Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dönüp arkasına baktığı zaman; hayat ne kadar uzun olursa olsun, yaşadığı hayattan hep memnun kalmış, mutlu biri olarak görülmek ister insan. O yüzden, hangi dönemde olursa olsun, çektirdiğimiz fotoğraflarda hep dudağımızın kenarında mutlu bir tebessümün izi vardır. O fotoğrafı çektiğimiz anda mutsuzsak bile, fotoğrafımızı çeken kişi, mutlaka o gülümseme için uyarır bizi. Biz de gayriihtiyari, denileni yapar, gülümseyerek bakarız objektife.

        *

        Oğlumun odasında bir çocukluk fotoğrafım asılıdır. Onun şimdiki yaşlarında olmalıyım o fotoğrafta.

        Fotoğraf siyah beyazdır. Gerisinde tül bir perde var. Tül perdenin önünde, altımdaki iskemleye (fotoğrafta görülmüyor) yan oturmuşum. Büyük bir ihtimalle fotoğrafı çeken, şehrimizin tek fotoğrafçısı Enver Abi (Özkahraman) beni böyle oturtmuş olmalı oraya.

        REKLAM

        Fotoğrafta mutlu bir çocuğum, ama mutluluğumu gösteren o fotoğraf gülümsemesiyok yüzümde. Galiba mutluluğumu dudağımın kenarındaki gülümseme değil de, gözlerimin içi vurmuş dışarıya.

        *

        “Haftalık fotoğraf”tır. “Vesikalık” çektirmiyorsan okul için, yani devlet istememişse senden fotoğrafını, bir iki arkadaşınla “boy” çektirmiyorsan hatıra olsun diye, böyle portre fotoğraflara “haftalık” diyorduk biz o zamanlar.

        Fotoğrafçı çeker, usta üzerinde çalışır, bazı gölgeleri koyulaştırır, bazılarını inceltir, uzun bir uğraş sonucu bir hafta sonra fotoğraf hazır olduğunda; böyle kemik renginde, kenarları saray mobilyaları gibi girintili çıkıntılı, üzerinde çiçek desenleri olan sert plastikten bir çerçeveye takar, öyle teslim ederdi sana.

        Anneler, ince işçilikle örülmüş göz nuru bir dantel koyar üzerine, evin duvarına görünür bir yere asılırdı.

        REKLAM

        *

        Çocukluğuma ait belki de tek fotoğrafım odur. Daha eskisi yoktur bende.

        50 yıllık fotoğrafın çekildiği an o kadar canlı ki hafızamda... Saçları kıvırcık bir çocuktum, kıvırcık saçlarımı sevmiyordum o zaman; düz olsun saçlarım, rüzgarda dalgalansın, yana yatırayım şöyle sinema artistleri gibi, öyle caka sata sata yürüyeyim sokaklarda istiyordum. Saçlarım hayallerimi toz buz ediyor, kendim için uygun gördüğüm havayı bütünüyle dağıtıyordu.

        O yüzden Enver Abi’nin iskemlesine oturmadan önce galiba dakikalarca ıslatarak düzleştirmeye çalışmışım saçlarımı, birazcık başarılı olmuşum ki, bir kısmı kulaklarımı örtmüş, bir kısmı da böyle kakül olup alnıma düşmüş. Geri kalan kısmı dalgalı duruyor tepemde.

        REKLAM

        *

        Üzerimdeki gömleğin rengi hiç çıkmadı aklımdan, giydiğim ilk gömlektir, sarıdır, ama siyah beyaz fotoğrafta beyaz görülüyor haliyle.

        O gömleği öğretmenlerim almıştı bana. Milliyet gazetesinin düzenlediği ilkokullar arası bilgi yarışmasında birinci olmuştum o yıl, 500 lira ödül kazanmıştım gazeteden, okulumuzun öğretmenleri de kendi aralarında para toplamış, hediye olsun diye gurur duydukları başarılı öğrencilerine o sarı gömleği almışlardı.

        REKLAM

        Hazır sarı gömleğim olmuşken, hazır param varken, o halde bir “haftalık fotoğraf”ım da olabilirdi!

        Haftalık fotoğraf çektirmek maliyetli bir işti, ortaokula başlayacağım o yıl için gerekli olan para çıktıktan sonra kazandığım paradan, bana kalan galiba sadece o haftalık fotoğrafın parasıydı.

        Yıllar yılı gezdirdim o fotoğrafı yanımda. Değiştirdiğim bir sürü evimin duvarını süsledi, en sonunda gelip böyle oğlumun odasında buldu yerini.

        *

        Babamın hiçbir fotoğrafı bende yoktur mesela. Bir tek vesikalığı vardı, herhalde şehre taşındığımızda aldığı arazinin tapusu için gerekmişti, cüzdanımda duruyordu, yıllar sonra NTV Yayınları arasında çıkan “Sizin Kahramanınız Kim?” kitabı için bir yazı sipariş edilince bana, babamı yazmış, o vesikalığı da editöre göndermiş, editör de Semih Poroy’a vermiş, o büyük sanatçı da o resme bakarak babamın karakalem bir portresini çizmişti. İşte o portre var bende şimdi, büyütmüş de çalışma odama asmıştım.

        REKLAM

        *

        Hiç şansım olmadı, kendimi hiç hiçbir zaman babama kanıtlayamadım. Ben oğlumun şu andaki yaşındayken bizi bırakıp gitti. Henüz ona anlatacak hiçbir başarı hikayem yoktu o gittiğinde. Olsun isterdim daha o yaşlarda ama...İnsan hep babasına kanıtlamak ister kendini çünkü. Her başarısında veya her dara düştüğünde onu görmek ister yanında. Yanında değilse baban, hayıflanırsın. Napolyon Bonapart imparatorluk tacını başına geçirirken, tören sırasında yanında bulunan kardeşinin kulağına eğilmiş, “Şimdi burada babam olmalıydı,” demiş.

        REKLAM

        *

        Birkaç sene evvel Paris’te dolaşırken bir sokak ressamı durdurmuştu bizi. Güzel çocuk, hadi izin verin de karakalem bir portresini çizeyim” demiş, biz de izin vermiştik. Bulutlar yağmura gebeydi, soğuk bir Nisan günüydü, biraz sonra hafif hafif serpiştiren yağmurun altında bir kenarda karı-koca-abla beklemiş, oğlumuz bir süre naylon muşambanın altında durarak ressama poz vermişti.

        Eve getirdik onu. Oğlum o portresini benim “haftalık” fotoğrafımın yanına asmış; babamın Semih Poroy’un vesikalığına bakarak çizdiği karakalem portresi ise benim çalışma odamda duruyor şimdi.

        REKLAM

        *

        Bazen babamın portresine uzun uzun bakar, yüzünü hayal etmeye çalışırım. Ölü bir insan yüzü canlanmıyor gözümde nedense. Ben bu odada yaşıyorsam, o da o çerçevenin dışında, sesin yankılandığı, yalçın dorukları karla kaplı dağlarla çevrili derin bir koyakta; benden, torunundan habersiz pasaport kanununu çiğneyerek, katırının yularını tutmuş, bize kaçak çay, anneme de fistanlık kadife kumaş almaya gidiyor sınırın öte yakasına.

        Daha da yaklaşıyorum. Semih Poroy’un oldukça canlı çizdiği gözlerini bana dikiyor, Benim şu anda bulunduğum dünya gerçek, senin yaşadığın dünyadır asıl geçici olan a be abdal oğlumdiyerek beni sarsıyor. Biraz daha yaklaşıyorum, pörsümüş dudağının kenarında bir tebessüm arıyorum yok; onun da o an yaşadığı şeyin adı neyse, gözlerine sirayet etmiş tıpkı benim fotoğrafımdaki halime benzer bir halde.

        REKLAM

        Ama o ölü, ben yaşıyorum işte.

        Ölüler yaşlanmıyor, -hele ağladıkları, güldükleri vaki değildir- hangi yaşta ölürse hep o yaşta kalıyor insan.

        Oğlumun gözünde yaşlı, babamın gözünde büyük bir ihtimalle hala çocuk olmalıyım.

        Biz ölüleri, öldükleri yaşta hatırlarız da, ölüler bizim hangi halimizi alıp götürürler beraberinde dersiniz? Belleğimi zorluyorum, hastalandığında söylediği çok kadim bir eski zaman türküsünü duyuyorum inceden inceye babamın ağzından bazen, yanına oturmuş içli türküsünü dinliyorum.

        REKLAM

        Belki de o anı alıp gitmiştir öte dünyaya, kim bilir!

        *

        Vardığım bu yaşta, ne olduysam oyum artık, bundan sonra benden başka da bir şey olmaz. Genç değilim yani, ne olduysam oldum, “olan” kişiyim anlayacağınız. Oğulum ise olacakolandır... (Bir de kızımız var tabi bizim. Kızlar bahsi ayrı bir bahis, baba-kız ilişkisi, çok benzemez baba-oğul ilişkisine... Hepten ayrı bir yazı konusu... belki de seneye, “anneler günü”nde...)

        Ben şimdi böylesi yazılar yazarak geçmişin anılarıyla büyütmeye çalışıyorum dünyamı yazı denilen meşguliyetle; oğlum ise geleceğin heyecanını taşıyor üzerinde bütün yaramazlığı, bütün ele avuca sığmaz uçarılığıyla. Ben oğlumun odasının duvardaki çocukluğuma ait fotoğrafıma bakarken, olduğum şey her ne ise, o uzun olgunlaşma yolculuğunun verdiği tatlı yorgunlukla “hayat, teşekkür ederim sana” diyorum büyük bir mutlulukla. Aynı fotoğrafa oğlum bakarken, muhtemelen yapacaklarına gidecek onun aklı. Belki bir salgın hastalığa aşı bulacak, belki “Suç ve Ceza”ya benzer bir yeni roman yazacak, belki de “Guernica”ya benzer bir tablo yapacak veya bilemediniz 9. Senfoninin devamını besteleyecek, bilinmez ki! Belki de bunlardan hiç birisi yapmadan, bu dünyada pek bir iz bırakmadan yaşlanacak; onu da bilmiyorum.

        REKLAM

        Ama her ne yaparsa yapsın, başarısız olduğunda teselli etsin diye; istediği şeyi başardığında ise o başarısını kutlasın diye, “Şimdi babam yanımda olsaydı” diyecek. Bunu biliyorum.

        *

        Sahi, babalarımızın fotoğraflarını neden asarız evlerimizin duvarlarına?

        Hep gözü üzerimizde olsun diye olmasın sakın!

        Bugün “Babalar Günü”; babanız yaşıyorsa ellerinden öpün, yaşamıyorsa duvardaki resmine bir kez daha uzun uzun bakın, kendinizi göreceksiniz.

        O mutlu “fotoğraf gülümsemesi” yoksa da dudağının kenarında, gözlerinde gizlidir; iyi bakın, görünecek size!

        Diğer Yazılar