Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin bulunduğu Çukurcuma semtine, çok sonra müze olacak olan evin satın alınmasından beş sene önce, 1992 yılında taşındım. Oturduğumuz ev, müzeye çok yakındı.

        Sonra aynı semtte başka bir mahalleye, bu kez Orhan Pamuk’un başta yazıhane, şu anda ev olarak da kullandığı apartmanın yakınında bir yere taşındım.

        Çok uzun yıllar komşu kaldık.

        Çoğu zaman aynı sokaklarda karşılaşıyor, birbirimize gidip geliyorduk.

        Dostluğumuz hala sürüyor. “Elli yaşından sonra eğer beş dostun kaldıysa onlar en kıymetlileridir” derler ya, Orhan Pamuk o beş dosttan birisidir benim için.

        Her görüşmede yanından biraz daha zenginleşmiş olarak ayrılırım.

        *

        Eserleri içinde “Masumiyet Müzesi”ne -hem romanına hem de müzesine- çok kıymet verir. Çok emek vermiş olması değildir bu eserine verdiği özel önem, yazar olarak dünyada kimsenin yapmadığını yapmış olması da değil; bu iki şeyin yanında yarattığı şeyi kendisinden sonra da yaşatma çabasıdır daha çok.

        O yüzden romanın kaderini müzenin kaderine, müzenin kaderini romanın kaderine bağlamış. Bundandır; romanla ilgili gelen her dizi veya sinema filmi teklifine çok ihtiyatlı yaklaşır. En küçük bir hatanın müzesini zarar vereceğini düşünür. Üstüne titrer, onu en önemli eserlerinden birisi olarak görür.

        Dünyada en çok satan romanı budur. Bu eserle yaptığının dünya edebiyatında başka bir örneği yoktur. Daha önce “müze romanlar” yazıldı ama bir romanın içinde rol alan eşyaların sergilendiği bir müzeyi ilk defa Orhan Pamuk açtı.

        Roman mı müzedir, müze mi roman sorusunun cevabını edebiyat fakültelerinde okuyan öğrencilere tez konusu olarak bırakalım; müze için bir yer arama gününden romanın yayınlandığı ana kadar birçok aşamasına tanıklık etmiş birisi olarak, hafta sonunda basında çıkan “Masumiyet Müzesinde korkutan yangın” haberini okuduğum anda sanki o yangın benim evimde çıkmış gibi bir hisse kapıldım.

        Sonra bodrumda bulunan jeneratörde kaynaklı yangının müzeye önemli bir zarar vermediğini, çok çabuk kontrol altına alındığını öğrendim, az biraz rahatladım.

        Bu yazıyı yazmadan önce gidip yangının verdiği tahribatı görmek istemedim zira o tahribat ne kadar küçük olursa olsun, yaratıcısını ne kadar çok üzdüğünü tahmin edebiliyor, bir de ben yerinde üzülmek istemiyorum.

        Allah korusun, eviniz yanar yenisini yaparsınız, ama içinde yanan sizin hatıralarınızsa, hafızanızsa eğer, onun yerine hiçbir zaman yenisini koyamazsınız.

        Masumiyet Müzesi’nde 1950-2000 tarihleri arasında İstanbul’un elli yıllık hafızasının çok önemli eşyalarının koleksiyonu var.

        Hepsini Orhan Pamuk tek tek sağdan soldan, çoğunu aile evlerinden toplayarak oraya getirdi.

        Hepsine kendi romanı gibi baktı, gözü gibi korudu.

        Anlatılması güç bir eserle birlikte var etti, bir romanın içinde bize önce o eşyaları okuttu, sonra okuttuklarını götürüp orada sergileyerek bize gösterdi.

        *

        1996 yılının kışıydı sanırım. Yağmakla, yağmamak arasında kararsız bir hava vardı Cihangir’de. İstanbul’un bütün kirli havası Çukurcuma’nın çukurunda birikmişti sanki. Dükkanlar yeni yeni açılıyordu. O saatte sokakta ne işim vardı hatırlamıyorum.

        Bir köşede aniden Orhan Pamuk çıktı karşıma. Onun ne yaptığı belliydi:

        “1996 ile 2000 yılları arasında, sabahları kızımı okula götürürdüm. Onu Tophane’nin arkasındaki (Keskinlerin evinden 300 metre uzakta) –Keskinlerin evi şimdiki Masumiyet Müzesi MK- okulun kapısına bıraktıktan sonra, Beyoğlu Çukurcuma, Firuzağa ve Cihangir’in arka sokaklarında, o gün yazacağım şeyleri (Benim Adım Kırmızı, Kar) düşüne düşüne yürüyerek yazıhaneme giderdim. Sabahın serinliğinde, dükkanlar yeni yeni açılır, fırından ekmek ve simit kokuları gelir, hızlı hızlı yürüyen öğrenciler okullarına yetişirken, bu sokaklarda yürümekten çok zevk alırdım.”

        Bu sokaklarda, dükkanların vitrinlerinde, kapı önüne açılmış tezgahlarda gördüğü her şey ona buralarda geçen ilk gençlik yıllarını hatırlatır, ta o yıllarından kalma o eşyaların eski parlaklığını yitirmeden hala buralarda dolanıyor olmalarından zevk alır, onları toplu bir yerde bir çerçeve içine koyup sonsuza kadar saklama hayallerini kurar.

        “Bu dükkanlardan küçük eşyalar almayı, onlarla bir ev-müze yapmayı bu sıralarda düşündüm. Müzeye çevrilecek eski ve satılık bir ev almak için, bu sokaklarda bir dönem uzun uzun gezindim.” (O. Pamuk, Manzaradan Parçalar, İletişim Yayınları, s.410)

        Karşılaştığımız gün, anlattığı o günlerden birisi olmalı.

        Selam sabahtan sonra takılmak için sordum:

        “Yazıhaneye geç kalmadın mı?”

        Zira sabahın çok erken saatinde yazıhaneye gittiğini, telefonu fişten çektiğini, akşama kadar sadece iyi bir paragraf yazmak için uğraştığını, o gün beğendiği bir sayfa yazdıysa eğer kendini ödüllendirmek için bir arkadaşıyla yemeğe çıktığını, yazmaktan başka hiçbir şey düşünmediğini biliyordum.

        “Bir ev arıyorum,” dedi.

        “Evin var ya, deniz manzaralı,” dedim.

        “Oturmak için değil, bir roman için lazım olacak,” dedi sırrın bir kısmını gizleyerek.

        Bir şeyler anlatmak istiyor ama tam anlatmıyordu. Yine biliyordum, Orhan Pamuk yazmayı düşündüğü veya yazmakta olduğu romanı arkadaşlarına anlatmayı seven bir yazar değil. Bazı yazarlar öyle değil, yazmadan önce uzun uzun anlatırlar, ama Orhan Pamuk zinhar anlatmaz, anlatırsa yazamayacağını düşünür, çok ısrar edersen küçük birkaç cümleyle biraz ucundan koklatır, daha çok ısrar edersen yazdıklarının içinde beğendiklerinin küçük bir kısmını sana okur o kadar.

        Israr ettim:

        “Romanlarını şimdiki yazıhanende yazıyorsun ya...” dedim onu anlatmaya teşvik etmek için.

        Birazcık anlattı:

        “Bir roman-müze fikri var kafamda. Romanda geçen eşyaların toplandığı bir müze...”

        “Bir emlakçı tanıdığım var. Beraber ona gidelim mi?” dedim ama söylediği şeye hiçbir anlam veremedim. Israr etmenin anlamı yoktu, belli ki daha fazlasını anlatmayacaktı.

        Küçükparmak Sokağın bitiminde, tarihi bir apartmanın en alt katındaki Emlakçı Metin’in dükkanına doğru yürüdük.

        “Arkadaşım Orhan Pamuk Çukurcuma’da eski bir ev arıyor,” dedim Metin’e.

        Metin, Orhan Pamuk’u hemen tanıdı. Hayır romanlarını okuduğu için değil... Başka bir emlakçı arkadaşı şu andaki evini ona satmış, bunu da semtteki bütün emlakçılara anlatmış gururla, oradan biliyordu.

        (Anekdotun tam zamanı... Hikayeyi rahmetli Halit Çapın anlatmıştı. Vaktiyle Halit Abi, Cahit Irat ve Erol Günaydın Beyoğlu’nda bir pavyona gitmişler. İçip eğlenirlerken bir konsomatris yanaşmış masalarına. Oturur oturmaz da Erol Günaydın’ın yanağından bir makas almış, “Ne haber Erolcum?” diyerek hal hatırını sormuş. Bu durumu gören Cahit Irgat, sosyalistliğin verdiği heyecanla, “Beni tutmayın, ben amuda kalkacağım” demiş. Cahit Irgat büyük sevinç karşısında hep amuda kalkarmış. Halit Çapın durdurmaya çalışmış, nafile. Cahit Irgat, “Bir pavyonda, emekçi bir kadın, tiyatrocu Erol Günaydın’ı tanıdı, demek halkımız tiyatroya gidiyor, devrim çok yakındır dostlar, ben amuda kalkmayayım da ne yapayım,” diye sevinçten yerinde duramıyor. Bunun üzerine Halit Çapın konsomatrise, “Sen Erol Günaydın’ı nereden tanıyorsun?” diye sormuş. Konsomatris, “Bunu mu, geçen gün Kapalıçarşı’da bana bir halı sattı” demiş. Erol Günaydın meğerse oyunculuğun yanı sıra ek iş olarak halı ticareti yapıyormuş çarşıda.)

        Emlakçı Metin’in elinde birkaç bina vardı. Vakti olduğunda gösterebilirdi Orhan Pamuk’a.

        Orhan’ın her şeyi ne kadar kılı kırk yardığını biliyordum. Hemen gösterilen ilk evi satın almayacağını da... Galiba Metin’le çok dolaştılar, en sonunda romanda “Keskinlerin Evi” olarak geçen, şu anda Masumiyet Müzesi olan eski evi beğenmiş almış.

        Metin günün birinde bana Orhan’ın satın aldığı evi gösterdi.

        *

        Orhan Pamuk evi aldıktan sanırım dört yıl sonra romanı yazmaya başladı. 2001 yılında bir yandan romanı yazarken, bir yandan da evde tadilat başladı.

        Romanın yazımı 8 yıl sürdü. Kitap çıktı ama Masumiyet Müzesi bir türlü bitmedi. Romanın yayınlanmasından 4 yıl sonra 2012 yılında müze kuruldu. 2014 yılında da “Avrupa’da Yılın Müzesi” ödülünü aldı.

        Müze, bir romanın kurmaca dünyasından yola çıkarak oluşturulan dünyada ilk ve tek müzedir.

        *

        Roman, bütün zamanların en etkili açılış cümlelerinden birisi olan, “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle açılır. Romanda, 1975’te bir bahar günü başlayıp günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun’un hazin aşkı anlatılır.

        Birinci tekil şahıs zamiriyle Kemal düştüğü aşkın bütün hallerini anlatır bize. Yıllar yılı Füsun’un dokunduğu her şeyi biriktirmeye başlar. Tıpkı Orhan Pamuk’un yaptığı gibi... Orhan Pamuk romanı düşünürken ve yazarken eski eşyaları biriktirmeye başlar Kemal’e koşut olarak. Kemal’in amacı Füsun’dan artakalan eşyayı sergileyeceği bir müze açmak; Orhan’ın amacı kahramanı Kemal’in biriktirdiği eşyalardan bir müze açmak.

        Yazar ile kahramanın yolları kitabın sonuna doğru kesişir. Kemal, hikayesini yazsın diye gidip yazar Orhan Pamuk’u bulur. Zaten Orhan’la Füsun tanışıyorlar, romanda anlatılan Hilton Oteli’nde yapılan görkemli nişan töreni sırasında, Orhan Pamuk Füsun’la dans etmişti, o nişan törenin Orhan Pamuk’un önceki romanlarının kahramanlarından Cevdet Bey var, hatta Kara Kitap’ın kahramanı Celal Salik bile var...

        Kemal ile Orhan anlaşır, Kemal hikayeden çok müzeye önem verir. Müzenin bütün ayrıntılarını Orhan Pamuk’a anlatır. Kalabalık gruplar içeri alınmayacak, gezenlerin her ayrıntıyı özümsemelerine önem verilecek, hatta müzenin içinde öpüşme serbest olacak, müze bir erkeğin nasıl tutkuyla sevdiğinin müzesi olacak.

        “Müzemin mantığının, sergi alanını her noktasından bütün koleksiyonun, diğer vitrinlerin, her şeyin gözükmesi olduğunu sakın unutmayın Orhan Bey,” der Kemal ve devam eder:

        “Her yerden aynı anda bütün eşyalar, yani bütün hikayem görülebildiği için, müzegezer Zaman duygusunu unutacaktır. Hayatta en büyük teselli budur. Kalpten gelen dürtülerle yapılmış ve iyi kurulmuş şiirsel müzelerde, sevdiğimiz eski eşyalarla karşılaştığımız için değil, Zaman kaybolduğu için teselli oluruz. Bunu da kitabınıza yazın lütfen. Bu kitabı size nasıl yazdırdığımı, sizin de onu nasıl yazdığınızı saklamayalım... Kitabımızın müsveddelerini, defterlerinizi de lütfen işleri bitince verin, sergileyelim. (...) Romanın sonuna lütfen bir harita koyun ki, meraklılar müzemizin yolunu İstanbul sokaklarında yürüye yürüye kendileri bulabilsinler. Füsun ile hikayemizi bilenler, sokaklarda yürürken, İstanbul’un manzaralarına baktıkça, benim her zaman yaptığım gibi elbette onu hatırlayacaklardır. Kitabımızı okuyanlara müzemize giriş bir seferlik bedava olsun. Bunun için kitaba bir de bilet koymak en iyisi. Kapıdaki görevli, elinde kitapla gelen meraklının biletini Masumiyet Müzesi’nin özel damgasıyla damgalayarak ziyaretçiyi içeri alsın.” (Masumiyet Müzesi, s.573-74)

        *

        Romanın yayınlanmasından, müzenin açılışına kadar aradan geçen dört sene boyunca Orhan Pamuk’a en çok sorulan, onun da en nefret ettiği soru, “Müze ne alemde, ne zaman açılıyor?” sorusu oldu. Bir türlü işler istediği gibi gitmedi. Önüne engeller çıktı. Bir yığın bürokratik ve teknik engeli aşıktan sonra nihayet 2012 yılında Masumiyet Müzesi resmen açıldı.

        Açılmadan önce ve açıldıktan sonra birkaç kez, satın alınmasında bir parça vesile olduğum evin önünden geçtim. Hatta, 2012 yılında, açılışından kısa bir süre önce, o zamanlar TRT için yaptığım “Memleket İsterim, Aydınların Gözüyle Türkiye” programının Orhan Pamuk bölümünü burada çektik.

        Bir erkeğin nasıl tutkuyla sevdiğinin müzesi olan Masumiyet Müzesi’nin önünden her geçtiğimde, koltuklarının altında, ellerinde çeşitli dillerde yayınlanmış değişik Masumiyet Müzesi romanı taşıyan, rengi, giyimi, teni, dili birbirinden farklı bir sürü insan görürüm.

        Dünyanın her yerinden, okudukları bir romanda kullanılan o eşyaların sergilendiği müzeyi görmeye geliyorlar.

        Başka bir dilde yazılmış, sevdiğim bir yazarın Türkçeye çevrilmiş bu kitaba benzer bir kitap okusaydım eğer, bir edebiyat delisi olarak ne yapar eder, o kitabın anavatanına gider, bu tuhaf eseri bir de gözlerimle görmek isterdim.

        Dünyanın her tarafından İstanbul’a, sırf bu müzeyi görmek için gelen o kadar çok edebiyat delisi var ki...

        Yangın korkutmasın da ne yapsın!

        Diğer Yazılar