Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Birkaç gün sonra 7 yaşına girecek olan oğluma her gece yatmadan önce mutlaka bir masal okuyorum. Okuduğum her masaldan sonra çocuk, ben söylemeden son cümleyi kendisi söylüyor:

        “Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar!”

        Çocuk bile biliyor; mutlu sonla bitmeyen masala masal denmez. Çünkü çocuklara umut lazım. Her gece yatmadan önce bir nebze umut iyi gelir, büyütür onları.

        Bugün yılın son günü... Yarın yeni yıl başlıyor. Herkes herkese “mutlu yıllar” diliyor; yeni yılın mutluluk getirmesini temenni ediyor.

        Çoğumuzunki bir temenni biliyorum... Ama hepimiz mutluluğun yeni bir başlangıçla geldiğine inanarak sarılıyoruz o temenniye...

        Hepimizin bir diğerimiz için dilediği, hiçbir şeyde davranmadığımız kadar cömert davrandığımız bu sihirli kelime neyi anlatıyor dersiniz bize?

        Neye bağlıdır mutluluk, onu kim kaybetmiş ki bir başkası bulsun? Tarihin hangi döneminde girdi hayatımıza, çıkacağı bir an var mı? Ve neden ille de yeni bir başlangıçla özdeşleştiriyoruz onu?

        Biz asri zamanlarda sıcacık evlerimizde yaşayanlar, misal bundan 30 bin yıl önce mağaralarda yaşayan atalarımızdan daha mı mutluyuz dersiniz?

        Ayda rüzgâr yok, bu yüzden Neil Armstrong’un ilk adımının ayak izi hâlâ duruyormuş orada, ilk günde olduğu gibi sapasağlam hem de... Bundan 30 bin yıl önce misal Chauvet Mağarası’na elinin resmini kazıyan isimsiz avcının eseri de... Kâinat var oldukça, ikisi de duracak oralarda bu durumda.

        Harari, bugünlerde kimsenin elinden düşürmediği kitabı “Sapiens”te şu suali soruyor gayet haklıca:

        Eğer Ay’a ilk ayak basan Armstrong, bundan 30 bin yıl önce mağaraya elini çizen isimsiz ilkel avcıdan daha mutlu ölmediyse; bütün bu tantanaya, bu sanayi, bu bilişim devrimlerine, bu kanlı savaşlara, bu şaaşalı hayatlara, bu altüst oluşlara, bu depremlere, onca kavgaya, onca baş ağrısına, onca gözyaşına, onca sevince, inşa edilmiş, sonradan yıkılmış onca şehre, kurulup yıkılan imparatorluklara, piramitlere, onca yasaya, anayasalara, hayat kurtaran tıbba, bilimsel gelişmelere, canlı bombalara, diri diri yakılan insanlara, vaat edilen özgürlüğe, muhayyel demokrasiye, sömürü düzenine, özgür gelecek vaadine, sinemaya, edebiyata, şiire, müziğe ne gerek vardı sahiden?

        Sorunun cevabı yok bende ama bir şeyler daha söylemeden bir parantez farz oldu burada.

        Neil Armstrong dedim de... 20 Temmuz 1969’da arkadaşı Buzz Aldrin’le birlikte ilk defa Ay’a ayak basacak Neil Armstrong ile astronot arkadaşları Vahşi Batı’da, Ay’a benzer bir çölde eğitim gördüler. Burası bir Kızılderili bölgesidir. Bir Kızılderili şefi ile astronotlar arasında geçen güzel bir hikâyeyi, yine Harari aktarıyor bize.

        Çölde bir ileri bir geri gidip gelen o yaratıkları görünce, ormanın derinliklerinde onları gözleyen Kızılderili Şefi saklandığı yerden çıkar, gider yanlarına, günlerdir burada ne yaptıklarını sorar. Astronotlar da, yakında Ay’a gideceklerini, o yüzden burada talim gördüklerini söylerler. Kızılderili Şefi, bu habere çok sevinir. Kızılderililer Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanırlar. O yüzden Şef astronotlara, giderlerse eğer oraya oradakilere bir mesaj iletmelerini ister. Astronotlar da kabul eder, Şef kendi dilinden bir şeyler söyler, astronotlar hiçbir şey anlamaz, uzun süre uğraşarak sözü ezberlerler. Sonra da anlamını sorarlar, Şef anlamını söylemeyeceğini, bu mesajın kendi kabilesiyle Ay’daki kutsal ruhlar arasındaki bir sır olduğunu söyler. Astronotlar şefin mesajını üsse getirirler, çözmesi için yerlilerin dilini bilen birisi bulurlar. Herkes merakla gizli mesajın anlamını beklerken, çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. Sakinleşince de astronotların büyük bir dikkatle ezberledikleri mesajın anlamını açıklar onlara:

        “Bu adamların size söylediği hiçbir şeye sakın inanmayın. Topraklarınızı çalmaya geldiler!”

        İki yüz küsur yıl önce ipini koparmış bir sürü ipsiz sapsızın uçsuz bucaksız denizi aşarak gelip “topraklarını çaldıkları” mutlu Kızılderililer, başka bir “mutluluk arayışı” peşindeki beyaz adamın gelişiyle birlikte mutluluklarından oldular; mutlu yaşamak için oraya gidenler ise bulabildikleri mısır, fasulye, domates, kabak gibi hayati yiyecekler ve küpler dolusu altınla birlikte geri geldiklerinde kime “mutluluk” getirdiler dersiniz?

        Hayatımıza giren her yenilik, vuku bulan her devrim bize daha büyük bir mutluluk vaat ederken tam tersi oldu galiba, yeni mutsuzlukların da sebebi oldu bütün bu muazzam gelişmeler.

        “Devrim, devrim” diye diye bize gelecekte daha mutlu günler vadedenlerin, misal 17 Ekim Devrimi’nin sonuçlarını çok iyi idrak ettiklerini sanmıyorum. Bolşevikler Çar’ı devirdiler, milyonlarca zenginin kafasını kestiler, bütün toprakları devletleştirdiler, her şeyi işçilerin, fakirlerin hizmetine verdiler, hülasa milyonlarca insanı öldürerek milyonlarca insana “mutluluk” getirdiklerini söylediler. Ama aradan çok geçmedi, devrimden önce Çar’dan nefret edenlerin sayısı ne kadarsa, Stalin döneminde de ondan nefret edenler bir o kadar, belki de daha fazlaydı.

        Demek ki mutluluk, vaat edilerek getirilen bir şey değildir.

        Nedir peki?

        Mutluluk, bir insanın hayatını “anlamlı ve değerli” görüp görmediğiyle ilgili bir şey olmalı. Etrafınıza bakın şöyle, elinizi sallasanız önemli insana değecek, ama değerli insanın sayısı o kadar az ki... Hayatlar da böyle... Hayatınız birilerinin gözünde “önemli” mi, sizin gözünüzde “anlamlı ve değerli” mi? Bu soruya cevap bulduğunuzda “mutlusunuz” bence. Hani feylesof Nietzsche’nin vecizesindeki gibi, “yaşamak için bir sebebiniz varsa, her şeyle baş edebilirsiniz.”

        Anlamlı bir hayatınız varsa, hiçbir şeyiniz yoksa da mutlusunuz; ama hayır anlamsız bir hayat sürdürüyorsanız, her şeyiniz olsa bile mutsuzluk içinde debelenip durursunuz.

        Herkes gibi yaşıyorsanız ama hiç kimse gibi değilseniz, içiniz rahat olsun, mutlusunuz!

        Hep birlikte mutlu bir hayat aramak... Zor!

        O halde mutlu yıllar hepinize!

        Diğer Yazılar