Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”

        İbrahim Kalın

        MASAL

        Biz büyükler, yapamayacağımız şeyleri hayal ederiz. Sonra da onları birileri yapmış gibi çocuklarımıza anlatırız, çocuklar da onlara inanır. İşte, çocukların inandığı bu şeylere de biz büyükler “masal” deriz.

        Homeros’tan sonra, kainatın gördüğü en büyük anlatıcılardan birisi olan Yaşar Kemal, masalın ortaya çıkışını şöyle anlatır:

        “İlkin masal vardı. İnsanoğlu doğa karşısında, olaylar karşısında içini dökmek zorundaydı. İnsanoğlu derebeyinden korkuyordu, doğadan korkuyordu, ağadan, yıldırımdan, hocadan, papazdan canavardan, kırk haramilerden korkuyordu, veryansın etti masala. Düpedüz açık açık söyleyemeyeceklerinin hepsini masala döktü.”

        Mutluluk zamanlarımızın anlatısıdır masal. En günahsız zamanlarımızın, henüz kendi cennetimizden kovulmadığımız demlerin, çocukluğumuzun...

        Masal dünyasında akla hayale gelebilecek her şey gerçektir, hayatın hiçbir sınırı yoktur, doğa insanın önüne hiçbir engel koymaz, kahramanlar başına buyruktur.

        O dünya yaşadığımız dünyaya hiç benzemez. Orada ağaçlar, kuşlar, sincaplar konuşur, böcekler ağlar, yılanlar insanla dost, kurtlar sevimli, ayılar munis, devler, ejderhalar bile her zaman kötü değildir. Orada da iyilerle kötüler var kuşkusuz ama her zaman iyilik galip gelir, kötülük de kötülük olduğunu bilir ve bir başka masala kadar bir daha kötülük yapmayacağına söz verir. Ormanlar gürültülü, çağlayanlar müzikli, prenseslerin saçları şelale, şehzadelerin yumruğu gürz gibidir.

        Masal dünyasının en güzel tarafı korkunç cadının kendi kazanına düşüp haşlanması, ejderhanın bir yardan düşüp parçalanması, kurdun dişlerinin dökülmesi, devin düşüp boynunu kırması değil, bunların hiçbirisinin gerçek hayatta olmamasıdır.

        Bir uyku anına kadar ömrü vardır en korkunç masalın bile. Şimdiye kadar çok az çocuk, anlatılan masalın sonunu getirebildi, her defasında en heyecanlı yerinde gözkapakları uykuya yenik düştü. Uyku ile masal hep didişti, şimdiye kadar her defasında hep uyku kazandı. Çünkü masal, bir çocuğun duymak istediği şeyleri söyler ona, o yüzden rahatlar, çabucak uykusunu getirir. Ve hemen hemen bütün masallar mutlu sonla biter. Çünkü çocuklara umut lazım. Her gece uykudan önce bir tutam umut onlara iyi gelir. Bu da onları büyütür.

        Demem o ki, bir karganın, bir tilkinin gerçekten konuşamayacağını çocuk bilmez mi, bal gibi bilir. Ama çocukların bu tür sihirbazlıklara ihtiyacı var. Büyümelerine yardım eder.

        *

        Eskiden, masalların revaçta olduğu, kitabın, televizyonun, telefonun, yani bugün bizi kendisine bağımlı hale getiren ne varsa, onlardan hiçbir aletin olmadığı, henüz “hikaye” yazmaya başlamadığımız zamanlarda yani, insanlar ister istemez masallara sığınıyordu. Bir yerde, yaşlı bir adamın güzel masal anlattığı duyulmaya görsün, ne yapar eder, o anlatıcının bir şekilde evlerine misafir olmalarını isterdi inanlar. Ona güzel yemekler pişirir, altlarına yumuşak minderler koyar, arkasına yastıklar dizer, önünden kuru üzüm, ceviz kaselerini eksik etmez, anlatıcının onlara masal anlatmasını isterlerdi. O büyük anlatıcılar da masallarını tek gecede bitirmez, ertesi gece de krallığı sürsün diye en heyecanlı yerinden masalı keser, gerilimi bir gün daha uzatırlar tıpkı günümüzün televizyon dizilerinin en heyecanlı yerde kesilmesi gibi. Böylece masal, başka bir masalın kapısını açar, oradan oraya, o masalla diyar diyar gezer insanlar, geniş geniş, büyük büyük hayaller kurarlardı.

        Masal dinleyerek büyümüş bir çocuğun hayal dünyası geniş olur. Şair Cemal Süreya’nın dediği gibi, “Masal dinlememiş çocuklar, büyüyünce kedi resmini bile cetvelle çizerler.”

        *

        “Bin Bir Gece Masalları” bizim coğrafyamızdan yayıldı dünyaya. O masallardaki dünyanın gerçek olduğunu sandı birçok Batılı; o dünyayı keşfe geldiler kafileler halinde, aralarında Gustav Flaubert, H.C. Andersen, Knut Hamsun gibi aklı başında yazarlar da vardı.

        Hemen hemen hepsi hayal kırıklığıyla döndüler memleketlerine. Buralarda ne sokaklarda rakkaseler, ne altından saraylar, ne de bir halıya binip uçan insanlar vardı. Tam tersine sokaklar pis, insanların büyük çoğunluğu aç, vasıta araçları çoğunlukla merkeplerdi.

        Onların da memleketinde masallar vardı ama bizimkilere pek benzemiyordu. Gün geldi, bizim büyükler için anlattığımız masallarımızın yerine onların çocuklar için yazdığı masallar aldı. Onlar unuttu bizim masalları, şimdi biz kitaplarda onların yazdığı masalları okuyoruz çocuklarımıza.

        Biz mesellerle, kıssalarla derdimizi anlatırken, onlar çoktan hikaye yazmaya başlamışlardı bile.

        Hikaye onlardan bize sirayet etti.

        HİKAYE

        Aramızda yaşayan, adına “yazar” dediğimiz bazıları, başlarından geçmemiş bazı ilginç, tuhaf şeyleri, kendileri yaşamış gibi hayal ederler. Sonra da oturur onları yazarlar, onu okuyan bizler de, onları hayatın gerçeğiymiş gibi algılarız. İşte, birçok kişinin okuyarak etkilendiği bu şeylere de biz büyükler “hikaye” deriz.

        Masal umutsa, hikaye umutsuzluktur. Bireye odaklanır hikaye, bir hadiseyi sana inandırmaktan çok, onu sana anlatarak etkilemeye çalışır. Meselesi olan yazarın, derdi olan insana anlattığı o insanın kendi dünyasına benzer bir dünyadır hikaye dünyası.

        Anonim değildir hikaye. Bir yazarın kaleminden çıkar.

        “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir” der Tolstoy hikaye hakkında söz alırken. Saramago ise şöyle der:

        “Bütün hikâyeler evrenin yaratılış hikâyesine benzer, o anda orada kimse yoktur, kimse tanık olmamıştır ama yine de olanları herkes bilir.”

        Sıradan insanın, sıradan hallerini, sıra dışı bir biçimde anlatma sanatıdır hikaye.

        Hikaye, sonu bir sürpriz barındıran bir metindir. Çoğunlukla bitişi düşündüğümüz gibi olmaz. Masalda olduğu gibi ille de mutlu sonla bitmek zorunda değildir. Hatta çoğunlukla mutlu sonla bitmez. Okuyanı içine çeker, bazen de kendinden uzaklaştırır. Yazar çoğu zaman okurunu yargıç yapar, bazen kahramanın yanına geçer, bazen de ondan uzaklaşırız. Bazen severiz kahramanı, bazen de nefret ederiz ondan. Tek tip kahramanlar yoktur hikayede. Hatta kahraman bile bazen kahraman değildir. İlle de bileği bükülmez bir yiğidi, dudakları kiraz, yanakları elma bir dilberi anlatmak zorunda değildir. Kahramanın bileği bükülebilir, dili lal olabilir, kafası kel olabilir, ayağı aksak olabilir, sırtı kambur olabilir. Kız çirkin, erkeğin gözleri görmeyebilir. Kusurlu kahramanları daha çok sever hikaye yazarları. Zaten hikayeyi hikaye yapan, insanın kusurlarıdır. Ruhundaki fırtına, kafasındaki gelgitlerdir. Hikayede önemli olan kahramanın duygularıdır, nasıl davrandığıdır, olaylar karşısındaki, hayat karşısındaki duruşudur. Hikaye tek aks üzerine yürümez. Yazarın eli kolu bağlı değildir. Her yazar, yazdığı hikayenin tanrısıdır. Yarattığı tiplere istediği kaderi çizmek, yaratıcı yazarın elindedir. İsterse öldürür, isterse uzun yaşatır, isterse ağır bir hastalığa yakalatır, isterse bir yardan atar, kurda kuşa yem eder, isterse kodese kapatır.

        Hikaye kısadır, mekan sınırlı, anlatımı yoğun, olay örgüsü yalın, karakterleri sınırlıdır. Bu özellikleriyle romandan ayrılır.

        İtalyan yazar Giovanni Boccaccio'nun “Decameron” adlı eserinde bilinen ilk hikaye örneklerine rastlanır. Kitapta 1348 yılında İtalya’ da ortaya çıkan bir veba salgını anlatılır. Kitap, on gün boyunca anlatılan yüz hikayeden oluşur. Bu hikayeler hayatın her alanına dairdir.

        Ama günümüzün modern hikayelerinin tümü Gogol’un “Palto”sundan çıkmadır. Çehov bayrağı ondan devralır, ondan sonra hikaye yazan herkes onun ulaştığı mertebe için didinir. Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza girer, Cumhuriyet’ten sonra Sait Faik gibi büyük bir yazar da onu, şu ana kadar hiçbir yazarın ulaşamadığı yüksek bir kata çıkarıp orada bırakır.

        Hikaye yazmak, kendinden yola çıkarak insanlığın durumunu anlamaya çalışma girişimidir. O yüzden zor bir sanattır. Ha denince yazılabilin bir şey değildir.

        İyi bir hikayeyi, sözlü kültürün ürünü olan anonim halk hikayeleriyle karıştırmamak lazım. O hikayelerde amaç hisse çıkarmaktır kıssadan, günümüzün hikaye yazarları ise “hisse” peşinden koşmazlar. Onların ne kimseye verebilecekleri akılları, ne de birilerinden alınabilecekleri bir nasihate ihtiyaçları vardır. Tek başına kalmış birisidir hikaye yazarı.

        *

        Baba çocuğunu uyuturken çocuk babasına, “Baba bana bir masal anlat” der. Aynı çocuk büyüyüp babasının hoşlanmadığı bir şeyi ona anlatıp onu inandırmaya çalışırsa, babası ona, “Bana hikaye anlatma” diye çıkışır.

        Tolstoy’un dediği gibi; “Mutluluk masal, mutsuzluk ise hikayedir.”

        Diğer Yazılar