        Jack London'ın romanında Beyaz Diş'in annesiyle birlikte verdiği yaşam mücadelesi sırasında vahşi doğanın acımasızlığı, sertliği ayrıntılarıyla gösterilir. Filmde ise sertlikten, şiddetten, kandan uzak duruluyor. Özellikle köpek dövüşü sahnelerinde doğru bir kararla neredeyse hiçbir şey gösterilmiyor; dövüşlerin sadece başlangıcı ve sonucu veriliyor...

        2014 yılında “Mr. Humlot” isimli filmi ile en iyi kısa animasyon Oscarı'nı kazanan Alexandre Espigares'in yönettiği “Beyaz Diş”in, uyarlama konusunda en önemli avantajı kuşkusuz animasyonun imkânları... Gerçek hayvanlarla, sözgelimi yavru bir kurt köpeğiyle filmdeki sahneleri çekmeniz mümkün değil. Jack London kitabın birçok bölümünde öyküyü Beyaz Diş'in gözünden anlatır. Sadece doğanın vahşetine değil, insanların acımasızlığına da onun cephesinden bakar... Dolayısıyla, London'ın romanının sadık ve gerçekçi bir uyarlaması için animasyonun en iyi format olduğu söylenebilir.

        Yönetmen, hayvanları daha gerçekçi anlatırken insanları ise içlerindeki kötülüğü ya da iyiliği açığa çıkartan tarzda, biraz da hayvanların bakış açısınndan resimlemiş... Fransa, Lüksemburg, ABD ortak yapımı “Beyaz Diş”i çocuklarıyla birlikte bir film seyretmek isteyenlere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

        Filmin notu: 6

        Diğer Yazılar